Michael Kast, Nazi Partisi üyesi genç bir Alman’dı. Nazizm’in yenilgisinin ardından ABD onun da binlerce Nazi gibi Latin Amerika’ya göç etmesine izin verdi ve Kast öldüğü 2014 yılına kadar Şili’de yaşadı. Kast’ın büyük oğlu Miguel Kast, Pinochet’in 1973 yılında ABD desteğiyle sosyalist Allende’yi devirip iş başına geçmesinin ardından ekonomi yönetimini üstlenen “Chicago Boys”un üyelerinden biriydi. Neoliberalizmin en önemli isimlerinden biri olan Milton Friedman’ın Chicago Üniversitesi’ndeki rahle-i tedrisatından geçen iktisatçılara “Chicago Boys” deniliyordu ve Pinochet diktatörlüğü dönemindeki Şili bu iktisatçıların yönetimi altında dünyanın ilk neoliberal laboratuvarına dönüştürülmüştü. Kast, darbenin hemen ardından göreve başladı ve 1978-1980 arası Ulusal Planlama Ofisi başkanlığı yaptı, 1980 yılında ise Çalışma Bakanlığı’na getirildi. 1982 yılı Nisan ayında Şili Merkez Bankası başkanlığı görevini üstlendi ama Şili’deki neoliberal deney iflas etmek üzereydi ve bunun faturasının çıkarıldığı isimlerden biri olan Kast beş ay sonra istifa etmek zorunda kaldı. Michael Kast’ın diğer oğlu ve Miguel’in kardeşi Jose Antonio Kast 1966’da doğdu, hukuk fakültesi okuyup avukat oldu ve daha sonra da siyasete girdi. 2002-2018 arası Temsilciler Meclisi üyesi olarak görev yaptı. Dünyadaki radikal sağ yükselişin Şili’deki temsilcisi olan Kast, 2019’da kurduğu Şili Cumhuriyetçi Partisi’nin başkan adayı olarak 2021 seçimlerine girdi ve solcu aday Boriç’e yenilerek başkanlığı kaybetti. Aynı Kast, dört yıl sonra bu pazar günü Şili’de yapılan seçimleri sol ittifakın adayı, Şili Komünist Partisi üyesi Jeannette Jara’ya karşı kazanarak Şili’nin yeni devlet başkanı oldu ve dünyadaki radikal sağ yükseliş bu sefer de Şili’ye damgasını vurdu. Kast’ın seçimi kazanmasına en çok sevinenlerden birinin elbette ki Latin Amerika’ya ayrı bir önem atfeden Donald Trump olduğunu söyleyebiliriz. Venezuela’yı ve Kolombiya’yı güya “uyuşturucu kartelleriyle mücadele” adı altında gözüne kestiren, Küba’ya düşmanlığı ise hep baki olan Trump, Arjantin’deki manyak Milei’den sonra bu sefer de Şili’de Nazi ve Pinochet artığı bir müttefik bulmuş oldu kendisine. Seçimin Trump yönetimi tarafından açıklanan yeni ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nin yayınlanmasına denk gelmesi ise meselenin önemini daha da artırdı; çünkü bu belgede uzun yıllar sonra Latin Amerika resmi bir Amerikan belgesinde merkezi bir yere yerleştiriyor ve “burası bizim” deniliyordu. Birçok yorumcu bunu Monroe Doktrini’nin yeniden canlandırılması olarak gördüler ki haklılardı; çünkü 1823 tarihli bu doktrin artık bir emperyalist güç haline gelmeye başlayan ABD’nin Avrupa’ya kıtanın sahipliğine dair çektiği bir restti. Şimdi ise aynı ABD bu sefer biraz Rusya’ya ama esas olarak Çin’e rest çekiyor ve aynı mesajı veriyordu. ABD başkanları geleneksel olarak doktrin metinleri yayınlarlar ve bu metinler dünyayı yöneten emperyalist güç olarak ABD’nin o başkan dönemindeki yol haritası anlamına gelir; dostuyla düşmanıyla herkes bu metinlere bakar ve buna göre kendi stratejisini konumlandırır. İşte geçtiğimiz günlerde yayınlanan ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi de Trump’ın Biden arasından sonra ikinci kez oturduğu başkanlık koltuğundaki ikinci doktrini oldu ve anında bütün dünyada tartışılmaya başlandı. Belgeyle ilgili söylenmesi gereken ve belki de “metnin ruhu ” diyebileceğimiz şey, Trump’ın ve etrafındaki iktidar bloğunun “küreselleşmenin sonu”na işaret edişidir; yani belge bu haliyle “küreselleşme-sonrasına ait bir manifesto” olarak okunmalıdır. Bu ise kuşkusuz ABD sermaye sınıfı içi bir fraksiyonlar ittifakının temsilciliğini üstlenmekle ilgilidir. Ümit Akçay’ın 14 Aralık’ta Evrensel’de yayınlanan yazısına atıfla söyleyecek olursak, “finansallaşmış ve küreselci sermaye fraksiyonları”nın yerini “sanayi, fosil enerji, savunma ve teknoloji sermayesini merkeze alan” bir iktidar bloğuna bırakmasıdır karşımızda olan. Buna yapay zeka destekli silah sanayii de dahil edilmiş ve bir kez daha “askeri-sınai kompleks” Amerikan kapitalizminin merkezine yerleştirilmiştir. Belge, dünyadaki temel birim olarak ulus-devletleri görmekte, ulus-altı ve ulus-üstü/ötesi birimleri birer siyasal özne/aktör olarak değerlendirmemektedir; dünyadaki siyasal ve iktisadi ilişkiler de yani gerek ittifaklar gerek mücadeleler de bu eksende gerçekleşecektir ve ABD, bu ulus-devletlerin en güçlüsü ve en muktediri olarak kendisini görmektedir. Belgede “önce Amerika” denilmekte; yani ABD’nin dünya egemenliğini sürdürürken atacağı bütün adımların önce ABD’nin ulusal çıkarlarını gözetmesi ilk sıraya yerleştirilmekte, daha önceki ABD müdahalelerine gerekçe olarak üretilen demokrasi, özgürlükler, insan hakları vs. bütünüyle devre dışı bırakılmaktadır. Yukarıda da söylediğimiz üzere stratejik olarak öncelik Latin Amerika’ya verilmiştir ve burası adeta ABD’nin yeni “lebensraum”u/“yaşam alanı” ilan edilmiştir; burada göç ve uyuşturucu öne çıkarılmakta, bunlarla mücadele merkeze yerleştirilmektedir; esas hedef ise kıtadaki anti-Amerikan, anti-emperyalist iktidarları devirmek ve yerine Amerikancı ve radikal sağcı rejimleri yerleştirmektir. Trump’ın hem Venezuela’yı hedef alması hem de son Şili seçimlerinde yaşananlar gidişatın nereye doğru olduğunu göstermektedir. Trump doktrini, Latin Amerika’ya dair referansını 1823 tarihli Monroe Doktrini’ne vermektedir ve şimdi Trump Monroe Doktrini’ne ve bütün bir ABD emperyalizmine bir “ek”, bir “ilave” yaparak tüm dünyaya aynı mesajı vermektedir. En radikal tavır değişikliği ise Avrupa’ya dairdir. Trump ABD’si Avrupa’yı adeta sırtındaki bir yük, bir kambur olarak görmekte, köhnemiş Avrupa’nın kendi güvenliğini kendisinin sağlamasını ve NATO’yu artık kendilerinin finanse etmeyeceğini, bu yükü Avrupa ülkelerinin üstlenmesi gerektiğini söylemektedir. Öte yandan radikal sağın biçimlendirdiği metin, Avrupa’yı bir “medeniyet kaybı” üzerinden okumakta, liberal değerlerin ve göç dalgalarının Avrupa medeniyetinin, yani “beyaz adamın üstünlüğü”ne dayalı Batı medeniyetinin sonunu getirdiğini öne sürmektedir. Çare ise Trump benzeri rejimlerin işbaşına gelişinde görülmekte, o yüzden de Almanya’daki AfD tarzı radikal sağ akımlar doğrudan desteklenmektedir; Avrupa’yı içinde bulunduğu bataklıktan neo-faşizm çıkarabilecektir yani. Hem Latin Amerika’ya hem Avrupa’ya bakışa damgasını vuran mesele, göçtür. ABD göçü uluslararası bir mesele olarak görmekte ve dünya ölçeğinde durdurulması gerektiğini söylemektedir; bu ise hem kapitalizmin çıkarlarıyla hem de “beyaz adamın üstünlüğü”yle ilgilidir; göç beyaz medeniyetine yönelik hem ekonomik hem kültürel bir tehdit olarak görülmektedir. Trump ABD’sinin Ukrayna-Rusya savaşına bakışı da Rusya’ya bakışı da Avrupa’nınkinden tamamen farklılaşmıştır; Avrupa’ya göre Rusya “baş düşman” kategorisine yerleştirilmişken ve Ukrayna’dan sonra sıranın Avrupa’ya geleceği yönündeki tezler havada uçuşurken, belge Ukrayna-Rusya savaşının Rusya lehine verilecek tavizlerle sonlandırılması gerektiğini söylemekte ve Rusya’yı düşman kategorisine yerleştirmemektedir. Buradaki esas amaç ise Rusya’yı ABD’nin yanına çekip Çin’i yalnızlaştırmaktır. Benzer şekilde Çin de “düşman” kategorisinden çıkarılmış gibi gözükmekle birlikte, aslında bütün bir metnin aslında yeni bir dünya savaşına giriş metni olarak okunması gerekmektedir ve burada da adı konulmamış düşmanın Çin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Metin Çin’le doğrudan bir askeri karşı karşıya gelişten söz etmese ve “savaş” tabirini kullanamasa da esas olarak Çin’in yükselişinin nasıl durdurulacağı üzerine kurgulanmıştır ve öncelik ekonomiye verilmiş olmakla birlikte militarizmle iç içe geçmiş, askeri-sınai kompleksin beraber sürdüreceği bir ekonomik mücadele, daha doğrusu ekonomi öncelikli ve merkezli bir savaş öngörülmektedir. Trump doktrinine göre küreselleşme ve serbest ticaret Çin’i etkisizleştirmeye yetmemiştir ve şimdi bizzat Amerikan devletinin özellikle “ticaret savaşları” üzerinden Çin’le mücadele etmesi gerekmektedir. Burada “nadir mineraller”e özel bir yer ayrılmıştır ve bu mineraller üzerindeki hâkimiyet, tedarik zincirlerinin kontrolüyle birlikte ABD açısından varoluşsal bir mesele olarak kodlanmıştır. Ancak önceliğin ekonomiye verilmesi savaş ihtimalinin bütünüyle devre dışı bırakılması anlamına gelmez; Çin’in Tayvan’a askeri müdahalesinin engellenmesi mutlak bir askeri zorunluluktur ve bunun için “adalar zinciri”nin kullanılması, yani ABD’nin Asya-Pasifik/Hint-Pasifik’teki ülkelerle olan askeri ittifaklarını güçlendirmesi gerekmektedir. Geçmişteki başkanlık doktrinleriyle kıyaslandığında Trump doktrininde ABD için öneminin azalmasından hareketle Ortadoğu’ya daha az yer ayrılmış, daha az önem verilmiştir. Belge açısından Ortadoğu’daki öncelikli mesele İsrail’in güvenliğidir. Öte yandan ABD’nin artık rejim değişikliği ve ulus inşası gibi işlere girişmeyeceği, bölgede istikrar istendiği söylenmektedir. Ancak İsrail’in güvenliği adına İran’a müdahaleden vazgeçilip geçilmediği –ki İran bölgedeki temel istikrarsızlaştırıcı güç olarak nitelendirilmektedir- bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Trump doktrininde Türkiye’nin adı sadece bir kere geçmektedir ve o da doğrudan Türkiye’yle ilgili olmayıp, Suriye’de üstlenilecek rol ile ilgilidir. Trump stabil bir Suriye için ABD’nin, İsrail’in, Türkiye’nin ve Arap devletlerinin pozitif bir rol oynayabileceğini söylemektedir. Belgede Türkiye hakkında özel bir kısım yoktur ama bu, Türkiye’nin bu belgeden etkilenmeyeceği anlamına gelmez. Trump Erdoğan’ı bölgedeki “adamları”ndan biri, bir “iş ortağı” olarak görmektedir. Erdoğan iktidarı ise Trump’ın devletten devlete kuracağı ilişkileri de sağ popülizme ve tek adam rejimlerine açacağı alanı da kendi lehine bir fırsat olarak görecek ve değerlendirmeye çalışacaktır. Aynı şekilde çözüm sürecinin Suriye ayağı da buna göre şekillendirilecek, YPG’ye karşı HTŞ’nin yanında daha güçlü bir zeminde yer alınacaktır. Ayrıca hem Rusya ile hem Avrupa ile yapılacak pazarlıklarda Trump kolayca bir denge unsuru olarak kullanılacaktır. Tüm bunların varacağı yer ise elbette ki “ömrü vefa edene kadar” konseptinin hayata geçirilmesi olacaktır. Peki ya muhalefet? CHP’deki son değişikliklere ve dış politika yönetiminin devredildiği isimlere bakıldığında, CHP’nin gidişatı doğru bir şekilde okuyabildiğini söylemek güçtür. Dünya eski dünya değildir ve CHP’nin dış politikada yaslanmayı hesapladığı güçler artık güç değildir. Dolayısıyla Avrupa’ya ve onun liberal değerlerine yaslanarak iktidara gelmek mümkün değildir. Sosyalist sola ise buradan önemli ve acil bir vazife çıkmaktadır; emperyalizmin kendini çok daha acımasız bir şekilde yeniden biçimlendirildiği ve dünyayı yeni savaşlara doğru götürdüğü bir konjonktürde, anti-emperyalizm, ama sınıf içerikli, emek eksenli bir anti-emperyalizm, sosyalist siyasetin merkezine yerleştirilmeli, bütün bir hesap kitap bunun üzerine yapılmalıdır.