London Consensus Yazı Dizisi – 5 Türkiye’de emek piyasası uzun süredir derin bir sıkışma içinde. Bu sıkışma yalnızca ücretlerin yetersizliğinden ibaret değil; emeğin korunmasından temsil edilmesine, iş güvenliğinden toplu pazarlık gücüne kadar uzanan çok boyutlu bir yapısal sorun. Bugün Türkiye’de milyonlarca çalışan için “çalışmak”, refah üretmekten çok hayatta kalma mücadelesi. Bu tablonun en görünür göstergesi asgari ücret sıkışması . Asgari ücret, olması gerektiği gibi bir taban ücret olmaktan çıkarak ücret sisteminin merkezinde. Bu durum, ücret skalasının yukarı doğru işlemesini engelliyor, nitelik farklarını anlamsızlaştırıyor ve emeğin değerini aşındırıyor. Daha fazla eğitim, daha fazla beceri ya da daha ağır iş yükü, anlamlı bir gelir farkı yaratmıyor. Bu sıkışmanın doğal sonucu, çalışan yoksulluğunun kalıcı hale gelmesi. Çalışmak artık yoksulluktan çıkış yolu değil. Ücret artışları enflasyon karşısında hızla erirken, emek gelirlerinin milli gelirden aldığı pay düşüyor. Türkiye’de büyüme dönemleri çalışanların yaşam standartlarına yeterince yansımıyor. Sorunun ikinci temel boyutu, emeğin örgütlenme kapasitesinin zayıflığı . Türkiye’de sendikalaşma oranları OECD’nin yarısından az, toplu sözleşme kapsamı sınırlı ve sendikal haklar fiilen daraltılmış durumda. Üstelik yasal çerçevede var olan haklar, uygulamada çoğu zaman caydırıcı mekanizmalarla etkisizleştirilmiş halde. İşten çıkarma tehdidi, taşeronlaşma, güvencesiz sözleşmeler ve kayıt dışılık, çalışanların sendikal haklarını kullanmasını fiilen engelliyor. Sendikaların zayıflaması, yalnızca ücret pazarlığını değil; iş güvenliği, çalışma süreleri, işyeri demokrasisi ve mesleki gelişim gibi alanları da doğrudan olumsuz etkiliyor. Emeğin sesi, ekonomik karar alma süreçlerinden büyük ölçüde dışlanmış durumda. Sosyal diyalog yerine tek taraflı kararlar var. Emeği Merkeze Alan demokratik Bir Ekonomik Dönüşüm Türkiye’de işgücü politikaları büyük ölçüde pasif araçlara dayanıyor. Kısa vadeli teşvikler, geçici istihdam destekleri ve dönemsel programlar sorunu öteliyor ama çözmüyor. Oysa London Consensus yaklaşımının temel vurgularından biri, aktif işgücü politikalarının sanayi ve teknoloji politikalarıyla birlikte ele alınması. London Consensus, insan sermayesini ekonomik dönüşümün yan ürünü olarak değil; ön koşulu olarak ele alan bir bakış açısı. Çünkü bu yaklaşım, ekonomik dönüşümü yalnız büyüme rakamları üzerinden değil; üretkenlik, nitelikli istihdam ve sosyal denge üzerinden ele alıyor. London Consensus’un merkezinde, emeği maliyet unsuru olarak gören anlayıştan kopuş var. Bu çerçeve, Türkiye açısından üç temel politika yönelimi sunuyor. Birincisi, beceri odaklı sanayi politikası . Yüksek katma değerli sektörlere geçiş hedefi, yalnız yatırım teşvikleriyle değil; bu sektörlerin ihtiyaç duyduğu becerilerin sistematik biçimde üretilmesiyle mümkün. Yeşil dönüşüm, yapay zekâ, ileri imalat ve dijital hizmetler gibi alanlarda, devletin beceri standartlarını belirlemesi ve eğitim programlarını buna göre şekillendirmesi gerekir. İkincisi, yaşam boyu öğrenmenin kurumsallaşması . Bugünün tek bir diploma ile uzun bir kariyer sürdürmek zor. London Consensus yaklaşımı, çalışanların meslek hayatları boyunca yeni beceriler kazanabileceği esnek ve erişilebilir mekanizmalar öneriyor. Türkiye’de bu alanda hâlâ sınırlı pilot uygulamalar görülüyor; oysa merkezi ve aktif bir stratejiye ihtiyaç var. Üçüncüsü, işgücü piyasası kurumlarının güçlendirilmesi . Etkili istihdam ofisleri, kariyer rehberliği sistemleri ve veri temelli işgücü analizleri olmadan dönüşüm yönetilemez. Türkiye’de işgücü piyasasına dair veri üretimi ve yönlendirme kapasitesi sınırlı; bu da hem iş arayanların hem işverenlerin yanlış kararlar almasına yol açıyor. Bu çerçeve de Türkiye açısından üç kritik fırsat yaratıyor: Birincisi, asgari ücret sıkışmasını aşacak bir üretim modeli . Yüksek katma değerli sektörlere geçiş, ücretlerin tabandan yukarı doğru yayılmasını mümkün kılar. Nitelikli işgücü talebi arttıkça, ücret farkları yeniden anlam kazanır. İkincisi, sendikalaşma ve toplu pazarlığın sanayi politikalarının parçası haline gelmesi . London Consensus, sosyal diyalogu kalkınmanın önkoşulu olarak kabul ediyor. Yeşil dönüşümden teknoloji yatırımlarına kadar her alanda işçi temsilinin kurumsallaşması bu modelin temel unsurlarından. Üçüncüsü, iş güvenliği ve çalışma koşullarının rekabet unsuru haline gelmesi . Keza, yeni sanayi politikaları, ucuz emekle değil; güvenli, verimli ve sürdürülebilir çalışma ortamlarıyla rekabet etmeyi hedefler. London Consensus, elbette tek başına mucize bir çözüm sunmayacak. Ancak doğru kullanıldığında, Türkiye’nin emek piyasasındaki kronik sorunları eş zamanlı ve bütüncül biçimde ele almasına imkân tanıyacaktır. Bunun için ekonomik dönüşüm ile demokratikleşmenin birlikte düşünülmesi şart . İşçi haklarının güçlenmediği, sendikaların söz sahibi olmadığı, emeğin korunmadığı bir sanayi politikası sürdürülebilir olmaz. O zaman soralım: Türkiye, emeği yeniden kalkınmanın öznesi haline getirecek bir yolculuğa çıkabilecek mi? Yoksa özellikle son yılların asgari ücret sıkışmasına, güvencesizliğe ve yoksullaşmaya mahkûm bir emek düzeniyle mi yoluna devam edecek? Kuşkusuz bu soruların cevabı, yalnız ekonomi politikalarının değil; demokrasinin de kaderini belirleyecek.