Yağmurlu günler başladı. İçeriden dışarıya, denizin altından kopup gelen o gökyüzüne bakıyorum. Balıkçılar kahvehanesinin içi yağmur sesiyle doluyor. Benim için ideal bir an: yağmur, soba, sıcak bir çay, kitaplar... Gittikçe kemikleşen kötümserlik üzerine düşünüyorum; şu kara bulutlar gibi herkesi içine alan psikolojik atmosferi. Gözüm gazetede yakınlarda acı haberini aldığımız Gülşah Durbay'ın resmine çarpıyor. Sonra 16 TİP'li gençle ilgili haberi görüyorum. Ardından pek çok iftira, yalan, haksızlık, zulüm haberi peş peşe akıyor. Şili'de seçimleri sağcılar kazanmış. Tam da böylesi zamanlarda iyimserliğin ne olduğunu yeniden düşünme ihtiyacı duyuyorum. İyimserlik, kişisel gelişim endüstrisinin parlattığı "pozitif düşünme" baskısından oldukça farklı bir yerde duruyor. Bir slogandan ziyade ruhsal aygıtın zamana, kayba ve belirsizliğe tahammül edebilme kapasitesidir. "Her şey iyi olacak" demek değildir; her şeye rağmen kaybın gerçeğini kabul edip geleceğe küçük de olsa bir umut payı bırakabilmektir. *** İhtiyar balıkçılar, olgun iyimserliğin kanıtı bir bakıma. Belki başka yerlerde öyle değildir, ama burada, sabahtan akşama kadar oturup başlarından geçmiş ya da geçmemiş binlerce hikâyeyi evirip çevirip birbirlerine anlatmaktan hiç sıkılmazlar. En acı olayları bile sonuna esprili bir açıklama katarak yumuşatabilirler. İhtiyar balıkçıları dinlemekten her zaman keyif aldım. Böylesine anlatma ihtiyacı içinde olmaları, yaşadıklarına tanık arama ihtiyacı içinde olmaları belki de. Kişi o yaşantıyı hikâye ederek (zamana dizerek, kelimeye çevirerek, başkasının zihnine yerleştirerek) onu “içeride taşınabilir” hâle getirmeye çalışır. Anlatı, bilgi aktarmaktan çok yaşantının ağırlığını taşıyacak bir form bulma çabasına dönüşür. Bir de şunu yapar: Bu hikâyeler, kaybolanı sözcüklere dökerek bir tür mezar taşı gibi dikilir; yaşantıların, unutulunca ikinci kez kaybolmasını engellemek istercesine… İhtiyar balıkçılar, bu açıdan iyimserdirler. Yazmak da bu açıdan bir iyimserlik eylemi. Çünkü düşündüklerimize, yaşadıklarımıza, hayal ettiklerimize tanık arıyoruz bir bakıma. Tanık aramanın kendisi bile başlı başına bir umut. Bir kişi bile olsa beni duysun, yaşadığım ve hissettiğim şeyi anlasın, belki anlamlandırsın diye. Umut, dünyanın her zaman iyi olacağı inancıyla açıklanamaz; ihtiyaç ortaya çıktığında bir yanıt bulunabileceğine dair bir beklentidir. Bu beklenti yıkıldığında, iyimserlik kolayca ya paranoyaya (“kimse yok, herkes kötü”) ya da maniye (“kimseye ihtiyacım yok”) savrulabilir. Bugün bu iki duruş arasında savrulup duruyoruz. Olgun iyimserlik ise bu iki uç arasındaki orta yerde durur: İhtiyaç vardır, bağımlılık vardır, ama cevap ihtimali de vardır. *** Pencereden denizi ve gökyüzünü birleştiren yağmura ve iri yağmur damlalarına dönüşen dalgalara bakarken şunu da biliyorum: Burada, şu an yaşadığım ânı bütün çıplaklığıyla yazıya tam olarak aktaramıyorum. Şöyle karamsar şeyler de geçiyor zihnimden: İnsana özgü arzularımız bütün bu dijitalleşen dünyada birer birer kayboluyor. Böylesi bir manzarayı rahat koltuğunuza uzanıp ekran görüntüsü olarak da izleyebilirsiniz. Ama aynı şey mi? Dijitalleşme tanıklığı nicelleştiriyor: görüntülenme, beğeni oranları… Ve bunlar çoğu kez tanıklıktan ziyade “görüldüm” hissine hizmet ediyor. Oysa “görülmek” ile “tanık olunmak” aynı şey değil. Tanık dediğimiz, yaşantıyı yalnızca duyan değil; onu bir zihin içinde tutan, anlamlandırmaya izin veren ve deneyime bir gerçeklik statüsü kazandıran ötekidir. Dijital tanıklık çoğu zaman ayna işlevi görür; kap olmaz, taşımaz. Bu yüzden tanık arayan kişi, performans kaygısıyla daha çok tanık kazanmak için yaşadığı gerçekliği çarpıtıp süslüyor. Benim iyimserliğim tam da burada: İnsan arzusu ekranın düz camına sığmıyor; bir noktada yeniden gerçek bir tanığa, yani sesin sese değdiği o “taşınan” karşılaşmalara döneceğiz. Dünya hiç bu kadar soğumamıştı; belki de bu yüzden, canlılık özlemi de hiç bu kadar büyümemişti.