“Ahlaki hak” hürriyete dayanır. Hangi amel olursa olsun, bir insan şayet onu “istemeyerek” yapar ise, o yaptığı şeyin hiçbir değeri olmaz. O işi yapan ne övülmeyi hak eder ne de yerilmeyi. Örneğin birisi “istemeyerek” bir hastane ya da okul gibi umumun faydasına olan bir şeyi yapar ise, o insan övgüyü hak etmez. Şayet kötü bir işi de yapar ise, yine o insan yerilmeyi de hak etmez. Demek oluyor ki, övgünün de yerginin de sebebi “hürriyettir. Yani isteksiz yapılan güzel bir iş övgüyü hak etmediği gibi, isteksizce yapılan kötü bir iş de kınanmayı hak etmez. “Hürriyet” demek, “sorumluluk almak” demektir. “Hür insan” demek, bir işe dair “sorumluluğu yüklenen insan” demektir. Örneğin bir duvar çökse ve altında biri kalıp ölse, kimse o duvarı suçlamaz. Çünkü duvarın “hürriyeti” yoktur. Zira duvar, tabiatın kendine yüklediği yasalar üzere hareket eder ve onun kanunlarına uyar. Yine hiç kimse bir duvarı övmez de. Örneğin bir duvar bir evin tavanına kadar yükseltilip, üzerindeki tavanı kırk elli yıl o şekilde tuttuğunda, bu işinden dolayı kimse ona da övgü yağdırmaz. Demek ki “hayırlı” ya da “şerir” olsun, hiçbir amel (eylem), “hürriyet” olmaksızın bu isimler (hayır ve şer isimleri) ile isimlendirilemez. Allah’ın şeriatı da hürriyete dayalıdır. Yani sen, cehennem azabından kokarak değil, kendi isteğinle namazı kılmalısın. Zira cehennem ateşinden korkarak namaz kılmak “ikrahtır” (onu isteksiz yerine getirmektir.) Demek ki bir insan şayet cehennem azabının korkusuyla namaz kılmış olur ise, onun hiçbir değeri olmaz. O namazı terk etse, onun için daha iyi olur. Çünkü o adam, o namazın kendisine faydası olacaktır düşüncesiyle onu kılıyordur. Oysaki ona hiçbir faydası olmayacaktır. “İkrah” ile “icbar” ın (cebir ile kerhin) arasında şöyle bir fark vardır: “Cebir” de birisi eline silahını alıp faraza sizi namaz kılmaya zorlamış olursa. Böyle bir namaz kabul edilmez. Çünkü adamın elindeki o silah seni ikraha (istemeyerek namaz kılmaya) icbar etmiştir. İşte cehennem korkusu da aynen o silah gibi insanı namaz kılmaya icbar etmenin bir vesilesi oluyor. İcbar, dış baskıyla (silahla), ikrah ise iç baskıyla (cehennem korkusuyla) tahakkuk bulur. Diktatör bir sultanın ülkesinde yaşamak da böyle bir şeydir. Sizi ölüm korkusuyla asker eder, cepheye gönderir ve emirlerine itaat ettirir. Sen: “Bunları yapmadığım taktirde beni idam ederler” korkusuyla kendi kendini bunları yapmaya icbar edersin. Cehennem korkusuyla yapılan bir amel de bir diktatör sultanın korkusuyla yapılan bir amelden daha kötüdür. İnsan önce ahirete iman ediyor, daha sonra da cehennem azabına iman ettirip ona amel işlettiriyorlar. Bundan dolayı da o insanın korku üzere işlediği amellerin ona hiçbir faydası dokunmuyor ve herhangi bir değeri de olmuyor. Kısacası, insanın korku üzere yaptığı hiçbir amelin ahlaki değeri yoktur. Fakat “Allah’ın şeriatı” insana şunu der: - “Sen her zaman Salih amel işle, hürriyetin üzerinden bunları icra et.” Örneğin çocuklarını eğitiyorsun, yetimlere yardım ediyorsun, insanî işlerle uğraşıveriyorsun, sınır tanımayan doktorlar sınıfına katılıp Afganistan, Afrika ve sorunlu coğrafyalarda insanlara sağlık hizmetinde bulunuyorsun vs. Bunların tümünü, kendi hür iradenle yapmalısın. Bu hür irade ile yapılan işler insanın azametini yüceltir. Zaten insanın azameti de bunlardan oluşur. İnsanın kendi benliğinden çıkmasına ve mutlak kemale ulaşmasına vesile olur. Böyle olmadığı içindir ki, kılınan bu namazların bizlere hiçbir faydası dokunmuyor. En fazla namaz kılıp ibadet edenler Müslümanlar olmasına rağmen, en ahlaksız olanlar da yine Müslümanlardır. Biz Müslüman toplulukların dışındaki toplumlarda bizim kadar terörist yoktur. Örneğin Japon, Alman vs. gibi toplumlarda hem namaz yoktur hem de terör yoktur. Hangi toplulukta fazla namaz kılan varsa, o toplulukta terör eylemi de o kadar fazladır. Böyle bir durumda, kılınan bu namazların, onu kılanlara icbar edildiği ve kerhen kılındığı akla geliyor. Şayet kerhen bir şey bir insana yaptırılır ise, o şey sahibinden intikam alır ve sen o namazı zayi ettiğin (katlettiğin) için o da seni zayi eder ya da zayi ettirir (katleder ya da katlettirir.) Şunu da izah edeyim ki, Allah’ın şeriatı genel ve küresel şeriattır. Fakat dinin şeriatı, belirli ve bölgesel şeriattır. Şii-Sünni tümü böyledir. Allah’ın şeriatının küresel olmasının nedeni, O’nun insanların tümünü eşit bir şekilde yaratmış olmasındandır. Dolayısıyla, O’nun şeriatı tüm insanları kapsamalıdır. Bunun için “ahlaki şeriat”, tüm insanlar için kabul edilmiştir. Afrika’da yaşayanlardan hırsızlığın nasıl bir şey olduğu sorulsa, “kötüdür” denir. Japonya, Avrupa ve Asya bölgelerinden, Müslüman, Hristiyan, Budist, Ateist, Komünist vs. kesimlerden her kese adaletin güzel olup olmadığı sorulsa, güzeldir denilecektir. Keza zulüm sorulsa, “kötüdür” diye cevap verilecektir. Fakat örneğin “Hac”, yalnızca Müslümanlar içindir, “Humus” yalnızca Şiiler içindir. Şayet “Humus” ilahi şeraitten olsaydı, tüm insanlar için vacip olurdu ve her kes onu götürüp fakihlere verirdi. Özetlersek: Allah, tüm insanların Rabbidir. O’nun şeriatı da tüm insanlar içindir. Dolaysıyla “ahlaki şeriat” küreseldir. Fakat “fakihlerin şeriatı” bölgeseldir. Şöyle bir soru sorulabilir: “Acaba tüm bu hükümlerin bir arada toplanması ve tümünü aynı kategoride değerlendirecek bir fakihe bağlanıp onlara insanların tümünün birlikte amel etmesi mümkün olabilir mi?” Örneğin tüm insanlar hırsızlık, hıyanet, vefasızlık, cinayet ve kıtalin kötü olduğunu kabul edecek ve diğer taraftan da namazı kılacak, hacca gidecek, ihsanda bulunacak, yetime yardım edecek ve bu amelleri bir arada toplama imkanına sahip olacaktır. Acaba örneğin bir ihsan için “ahlaki şeriat” ile “fıkhi şeriatı” bir araya getirmesi mümkün olabilir mi? Cevap: Fakihlerin şeriatlarını bir araya toplamak mümkün değildir. Zira fakihlerin şeriatı “batıl farazalar” (akla ve gerçeğe aykırı varsayımlar) üzerine bina edilmiştir ve doğru bir temeli yoktur. Örneğin Sünnilerin şeriatı dört faraza (mezhep/içtihat) üzerine bina edilmiştir. Müslümanların artık bunların hangisinin doğru hangisinin hatalı olduğunu araştırması lazım. Yani dört faraziye artık dindarların zihinlerine yerleşmiştir ve bunların doğru bir temelleri de yoktur. Müslümanlar ilk baştan bu dört faraziyeye dayalı şeriatın, Allah’ın hükümleri olduğunu farz ediyorlar. Bizler ise “Ahlaki şeriatın” Allah’ın hükümleri olduğunu söylüyoruz. Çünkü vicdanen Allah’ın adalete emrettiğine ve her türlü kötülüklerden de nefyettiğine yakin ediyoruz. - “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar….” (Nahl: 90) Bu işler bizlerin vicdanlarımıza işlenmiş ilahi hükümlerdir. Yani birisi hırsızlık yaparsa ve vicdanına sorarsa, “Allah’ım. Sen benim bu hırsızlığımdan razı mısın?” derse, bunun cevabı güneş gibi ortadadır. Böyle bir soruyu vicdanından sorabilen biri, direkt Allah ile irtibat kurabilen biridir. Adeta elinde telefon ile Allah ile konuşuyordur. Böyle bir insanın, eski alimler tarafından yazılan ilmihallere gitmesine ne gerek vardır. Çünkü bu, elindeki telefon ile direkt Allah’tan (vicdanî ilahtan) soruyordur ve o da buna cevabını veriyordur. Halkımız, fakihler tarafından yazılan bu ilmihallere “ilahi hükümler” diyorlar. Oysaki onlara: “Bu ilmihallerde yazılan hükümlerin ilahi hükümler olduklarını kendilerine kimin söylediğini sormak lazım.” Bu hükümlerin tümü fakihlerin içtihatlarıdır, içtihatlar ise zanna dayanır. Sizler bu hükümleri bundan 1400 yıl öncesinden şimdiye dek getirmiş halkın önüne koymuşsunuz. Biriniz öyle biriniz böyle diyorsunuz. Hatta bu içtihatları yapan fakihlerin kendileri bile yaptıkları o içtihatların kesin ilahi hükümler olduğunu söylemiyorlar. Nitekim Şehit Seyyid Muhammed Bakır es-Sadr dahi “İktisadına” isimli kitabında şöyle diyor: “Şer’i hükümlerin çoğu, zannidirler.” Örneğin Sünnilerde dört mezhep vardır. Hiç kimse kalkıp da “Hanefi mezhebinin hükümleri Allah’ın hükümleridir” diye yemin edemez. “Bunlar, Ebu Hanefi’nin içtihatlarıdır” derler. Şayet fakihlerin içtihat ile ortaya koydukları hükümler Allah’ın hükümleri olsaydı, ihtilafın anlamı olmazdı. Şayet bir tek peygamber “bu Allah’ın hükmüdür” derse, o doğrudur. Çünkü resul der ki, ben gayb alemi ile irtibat içindeyim ve vahiy böyle diyor. Bizler de bir mümin olarak “evet” deriz. Fakat bin dört yüz yıl sonrası fakihlerin söyledikleri tümüyle, onların içtihatlarıdır. Kuran’ın birçok anlamsal boyutları vardır. Hadislerde ise uydurmalar çoktur. Hatta sahih hadislerin bile o asra özel olma ihtimalleri vardır. O taktirde, bu hükümlerin nasıl “ilahi hükümler” olduklarına yakin edebiliriz? Bu da demek oluyor ki, “fakihe” tabi olmak (taklit etmek) vacip değildir. Çünkü bu, zanna yakin etmek olur. Ve Kuran; - “Zan ise, gerçek adına hiçbir şey ifade etmez.” (Yunus: 36) der. Fakihler ise, bir taraftan kendi içtihatlarının zan olduğunu, diğer taraftan da Kuran’a rağmen o zannî fetvalarına uyulmasının vacip olduğunu söylerler. Peki bunların arasındaki tenakuzu nasıl halledeceğiz? Onu bilemiyoruz. Diyorlar ki, “bu fetvalar Allah’ın hükümlerdir.” Onların söylemiş oldukları bu söz, ümmet içerisinde tefrikalara vesile oluyor. Çünkü, örneğin Şiiler imamın masum olması gerektiğini söylüyorlar ve bu sözleriyle de verdikleri fetvaların masum imamlara dayandırıldığını kastediyorlar. Daha doğrusu “imamlar masum olmalıdır” sözüyle, Sünnilerden ayrı olduklarını, Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli’nin masum olmadıklarını ima ediyorlar. Ve yine Sünnilerin “masum olmayanlardan hüküm aldıklarına ve o dört imamın hatalı insanlar olduklarına vurgu yapıyorlar. Yani Sünnilere diyorlar ki, “Biz Şiiler hükümlerimizi masumlardan alıyoruz ve masumlar da hata yapmazlar.” Evet, masumun hata yapmadığı doğrudur. Fakat şayet senin yanında İmam Ali oturup fetvayı vermiş olan o olsa, elbette ki o hata yapmaz. Yani Ali’den Allah’ın hükümlerini alabiliriz. Ama şu anda aradan 1400 yıl geçmiştir, elinde bu kadar yalan, uyduruk ve zayıf rivayetler vardır. Şayet sen hükümleri masumlardan alıyor isen, peki Şii fakihleri olarak niçin sizin elinizde bu kadar ihtilaflı hükümler vardır? Sen bir Şii fakihi olarak Sünnileri, ellerindeki farklı mezhebin/görüşün bulunmasından dolayı suçluyorsun da fakat Şii fakihlerin fetvalarının bir mezhebe dönüştüğünü niçin görmezden geliyorsun. Her bir fakihin kendine has fetvaları vardır. Hiçbir fakihin fetvası yüzde yüz diğer fakihin fetvasına uymuyor. O halde, Sünnileri dört mezhep ile ayıplarken, Şia’da da yirmi mezhebin bulunduğunu görüyoruz. İşte “Velayeti Fakihçiler”, “Sistaniciler”, “Fazlullahçılar”, “Zıddı Velayeti Fakihçiler”, “el- Hekimciler”, “es- Sadırcılar” vs., bunların hiçbirinin dini ve dünyevi görüş ve fetvaları, birbirleriyle uyuşmuyor. İkinci önemli ihtilaf ise, fakihlerin kafalarında taşmış oldukları “müsellematlar/tartışmasız kabul edilen ilkeler” dir. Bu da gerçekte batıl şeylerdir. Bunu bilmelerine rağmen halka söylemiyorlar. Yalnızca “bizim verdiğimiz fetvalar, Allah’ın hükümleridir” diyorlar. Bunların halka gerçeğini söylemedikleri hükümler, zanna dayalı hükümlerdir. Oysaki Allah’ın hükümleri yakinî hükümlerdir. Kuran da bizleri sürekli yakine tabi olmaya emretmiştir. Kafirlerden bahsederken, onların sıfatlarından birinin de “şüphe içerisinde yaftalamaları olduğunu” bildirmiştir. - “Kalpleri şüpheye düşmüş kimselerdir ki, şüpheleri içinde bocalayıp dururlar.” (Tövbe: 45) Fakat müminin sıfatı “yakin” dir (yani şüpheye yer bırakmayandır.) Allah’ın şeriatı ve vicdani şeriat “yakinliktir.” Fakihlerin şeriatı ise “zannidir” (kesin olmayandır.) İşte farkları budur. İkinci “müsellematları/tartışmasız kabul ettikleri ilkeleri” ise, “şeriatlarının/verdikleri hükümlerin” kıyamete kadar devam edeceğine olan inançlarıdır. Peki, onlara bunu söyleyen kimdir? Yani aradan bu kadar zaman geçmiştir, eski ve yeni medeniyetler, eski ve yeni durumlar vs., acaba Allah, bu kadar kanunları kıyamete kadar gelip geçecek tüm topluluklar için gönderir mi? Bu makul bir durum olur mu? Birbirlerini katleden, kıtalleri 50-100 yıl süren bir topluluğa gönderilen bu yasalar kıyamete kadar geçerliliğini nasıl koruyabilir? Belirli dönemlerde insanlar kız çocuklarına, hurafe ve putlara tapıyorlardı, işte bu gibi makus durumları düzeltmek için Allah tarafından o hükümler konulmuştur. Şimdi sormak lazım, eski medeniyetlerin o hatalarını düzeltmek için konulan o şer’i hükümler, dönemimizdeki Japon topluluğunu eğitebilir mi? Bu makul mudur? Ayrıca Kuran’ın nazil olduğu 23 yıl içerisinde dahi, 20 veya 30 kez neshedilen hükümler oldu. Hükümler o dönemde dahi sürekli değişiyordu. Çünkü gerçekler değişiyordu. Bu da İslam’ın özelliklerindendir. Ve İslam, değişimler ile birlikte, hükümlerini de değiştiriyordu. Yani peygamberden sonra yüzlerce gerçekler değişmeden mi yerinde kaldı? Dolaysıyla; bundan 1400 yıl önce değişme kabiliyeti olan bir şeriatın, şu anda camit olmasının (donuklaşmasının) hiçbir anlamı olmaz. Şu anda hırsızın elini kesmek, mürtedi öldürmek, cizye almak, kadın erkek farklılığı üzere mirası pay etmek, hicret etmek vs. mümkün mü? Örneğin deniliyor ki, nebi dedi ki, “Mekke’den Medine’ye hicret edin.” Oysaki nebi “fetihten sonra hicret yoktur.” demiştir. Demek ki nebinin “hicret müminlere vaciptir” sözü o döneme ait bir sözdür. *Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. din HÜRRİYET Hasan Kanaatlı, Independent Türkçe için yazdı Hasan Kanaatlı Çarşamba, Aralık 17, 2025 - 09:30 Main image:
Fotoğraf: AA
TÜRKİYE'DEN SESLER Type: news SEO Title: Dinde asıl olan hürriyettir copyright Independentturkish: