Vahyin kök hukuku ve iktisadî adalet: Minimum din paradoksuna karşı maksimum ilke

Özet Bu makale, dinin toplumsal ve iktisadî alan üzerindeki normatif etkisini, modern din söylemlerinde ortaya çıkan “minimum din” anlayışı bağlamında eleştirel bir perspektifle incelemektedir. Abdülkerim Sûruş’un din–iktisat–siyaset ayrımında önerdiği “ahlâkî din” yaklaşımı, dinin toplumsal düzenlemelerde doğrudan belirleyici değil, dolaylı referans kaynağı olduğu varsayımına dayanır. Bu çalışma, söz konusu yaklaşımın vahyin kök hukuk işlevini göz ardı ederek iktisadî adalet, mülkiyetin sınırı, rıza, servet dolaşımı, kenz ve riba yasağı gibi alanları teknik rasyonaliteye terk ettiğini iddia etmektedir. Bu bağlamda makale, Sûruş’un görüşlerini Arkoun’un seküler eleştiri metodolojisi, Fazlur Rahman’ın makâsıd temelli tarihselciliği, Gannuşi’nin siyasal İslam kuramı ve Chapra ile Naqvi’nin İslam iktisadı yaklaşımlarıyla karşılaştırmaktadır. Sonuç olarak makale, dinin toplumsal hayatta teknik düzenleyici olmaksızın maksimum ilke–minimum müdahale modeliyle işlev görmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Bu model, vahyin insanı devlet ve piyasa karşısında koruyan ontolojik hukuk kaynağı olduğunu savunmaktadır. 1. Giriş Modern din tartışmaları, dinin toplumsal alanda nasıl konumlanması gerektiği sorusu etrafında yoğunlaşmaktadır. Bu tartışmalarda iki karşıt eğilim öne çıkmaktadır: Dinin devlet kurumlarını doğrudan belirleyen “maksimalist” teokratik yaklaşım ve dinin kamusal alandan çekilerek bireysel ahlâk alanında konumlandırılmasını savunan “minimalist” yaklaşım. Minimalist yaklaşım, dinin siyasî alanlardan arındırılmasının onu araçsallaştırılmaktan koruyacağını iddia ederken, maksimalist yaklaşım ise dinin siyasî işlevini devletleşme biçiminde yorumlamaktadır. Bu iki uç tutum, dinin toplumsal işlevini ya siyasal tahakküm ya da sembolik ahlâk alanına indirgeme tehlikesi taşımaktadır. Oysa her iki yaklaşım da vahyin toplumsal hayattaki kök hukuk işlevini gözden kaçırmaktadır. Özellikle Sûruş’un din tasavvurunda görülen “minimum din” yaklaşımı, dinin toplumsal alanda üst ilke koyma işlevinden ziyade bireysel ahlâk oluşturma rolünü vurgular. Bu yaklaşım, dini “ahlâkî ilham kaynağı” olarak kabul etmekte; iktisadî düzenlemeyi, mülkiyet ilişkilerini ve kamu otoritesinin sınırlarını teknik akıl ve bilimsel rasyonaliteye bırakmaktadır.¹ Sûruş’un amacı, dinin devlet ve siyaset tarafından araçsallaştırılmasını engellemek olsa da, bu yaklaşım vahyin toplumsal adalet alanındaki ontolojik müdahalesini göz ardı etmektedir. Çünkü iktisat yalnızca teknik hesaplamalar bütünü değil, mülkiyet, emek ve rıza üzerinden insanın varlık ve özgürlük alanını belirleyen ontolojik bir değer düzlemdir. Buna karşılık Fazlur Rahman’ın “tarihselci makâsıd” yaklaşımı, normların değişebilirliğini kabul ederken, bu normları doğuran ahlâkî ilkelerin evrenselliğini vurgular. Bu yaklaşım, vahyi bireysel ahlâkla sınırlandırmaz; aksine toplumsal adaletin kaynağı olarak ele alır. Arkoun ise dinî düşünceyi tarihsel aklın eleştirisine tabi tutmakla birlikte, vahyin toplumsal tahayyülleri biçimlendiren kurucu gücünü reddetmez; fakat modern hukuk ile vahiy arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeyi önerir. Gannuşi, siyasal alanı önceler; ancak hukuku devletin değil, bireyin korunması bağlamında vahyin ahlâkî ilkelerine dayandırır. İslam iktisadı düşünürleri Naqvi ve Chapra ise riba, kenz, mülkiyet sınırı ve emeksiz kazanç gibi ilkeleri teknik iktisat modelinin değil, ontolojik adalet düzeninin ilkeleri olarak konumlandırır. Bu makalenin amacı, dinin toplumsal alanlardaki rolünü bu yaklaşımlar ışığında tartışmak ve Sûruş’un minimal din paradigmasını vahyin kök hukuk işlevi bağlamında eleştirel biçimde değerlendirmektir. Bu amaçla çalışma, dinin toplumsal alandaki görevinin teknik düzenleme yapmak değil, maksimum ilke–minimum müdahale modeli çerçevesinde bireyi güç yoğunlaşmalarına karşı koruyan üst hukuk normlarını belirlemek olduğunu savunmaktadır. 2. Kuramsal Çerçeve: Vahyin Kök Hukuk İşlevi Vahyin toplumsal hayattaki rolü, yalnızca bireysel vicdanı terbiye eden ahlâkî öğretiler üretmekle sınırlı değildir. Vahiy, insanın ontolojik varlığını güvence altına alacak bir kök hukuk sistemi inşa eder. Bu sistem, teknik ayrıntılar ve uygulamaların ötesinde, toplumsal ilişkilerin meşruiyetini belirleyen temel adalet ilkelerini tesis eder. Vahyin hukukla kurduğu ilişki, bu nedenle ayrıntılı mevzuat üretme niyeti taşımaktan ziyade, toplumsal ilişkilerin doğasını belirleyen üst ilkelerin kaynağı olma niteliğini içerir. Bu çerçevede vahyin evrenselliği, hükümlerinin değişmezliğine değil, bu hükümleri doğuran ilahi maksadın evrenselliğine dayanır. İbadet formu, ceza şekilleri, ekonomik yapı ve kamusal kurumlar tarihsel değişime uğrayabilir; fakat temel hak ilkeleri, mülkiyetin sınırı, rıza, emeğin değeri ve adalet ilkesi değişmeyecek normatif çerçevelerdir. Nitekim Fazlur Rahman’ın makâsıd merkezli tarihselci yorumu, vahyin toplumsal fonksiyonunu, tarihsel normların ötesine taşıyarak ahlâkî hedefleri evrensel kategori hâline getirir. Onun yaklaşımına göre değişebilecek olan uygulama biçimleridir, fakat değişmeyecek olan adalet ve hakkaniyettir; dolayısıyla sahih fıkhın özünde “ahlâkın hukuku” bulunmaktadır. Sûruş ise dinin toplumsal hayata etkisini bir üst ilke kaynağı olarak kabul eder, fakat bu ilkenin iktisadî alanı bağlayıcı bir zeminde konumlanmasını gerekli görmez.² Oysa iktisat, insanın emeği, mülkiyeti ve rızası üzerinden şekillenen ontolojik bir alandır. Dolayısıyla vahyin ekonomik hayata yönelik müdahalesi, teknik modeller üretmek için değil, bu alanın insan onurunu çiğnemeyecek bir üst hukuk tarafından düzenlenmesi içindir. Kenz yasağı (servetin atıl birikimi), riba yasağı (zaman ve yoksulluğun sömürüsü), maden ve toprağın kullanım hakkının ilahî mülkiyete nispeti, kazancın emek temelli olması gibi ilkeler, teknik ekonomi modeli değil, insanın özne oluşunu koruyan ontolojik hukuk normlarıdır. Arkoun’un “eleştirel akıl” metodolojisi de dini tarihsel eleştiriye açarken, vahyin insan zihninin toplumsal tahayyülünü şekillendiren kök işlevini reddetmez. Aksine “ilahî söylemin tarih içinde yeniden anlam kazanması”, toplumsal adalet hedefinin yeniden yorumlanması anlamına gelir. Dolayısıyla vahyin adalet ilkeleri, modern hukukun teknik işleyişiyle karşı karşıya değil; aksine onun meşruiyet sınırlarını belirleyen temel ölçüdür. Gannuşi’nin siyaset–hukuk ilişkisine bakışı da burada önemlidir. O, hukuk düzenini devletin ideolojik gücüne tâbi kılmak yerine, hukuku insanın devlet karşısında korunması olarak yorumlar. Bu yaklaşımda din, devletin yönetim modeli değil; devletin meşruiyetini aşamayacağı üst etik-hukukî sınırdır. Aynı prensip iktisadî alanda da geçerlidir: Devlet ekonomiyi yönetmez, fakat rızayı ve adaleti ihlâl etmesine engel olan ilkeleri ihlâl edemez. İslam iktisadı düşünürleri (ör. Naqvi, Chapra), ekonomiyi salt rasyonellik değil, ahlâkî ontoloji olarak tanımlar. Buna göre servet, mülkiyet, kazanç ve dolaşım belirli etik sınırlarla ilahî normlara bağlıdır; aksi hâlde “serbest piyasa”, güç yoğunlaşmasının yeni adı olur. Bu görüş, vahyin toplumsal iktisada müdahalesini teknik değil ontolojik görür. Bu nedenle iktisat, piyasaya bırakılamayacak kadar “insana dair” bir meseledir. Bu kuramsal perspektif, vahyin toplumsal alanı belirlerken ne devletin ayrıntılarını yönetmeye çalıştığını ne de bireysel ahlâkla sınırlandığını ortaya koymaktadır. Vahiy, devlet-piyasa-birey ilişkisini ontolojik hukuk temelinde yeniden kurar: Devletin teknik işleyişini değil, insanın özne oluşunu korur. Piyasayı yok etmez, fakat servet tekelleşmesini ve emeksiz kazancı ilahî yasaklarla sınırlar. Din ne devletleşir ne de dar bireycilik içinde yok olur; tam aksine insanın hak alanını kuran kök hukuk olarak işlev görür. 3. Eleştirel Analiz: Minimum Din Paradoksu Dinin toplumsal hayattan çekilmesi gerektiğini savunan yaklaşımlar, dinin siyasal manipülasyondan korunmasını amaçlamaktadır. Bu yaklaşımlar içinde özellikle Sûruş’un minimal din yaklaşımı, dinin toplumsal düzenlemelerde belirleyici olmamasını “özgürleştirici” bir hamle olarak sunar. Ona göre din, teknik alanlara müdahale etmemeli; devlet ve ekonomi bilimsel rasyonalite ile yönetilmelidir.³ Bu yaklaşım, dinin toplumsal hiyerarşiler tarafından araçsallaştırılmasına karşı önemli bir uyarı olmakla birlikte, vahyin kök hukuk işlevinin göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Bu durum, dinin siyasal baskıdan korunması amacıyla yola çıkıp, sonunda dinî üst hukukun etkisizleştirildiği paradoksal bir sonuç ortaya çıkarır. Bu paradoksun temel sorunu, iktisadı “teknik alan” olarak görmesidir. İktisat teknik değildir; ontolojiktir. Çünkü mülkiyet, servet dağılımı, borç, kâr, emek ve tüketim yalnızca ekonomik tercihler değil, insanın yaşam hakkına, özgürlüğüne ve özne oluşuna müdahale eden hukuk alanlarıdır. Servetin kenz edilmesi (piyasadan çekilmesi), riba (borç–zaman sömürüsü) ve doğal kaynakların ilahî mülkiyete nispet edilmesi gibi ilkeler, ekonomik davranışı yalnızca düzenleyen normlar değil, insanı sömürünün ve güç birikiminin nesnesi olmaktan koruyan ontolojik ilkelerdir. Bu ilkelerin teknik iktisat modellerine indirgenmesi, dinin bireysel ahlâk ile sınırlandırılmasına sebep olur; böylece riba yalnızca finansal araç hâline gelir; kenz yalnızca gelir dağılımı sorunu olur; emek yalnızca üretim faktörüne dönüşür. Bu dönüştürücü süreç, manevi bir indirgeme değil, ontolojik bir hak kaybıdır. Din, vahyi yalnızca “ahlâkî ilham” hâline getirdiğinde insan emeği, kudüs* değerinden çıkıp piyasa nesnesine dönüşür; mülkiyet sosyal adalet alanından çıkıp sınırsız bireysel tasarruf alanı olur; kamu gücü emanetten çıkarak çıkar koalisyonlarının kontrolünde bir mülk gibi işlemeye başlar. Bu nedenle minimum din yaklaşımı, teoride dinî özgürleşme amaçlarken, pratikte insanın devlet ve piyasa karşısındaki özgürlüğünü zayıflatmaktadır. Çünkü insan ancak ontolojik hukukla korunabilir; teknik hukuk insanı değil, sistemi korur. Sistem ise kendisini meşru göstermek için insan haklarını araçsallaştırabilir. Minimum din, bu şekilde özgürlük değil, piyasa egemenliği veya devlet tahakkümü üretme riskine açıktır. Bu noktada Fazlur Rahman’ın tarihselci yaklaşımıyla Sûruş arasında kritik bir fark ortaya çıkar: Rahman, normların değişebilirliğini savunur; fakat değişmez olanın kök adalet ilkesi olduğunu vurgular. Gannuşi ise dini devletin ideolojik kodu değil, devletin sınırlandırıcısı olarak konumlandırır. Arkoun, vahyin yeniden yorumlanması gerektiğini savunurken ilahî söylemin toplumsal tahayyülleri biçimlendirme gücünü reddetmez. Sûruş ise toplumsal alanda dinin konumunu güç ilişkilerinden bağımsızlaştırmak adına vahyin bu kurucu hukuki işlevini etkisizleştirmektedir. Böylece minimal din, farkında olmadan kök adalet yerine araçsal aklı koyar. Bu durumda ekonomik düzeni meşru kılan rasyonalite, vahyin değil, sermaye ve devlet çıkarlarının mantığı olur. Bu durum, dinin laikleşmesinden çok, insanın ekonomik ve siyasal tahakküm karşısında koruma kalkanını kaybetmesi anlamına gelir. Dolayısıyla minimal din, hem teolojik hem hukuksal açıdan bir özgürleşme değil, ontolojik savunma kaybı üretmektedir. Bu bağlamda gerçek sorun, dinin toplumsal alanda olup olmaması değil; hangi düzeyde olduğudur. Teknik alan dinin değildir; fakat bu alanın aşamayacağı üst ilke sınırı dinindir. Devlet teknik işlem yapar, fakat rızayı ihlâl edemez. Piyasa teknik kararlar alır, fakat emeksiz kazanç üretemez. Din, teknik modellerin mühendisi değil; onlara sınır çizen kök hukuk otoritesidir. 4. İktisat Ontolojisi ve Vahiy İlişkisi İktisat, modern paradigmalarda genellikle pozitif bilimler kategorisine yerleştirilmiş, matematiksel modellemeler ve rasyonel birey davranışları üzerinden tanımlanan nesnel bir alan olarak sunulmaktadır. Ancak bu tanım, iktisadın yalnızca teknik bir mesele olduğu varsayımına dayanır. Oysa iktisat, insanın varlık ve özgürlük iddiasının en yoğun biçimde ortaya çıktığı alandır. Mülkiyet, emek, borç, rıza, kâr ve tüketim yalnızca ekonomik nitelikli tercihler değildir; insanın yaşam hakkı, onuru ve toplumsal eşitliği ile doğrudan bağlantılı ontolojik hukuk sorunlarıdır. Bu nedenle iktisadın vahiyden bağımsızlaştırılması, salt “teknikleşme” değil, insanın ontolojik hak alanının piyasa güçlerine teslim edilmesi anlamına gelir. Bu çerçevede ilahî normların iktisat alanındaki varlığı, teknik bir müdahale biçiminde değil, ontolojik sınır koyucu niteliktedir. Vahiy riba’yı yalnızca finansal işlem türü olarak değil, “zaman ve yoksulluk üzerinden sömürü” olarak tanımlar. Kenz (servetin dolaşımdan çekilmesi), yalnızca gelir adaletsizliği değil, “servetin toplumsal emek katkısından kaçırılması” olarak görülür. Toprak ve maden gibi temel üretim araçlarının “yaratılışla verilen” doğal varlıklar olduğu kabul edilir ve bunların mülk edinilmesi değil, kullanım hakkının paylaşılması öngörülür. Bu yasaklar ve sınırlar, teknik değil, yaratılış temelli hukuk normlarıdır. İslam iktisadı düşüncesi bu nedenle vahyin ekonomik hayata müdahalesini teknik değil, ahlâkî ontoloji olarak yorumlar. Chapra’ya göre iktisadın amacı refahın fazlalığı değil, refahın hakkaniyetli dağıtımıdır. Naqvi’ye göre ekonomik sistem, bireyin menfaatini değil, toplumsal sorumluluğunu merkez almalıdır; çünkü insan “kurucu özne” olarak toplumsal bağ içinde var olur. Bu yaklaşımlar, iktisadî alanı piyasa rasyonalitesine indirgemeyen, insanı güç ilişkilerine karşı koruyan normatif ekonomi olarak yorumlar. Böylece riba, kenz ve mülkiyet sınırlaması teknik değil, “insanı sömürülebilir nesne olmaktan koruyan üst hukuk ilkeleridir.” Bu perspektif, minimal din yaklaşımı ile çelişmektedir. Sûruş, iktisadî alanı dinin teknik dışı referanslarından bağımsızlaştırma çabasını özgürleştirici bir adım olarak sunarken, iktisadın insan onuru üzerindeki belirleyici etkisini göz ardı etmektedir.⁴ Böylece piyasa rasyonalitesi, insan emeği üzerinde mutlak belirleyici hâle gelmekte; kârın ahlâkî sınırı, ribanın yasak yapısı, servet dolaşımı ve mülkiyetin sınırı beşerî tasarrufa bırakılmaktadır. Bu durum, dinin ekonomik alanı siyasal manipülasyondan kurtarmak yerine, ekonomik tahakküme açık hâle getirmektedir. Sonuç olarak, minimum din yaklaşımı, insanı “devlet karşısında özgürleştirir” iddiasıyla ortaya çıkarken, onu piyasanın kontrolüne terk etme riskini taşımaktadır. Arkoun’un eleştirel akıl çağrısı, vahyin iktisadî ilkelere müdahalesinin tarihsel biçimlerini eleştirmekle birlikte, ilahi adalet idealinin kök yapısını reddetmez. Onun yaklaşımı, normların tarihsel biçimlerinin sorgulanmasını, fakat normların doğurduğu ilkelerin korunmasını savunur. Bu bağlamda riba yasağı, tarihsel bir ekonomik teknik değil, insanın zamanının ve yoksulluğunun metalaşmasını engelleyen ontolojik değerdir. Gannuşi’nin siyasal yaklaşımı, iktisadî alanı da kapsayacak şekilde “devlet karşısında bireyin korunması” anlayışını genişletir. Ona göre devlet, servet birikimini ve ekonomik tekelleşmeyi engelleyen ahlâkî bir üst hukuk tarafından sınırlandırılmalıdır. Böylece devlet, vahyin teknik mühendisi değil; vahyin adalet hedefinin koruyucusu hâline gelir. Bu çerçevede din ile iktisat arasındaki ilişki, teknik modellerin içerikten arındırılması değil, öznenin korunmasıdır. İktisat, serbest piyasa mekanizmasının işleyişine terk edilemez; çünkü piyasa, insan emeğini ve zamanını meta hâline getirebilir. Dolayısıyla ekonomi teknik değil, hak alanıdır. Bu nedenle vahyin iktisadî alana müdahalesi, piyasanın egemenliğini sınırlayan üst hukuk görevidir. 5. Din–Devlet–Piyasa Dengesi: Maksimum İlke–Minimum Müdahale Dinin toplumsal alandaki fonksiyonu, çoğu zaman iki uç yaklaşım üzerinden anlaşılmaktadır: Bir yanda dinin devlet yapısını doğrudan belirlediği teokratik yaklaşım, diğer yanda dinin kamusal alandan tümüyle çekilerek birey vicdanına indirgenmesi gerektiğini savunan dünyevî yaklaşım. Her iki perspektif de dinin toplumsal işlevini yanlış yerleştirmektedir. Çünkü dinin amacı, devletin kurumsal teknik işleyişini belirlemek değildir; aynı şekilde din, bireysel inanç dünyasına indirgenmiş bir ahlâkî dekor da değildir. Din toplumsal düzlemde araçsal rasyonaliteyi değil, ilkesel sınırları belirleyen üst hukuk işlevi görür. Bu bağlamda devlet, teknik aygıttır; meşruiyeti vahiyden değil, toplumsal rızadan alır. Fakat devletin rızayı ve adaleti ihlâl etmesini engelleyen normatif sınır, ilahî ilkeler tarafından belirlenir. Devlet adına din konuşmaz; fakat devletin insanın hak alanını ihlâl etmesine karşı din konuşur. Gannuşi’nin yaklaşımında olduğu gibi, din devletin ideolojik kaynağı değil; devletin gücünü sınırlayan ahlâkî üst hukuk kaynağıdır. Bu nedenle dinin fonksiyonu, “iktidar üretmek” değil, iktidarı sınırlandırmaktır. Bu sınırlandırma yalnızca siyasal alana değil, ekonomik alana da uygulanmalıdır. Piyasa teknik kararlar alabilir; fakat insanın emeğini, zamanını ve rızasını metalaştıramaz. Servetin tekelleşmesi, doğal kaynakların mülk edinilmesi veya ribanın meşrulaşması, dinin bireysel vicdan alanına çekilmesiyle çözülebilecek meseleler değildir; çünkü bunlar insanın ontolojik özgürlüğünü ilgilendirir. Ekonomik düzen, teknik rasyonalite ile belirlenebilir; fakat hak, mülkiyetin sınırı, eşitlik, adalet ve rıza teknik değildir. Bunlar ilahî maksada bağlı hukuk ilkeleridir. Sûruş’un din–devlet ayrımı, dinin devletin teknik süreçlerinden çekilmesini savunurken, ilahî normların kamusal adalet üzerindeki belirleyiciliğini gölgelemektedir.⁵ Bu yaklaşım, dinin ideolojik araçsallaşmaya karşı özgürleşmesi amacıyla yola çıksa da, piyasa ve devletin araçsallaştırıcı tahakkümüne karşı insanı korumasız bırakmaktadır. Böylece din devlet karşısında özgürleşirken, toplumsal haklar karşısında “etkisizleştirilmiş” sembolik otoriteye dönüşür. Arkoun ise bu sorunu farklı bir biçimde ele almakla birlikte, önemli bir uyarı sunar: Normların tarihsel yorumlanması gerekir; fakat makâsıd (kök amaç) tarihselleştirilemez. Bu nedenle dinin devlet ve piyasa karşısındaki fonksiyonu, uygulama biçiminde değil, ilke düzeyinde yorumlanmalıdır. Fazlur Rahman’ın tarihselci yaklaşımıyla birlikte düşünüldüğünde, dinin toplumsal hayat üzerindeki etkisinin, ayrıntı belirleme değil, ilke belirleme düzeyinde olması gerektiği açıkça görülmektedir. Böylece makalenin önerdiği maksimum ilke–minimum müdahale modeli, ne Sûruş’un minimalizminde olduğu gibi dinin etkisini bireysel ahlâk alanına hapseder ne de teokratik kuramların iddia ettiği gibi devleti din üzerinden inşa eder. Bu model, devletin ve piyasanın araçsal rasyonaliteyle işlemesini kabul eder; ancak bu araçsal mekanizmaların insanın onurunu, mülkiyet hakkını, emeğini ve rızasını ihlâl etmesini engelleyen kurucu hukuk ilkelerini vahiyden alır. Bu yaklaşımda: •    Devlet yasama yapar; fakat adaleti belirleyemez. •    Piyasa fiyat belirler; fakat emeğin değerini belirleyemez. •    Birey mülkiyet edinir; fakat mülkün sınırını belirleyemez. •    Din teknik alanı düzenlemez; fakat bu alanın ihlâl edemeyeceği sınırı belirler. Dolayısıyla din, devletin değil insanın; piyasanın değil emeğin; güç birikiminin değil hak öznesinin yanında konumlanır. Bu, dinin devletleşmesi değil, haklaşmasıdır. Böylece vahiy, teknik değil, ontolojik adaletin kaynağı hâline gelir. 6. Sonuç Bu çalışma, dinin toplumsal ve iktisadî alan üzerindeki etkisini, modern dönemde ortaya çıkan minimal din yaklaşımlarının sınırları üzerinden yeniden tartışmıştır. Özellikle Sûruş’un dinî etkinin kamusal alandan çekilmesini savunan düşüncesi, dini siyasal manipülasyondan kurtarma hedefi taşımakla birlikte, vahyin kök hukuk işlevini göz ardı eden bir indirgemecilik üretmektedir. Bu yaklaşım, dinin toplumsal adalet alanındaki normatif rolünü reddetmemekte fakat onu bireysel ahlâk düzeyine indirgemektedir. Bunun sonucu, siyasal iktidarın denetiminden kurtulmak isteyen dinin, toplumsal ve ekonomik güç yoğunlaşmalarına karşı insanı korumasız bırakmasıdır. Fazlur Rahman, Arkoun ve Gannuşi’nin yaklaşımının gösterdiği üzere, dinin toplumsal alanda etkisizleşmesi, özgürleştirici değil; tam tersine güç birikimlerinin rasyonalite adı altında meşrulaştırılmasına zemin hazırlayan bir süreçtir. İktisat alanı yalnızca teknik bilim değil, insanın emek ve mülkiyet hakkını belirleyen ontolojik bir hukuk alanıdır. Bu nedenle riba, kenz, servetin dolaşımı, mülkiyetin sınırı, doğal kaynakların paylaşımı ve toplumsal emek–sermaye ilişkileri, teknik birer ekonomik tercih değil, insanın hak öznesi olarak varlığını belirleyen ilahi hukuk ilkeleridir. Bu ilkeler devlete ve piyasaya karşı insanı korur. Dolayısıyla din, devletin değil; insanın yanında konumlanır. Bu bağlamda makale, dinin toplumsal alandan çekilmesini değil; toplumsal alanda teknik ayrıntı düzenlemeyen fakat ontolojik adalet sınırlarını belirleyen üst hukuk kaynağı olarak varlığını savunmaktadır. Bu yaklaşım, teokrasiye kapı aralamadığı gibi, seküler bireycilik veya ekonomik rasyonalizmin de insanı metalaştırmasına izin vermez. Böylece din; devletleşmeden, vicdanileşmeden ve araçsallaşmadan korunur. Dinin doğru konumu, devlet ve piyasa karşısında insanı koruyan maksimum ilke–minimum müdahale modelidir. Bu çalışma, İslam hukuk ve iktisat düşüncesinin geleceği açısından dinin bu konumlandırmasını, evrensel adalet hedefinin yeniden yorumlanması için önemli bir başlangıç noktası olarak önermektedir. Gelecekte yapılacak araştırmaların, ilahî kaynaklı kök ilkelerin çağdaş hukuk düzenlerinde nasıl kurumsallaştırılabileceği üzerine yoğunlaşması, hem dinî epistemolojinin hem de toplumsal adalet tartışmalarının derinlik kazanmasına katkı sağlayacaktır. * Kudüs değeri, insanın, emeğin ve kamusal alanın salt piyasa ilişkileriyle ölçülemeyecek bir ontolojik ve ahlâkî dokunulmazlık taşıdığını ifade eden üst normatif bir kategoridir. Bu değer, insanın haysiyetine içkin olan “amaç-oluş” ilkesini (Kant, 1785/1996), toplumsal mülkiyetin adalet ve denge ilkeleriyle kayıtlı olması gerektiğini vurgulayan klasik İslam siyaset-hukuk geleneğini (Mâverdî, 2016; İbn Âşûr, 2014) ve kamusal gücün bir mülk değil, emanet ve sorumluluk olarak görülmesi gerektiğini ifade eden düşünsel çizgiyi (Fârâbî, 1986; Nasr, 1993) temsil eder. Kudüs değeri ortadan kalktığında, insan emeği bir metaya, mülkiyet sınırsız bireysel tasarrufa, kamu otoritesi ise güç koalisyonlarının mülküne dönüşür. Bu nedenle Kudüs değeri, vahyin önerdiği adalet–rıza–emanet ekseninin toplumsal düzende sınır koyucu ahlâkî-hukukî ilkesidir ve bir düzenin hak merkezli olup olmadığını gösteren en temel ölçütlerden biridir. Kaynakça Kaynakça sadece metinde geçen düşünürleri değil, karşılaştırmalı teori için gerekli akademik eserleri içerir. Kitaplar ve Makaleler •    Arkoun, M. (1994). Rethinking Islam: Common Questions, Uncommon Answers. Boulder: Westview Press. •    Chapra, M. U. (1992). Islam and the Economic Challenge. Leicester: Islamic Foundation. •    Gannushi, R. (2001). Public Freedoms in the Islamic State. Khartoum: Al-Furqan Foundation. •    Naqvi, S. N. H. (1981). Ethics and Economics: An Islamic Synthesis. London: Islamic Foundation. •    Rahman, F. (1982). Islam and Modernity: Transformation of an Intellectual Tradition. Chicago: University of Chicago Press. •    Sûruş, A. (Yıl yok). Maksimum ve Minimum Din (Çev. bilinmiyor). [PDF Kaynak]. •    Sûruş, A. (2000). Reason, Freedom, and Democracy in Islam. Oxford: Oxford University Press. İlgili Konu İçin Seçici Ek Kaynaklar •    Auda, J. (2008). Maqasid al-Shariah as Philosophy of Islamic Law: A Systems Approach. London: International Institute of Islamic Thought. •    El-Ghazali, A. (1997). Fiqh Usul Al-Iqtisad. Jeddah: Islamic Development Bank. *Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. din Vahyin kök hukuku iktisadi adalet Hasan Köse, Independent Türkçe için yazdı Hasan Köse Çarşamba, Aralık 17, 2025 - 10:00 Main image:

Fotoğraf: Pixabay

TÜRKİYE'DEN SESLER Type: news SEO Title: Vahyin kök hukuku ve iktisadî adalet: Minimum din paradoksuna karşı maksimum ilke copyright Independentturkish: