Üç kuşak kadının iç içe geçen yazgısı

Kitap okumanın iyiden iyiye bir eski zaman etkinliği hâline geldiği günümüzde bir romanın bu kadar konuşulmasını bile çok önemli buluyorum. Yakın çevremde çok sayıda kişi yeni gelen bir diziyi konuşur gibi Ayfer Tunç’un son romanını (“Annemin Uyurgezer Geceleri” / Can Yayınları) konuşuyor. Bayağı “Sen neresindesin?”, “Dur, anlatma daha oraya gelmedim”, “Bitir de konuşalım” şeklinde. Öte yandan sosyal medyada da yoğun bir “Annemin Uyurgezer Geceleri” mesaisi var. Bu arada tabii ki sevmeyenler, eleştirirken kantarın topuzunu kaçıranlar, olayı popüler tabirle ‘linç’e dönüştürenler de mevcut. Bu da işin tuzu biberi ve ilgi çekmenin bir yolu herhalde. Çünkü olumlu şeyler yazınca ‘etkileşim’ almıyorsun pek. Ben uzun zamandır unuttuğum bir romanı elinden bırakamama duygusunu bana hatırlattığı için çok sevdim öncelikle “Annemin Uyurgezer Geceleri”ni. Daha başında karakterimiz Şehnaz’la beraber hem annesinin uyurgezer olduğunu hem de hayatına dair büyük bir sır sakladığını öğreniyoruz. Ve dev bir yumaktan sarkan bu ipucu elimizde, Şehnaz’ın ve kadınlardan oluşan ailesinin hayatında gezinmeye başlıyoruz. Anlatmaya başladığında o ilk uyurgezer gecenin üzerinden yıllar geçmiş, o andan sonra belleği unutma yetisini kaybeden Şehnaz kendisini bazen göklere çıkarıp çokça da yerlere çalan tutkulu bir aşkın peşinde 30 sene yaşamış, hem üniversitede hem ülkede çöküşlere tanık olmuş bir ekonomi profesörü. Daha üniversitenin birinci sınıfında tosladığı hocası E.’ye olan bitmeyen (ve marazi) aşkı, bir anlamda onun hayatını anlatılmaya değer kılan renk olmuş. Ve biz bir kadının neden evli ve kendisine hak ettiği değeri vermeyen bir adama bir ömür bağlı kaldığını anlamaya çalışırken onun büyüdüğü babasız evi, bütün hayatını ‘el âlem ne der’ kriterlerine göre düzenlemiş, ancak uyurgezer olarak hizadan çıkmayı başarabilen öğretmen annesini ve kendisine paşa kızı olduğu köklü bir aile hikâyesi yazan anneannesini tanımaya başlıyoruz. Onlarla beraber de bu ülke kadınlarının yarım yamalak hayatlarını, kırılıp dökülmüş yaşam sevinçlerini, rafa kaldırılmış umutlarını. Erkeğin adı yok Şehnaz’ın tutkusunun nesnesi E.’nin ise adı bile yok. Çünkü o bir “erkek temsili”, “o türden erkekleri” temsil ediyor. Bencil, kendisini her şeyin en iyisine layık görürken karşısındakinin ne hissettiğiyle ilgilenmeyen, yarattığı her krizden haklı çıkan ve kırılgan egosuna iyi gelecek ‘avı’ da bir bakışta tanıyan türden. Okurken, onun durumuna bir isim vermeye çalışırken yakaladım kendimi. Hani hepimiz sosyal medya ve televizyon dizileri sayesinde amatör psikiyatristlere döndük ve kolayca etiket yapıştırıyoruz ya insanlara. “Onun narsistik kişilik bozukluğu var,” mesela. Ve bu bir anlamda “Yazık, elinde değil” gibi tınlıyor. Bu kadar erken bir finali hiç hak etmediğini düşündüğüm “Kral Kaybederse” dizisinin bir sürü kadının kalbini kıran cazibeli Kenan Baran’ına üzülen kaç kadın var, kim bilir… Ayfer Tunç Aralık ayının Milliyet Sanat dergisinin kapağında ve onunla büyük bir keyifle yaptığım söyleşide bunu da sordum. Verdiği cevap beni kendime getirdi, burada da paylaşmak isterim: “Özellikle kadınların bunu yapması bana çok rahatsızlık verici geliyor. Affediyorsun o zaman. Hâlbuki değil. Narsistik kişilik bozukluğu diye bir şey var tabii ama onunla zaten böyle de bir ilişki kuramazsın. Adamda narsistik eğilimler vardır ve bu bilinçli, isteyerek yapılan bir şeydir. İstese kendini değiştirebilir. Değiştirmiyor çünkü gayet güzel yürüyor zaten. ‘Benimkinde narsistik kişilik bozukluğu var, onun için. Benimkinde öfke kontrolsüzlüğü var, öfkesini kontrol edemiyor ondan”. Öyle bir şey yok. Edecek kardeşim. Bu adlandırmalara ben çok mesafeliyim. Ve özellikle kadınların bu adlandırmaları bu kadar kolay kullanmaması gerektiğini düşünüyorum”.