Karayip Korsanları: 'Dünyanın kalbi' kan kırmızısına mı, devrimin kızılına mı boyanacak?

14 Eylül günü Karayipler’de hâlâ bunaltıcı yaz sıcağı sürüyordu. Gündüzün 34 derece tropik sıcağı, geceleri ancak 25 dereceye düşüyordu. Coroncoro, 14 yaşındaki kızı Cheila’yı aradı. Balığa çıkacağını, birkaç güne döneceğini söyledi. Alejandro Carranza, 42 yaşında bir balıkçıydı. Kolombiya’nın Magdalena ilinin Santa Marta isimli balıkçı kasabasında yaşıyordu. Herkes onu “coroncoro” diye tanıyordu. Koronkoro lakabı, Güney Amerika’nın Karayip Denizi’ne açılan bu bölgesine has, özellikle yahnisi pek sevilen bir balığından geliyordu gerçi, ama Eylül, ton balığı mevsimiydi. Fotoğraflarına bakıldığında cennetten bir köşe gibi görünen bu Karayip yerleşiminin yoksul halkı balığa çıktığında, bir haftaya kadar denizde kalır. Sıcak vurduğunda, kayıktan hallince teknelerini ıssız bir kumsala çekip, hamakta uyurlar. Cheila da babasının gidişini normal karşıladı. Yıllardır hayatlarının akışıydı bu. Giderdi, balık tutar, dönerdi. Bu kez dönmedi. Ertesi gün, 15 Eylül’de, Kolombiya Cumhurbaşkanı Gustavo Petro, ABD’nin Kolombiya sularında bir balıkçı teknesini vurduğunu ve Alejandro Carranza isimli masum bir balıkçının yaşamını yitirdiğini duyurdu. Kolombiya, Güney Amerika'yı Orta Amerika'ya bağlayan ülke. Hem Atlantik Okyanusu tarafındaki Karayip Denizi'nde hem de batıda Pasifik Okyanusu'nda kıyısı var. Santa Marta, ülkenin kuzeyinde, Venezuela sınırına yakın. Santa Marta Balıkçılar Birliği’ndeki arkadaşları da Carranza’nın ölümünü öğrenmişti. ABD kaynakları saldırının uydu görüntüsünü sızdırmış, balıkçılar “kendilerinden biri” olduğunu anlamıştı, çünkü kayığın şekli, Venezuela teknelerine benzemiyordu. Yargısız infaz bile değildi yaşanan. Zira Coroncoro, onu yargılaması beklenecek birilerinin dahi hedefi olmamıştı. Güney Amerika’nın Karayip sularında, bir Amerikan füzesinin hedefi olmuştu. İnfaz değil, suikastti. Karayip Denizi kıyılarının bir volkan gibi ne zaman taşacağını kimsenin bilmediği şekilde kendi içine patlayıp dursa da onu bir manzaradan ibaret görenlerin bakmaya doyamadığı kartpostal güzelliği, dünyanın politik gidişatının tüm boyutlarının resmedileceği, kan kırmızısının giderek baskın renk haline geleceği bir tuvale dönüşüyordu. Santa Marta sahilinden görünüş. Karayip kıyıları, cennetten çıkma görüntülerine tezat oluşturacak kadar ağır bir yoksulluğun hüküm sürdüğü bölgeler. (Fotoğraf: Diego Gonzalez) Bir cinayeti mazur gösterme hevesi ABD, Eylül ayının başından beri Karayip denizinde yaptığı füze saldırılarında 80’den fazla kişiyi öldürdü. Trump’a göre gerekçe, “bunların uyuşturucu kaçakçısı olması”. Kolombiya, on yıllar boyunca “Latin Amerika’nın İsrail’i” olarak tanınıyordu. Kıtadaki birçok ülkede sol iktidara geliyor, ABD darbeleriyle devriliyordu. Kolombiya’da da çok güçlü bir devrimci hareket vardı, fakat Kolombiyalı patronlar, bölgenin en Amerikancı iktidarını kurmayı başarmıştı. Son yıllara kadar sağ, Kolombiya’da hep iktidardı. 2022’de Gustavo Petro, geniş bir ittifakın adayı olarak seçimi kazandı. Gençliğinde Küba Devrimi’nden etkilenen 19 Nisan Hareketi’nin (M-19) üyesiydi, hapis yatmıştı. Örgüt 1990’da silah bıraktı, Petro da yeni partide siyaset yaptı. Kolombiya’nın ilk solcu devlet başkanı oldu. Gustavo Petro, gençliğinde devrimciydi. Şimdilerde kendisini marksist değil, "ilerici solcu" olarak tanımlıyor. Chávez benzetmelerine hayırhah bakmıyor, "Pepé Mújica'ya daha yakınım" diyor. Ama Kolombiya’daki köklü sağcılar, Amerikancılıklarından hiçbir şey kaybetmemişti. Medya gücünü hâlâ ellerinde tutuyorlardı. Derhal, Carranza’nın gerçekten de uyuşturucu kaçakçısı olduğunu, ABD tarafından ne ABD yasalarına ne uluslararası yasalara uyan bir saldırı sonucu öldürülmesinin haklı olduğunu kanıtlamaya giriştiler. Aradıkları malzemeyi 10 yıl önceki bir olayda buldular. “Carranza’nın karanlık geçmişi” manşetleri, Kolombiya’daki Amerikancı basınının ilk sayfalarını kapladı. “Hani masum balıkçıydı” diyor, her kim olursa olsun kendi sularında bir yabancı devlet tarafından öldürülen vatandaşını savunmak ve ülkesinin onurunu ayaklar altına aldırmamak için çırpınan Petro’yu sorguluyorlardı. Olay, daha yeni Türkiye’de çok benzerini yaşadığımız bir hırsızlık vakasıydı. https://haber.sol.org.tr/haber/buyukcekmece-adliyesinde-soygun-adli-ema… 2015 yılının Mart’ından Eylül’üne kadar bir grup insan, Santa Marta polis teşkilatının kanıtları tuttuğu emanet deposundan düzenli aralıklarla 264 silahı, savcının imzasını taklit ederek düzenlediği sahte belgelerle gizlice çıkarmış ve ildeki bir çeteye satmıştı. Olayı açığa çıkaran savcılık yedi kişiyi tutukladı. Biri, emniyetteki amirdi. Beşi, onun emrinde çalışan polislerdi. Sonuncu kişi, yakalanan tek sivil, Carranza’ydı. Alejandro Carranza, nam-ı diğer Koronkoro, altı polisle birlikte tutuklanan tek sivildi. Fotoğrafta en solda, ayağında parmak arası terlikler olan. Carranza, aylar süren bu komplo sırasında iki kez silahları karakoldan çıkaran polislere eşlik etmişti. O kadar. Zaten yakalandıktan sonra suçunu itiraf eden de bir tek o oldu. Amerikancılar, bunu Carranza’nın uyuşturucu işinde olduğunun kanıtı saydılar. Santa Marta’daki bütün balıkçılar, arkadaşları Coroncoro’nun kendi halinde, kimseyle husumeti olmayan, çete işlerine karışmak şöyle dursun, sürekli balığa çıkıp evine ekmek götürmeye çalışan biri olduğunu anlatıyordu. Sonradan New York Times ekibinin Carranza’nın evinde çektiği aile fotoğraflarının ortaya koyduğu yoksulluk, Kolombiyalı balıkçının uyuşturucu ticaretiyle ilgisinin olmadığının en açık kanıtıydı. New York Times'ın İspanyolca edisyonundan gazeteciler Simon Romero ve Federico Rios, Carranza'nın ölümünün ardından ailenin evini ziyaret etti. Çektikleri fotoğraf bir uyuşturucu çetesi üyesinin değil, yoksul bir Karayip emekçisinin yaşamını yansıtıyordu. Amerikancılar dinlemiyordu. Ne yoksulları çaresizliğe ve suça iten düzeni ne de o suç zincirinin tepesindeki büyük zenginleri sorgulayan ikiyüzlü küçük burjuva ahlakı için on yıl önce iki kez gözcülük yapmış olmak, bir Amerikan füzesiyle öldürülmeye yeter gerekçeydi. Nasıl ki saldırının emrini veren Trump 2015’te San Bernardino saldırısından sonra bütün Müslümanların ABD’ye girişini yasaklamaya kalktı, aynı yıl ülkeye gelen Meksikalıların çoğunluğunun “tecavüzcü” olduğunu öne sürdü, 2018’de Haiti ve Afrika ülkelerinden gelenler için “Bu boktan ülkelerden neden hep bu insanlar buraya geliyor?” dedi ve bu yıl Minneapolis’e yerleşen Somalililer için “kültürümüzü ve dokumuzu yok etmeye çalışıyorlar” iddiasında bulundu, Trump’ın kendi vatandaşlarını öldürmesini mazur göstermeye çalışanlar da aynı küçük burjuva ahlakıyla hareket ediyor, Carranza’nın adli sicilini, katlinin vacip olduğuna delalet sayıyorlardı. Tıpkı Türkiye gibi tüm dünya giderek ağır bir sosyal çürümeye maruz kalırken, bu çürümenin esas nedenine bakmayanlar, tarih boyunca sayısız örnekte tekrar ettiği üzere faşizan tepkiler veriyordu. Peki esas neden neydi? Carranza’nın iki defa gözcü olarak bulaştığı ve yakalandığı suçu örgütleyen polisler, emniyetin emanet deposundan çaldıkları silahları Los Pachenca isimli çeteye satıyordu. Kolombiya kırsalı, on yıllar boyunca devrimle karşıdevrim arasındaki savaşa sahne oldu. "Los Pachenca" isimli çete, ABD ve Kolombiyalı patronların desteklediği, Koronkoro'nun memleketinde etkili olan ACSN adlı paramiliter çatı örgütünün devamcısı. Kimdi bu çete? “Sierra Nevada Fatihi Öz Savunma Güçleri” (ACSN) isimli paramiliter çetenin devamcısıydı. 1964’ten itibaren Kolombiya’daki devrimci güçler işçiler ve köylülerin hakları için silahlı mücadeleye girişti. Yerel toprak sahipleri, burjuvalar ve devlet içindeki antikomünist unsurlar, ABD’nin finansman ve yönlendirmesiyle devrimcilere karşı paramiliter gruplar örgütledi. ACSN, Magdalena ili civarındaki paramiliter gruptu. On yıllarca yerel halka kan kusturdu. Uyuşturucu ticareti, gasp, fidye, her türlü suçla elde ettiği paraları ABD’den ve Kolombiyalı zenginlerden gelen parayla birleştirip, bölgede terör estirdi. Yani Carranza’nın karıştığı suçu işleyenler, bizzat ABD’nin ve şimdi Carranza’nın ölümünü meşrulaştırmaya çalışan işbirlikçilerinin eseriydi. Esas neden, Soğuk Savaş yıllarında hakimiyetini kaybetmek istemeyen emperyalizm ve burjuvazinin yarattığı iklimdi. Kabak, daha doğrusu füze, evine ekmek götürmeye çalışan bir yoksulun başına patladı. Ancak mesele, Carranza’yı aşıyordu. Santa Marta dağlarındaki sağcı çeteleri de aşıyordu. Ve hatta, Kolombiya’yı da aşıyordu. Esas çetebaşı, dünyayı kontrol etme savaşının odağını Karayipler’e kaydırıyordu. 'Herkesi öldürün' Alejandro Carranza, Amerikan füzelerinin ilk kurbanı değildi. Karayipler’deki bir tekneye ilk saldırı, 2 Eylül’de yapıldı. Trinidad açıklarında bir tekneydi bu. ABD’deki operasyon odasında yetkililer, uydudan tekneyi izliyordu. Gelen istihbarata göre teknedekiler uyuşturucu kaçakçısıydı. Karar çoktan alınmıştı ve siyasi bir karardı. Bu yılın başında Donald Trump, Meksika Körfezi’nin adını Amerika Körfezi olarak değiştirmek istediğini söylediğinde, birçokları, bunun, emlak baronundan bozma ABD Başkanı’nın bir diğer şaklabanlığı olduğunu düşünmüştü. Oysa Trump, müesses nizamın alıştığı ölçülülüğün dışına çıktığı için kimilerinin burun kıvırdığı zevzekliğiyle, müesses nizamın elinden kaymakta olan hegemonyasını dünya genelinde yeniden tesis etmek için agresif hamleler yapmaya çabalıyordu. “Arka bahçe”, Latin Amerika, ABD’nin etki alanının giderek dışına çıkıyordu. Bu defaki rakip devrimci örgütler değildi. Ekonomiydi. Kıtada Çin’in ekonomik ağırlığı giderek artıyor, arka bahçede gömülü olan değerli madenler başka kıtalara taşınıyor, Amerikan şirketleri kendilerini tehdit altında hissediyordu. Trump, müdahale için uygun zemini arıyordu. Küba zaten on yıllardır en büyük sorundu. Ama bir de Venezuela meselesi vardı. Venezuela, Küba’nın aksine, başta petrol olmak üzere çok büyük miktarda değerli kaynak rezervine sahipti. ABD istihbarat kurumları, Venezuela hükümetinin uyuşturucu ticaretiyle bağlantılı olduğunu ortaya koymaya çalışıyordu. Fakat Mayıs ayının başında ifşa olan gizli istihbarat belgeleri, ABD kurumlarının, Venezuela hükümetinin uyuşturucu ticaretiyle ilgisi olmadığını ortaya koyuyordu. Trump yönetimi umursamadı. Bölgeye müdahale edilmesi lazımdı. 2 Eylül’de kontrol odasındaki ekranlardan teknenin uydu görüntülerini izleyenler, fırsat kolluyordu. Savaş Bakanı Pete Hegseth, teknenin vurulması talimatı verdi. Telefon açıldı, tuşa basıldı, bir füze denizin ortasında patladı. Odadakiler, yaklaşık üç dakika, patlamayla aydınlanıp sönen ekranı izlemeye devam ettiler. Sonra, şunu fark ettiler: Teknedeki 11 kişiden ikisi ölmemişti, yüzüyor, tekneden geri kalan parçalara tutunmaya çalışıyorlardı. Hegseth, “herkesi öldürün” talimatı verdi. İkinci kez vurdular. “Double tap”, çifte vuruş, son yıllarda İsraillilerin sürekli kullandığı bir taktik haline geldi. Hedefe füze atılıyor, saldırının ardından insanlar yaralılara yardım etmek üzere toplandığında bu kez kalabalığa ikinci bir füze atılıyor. Geçen yıl İsrail-Lübnan savaşı sürdüğü sırada Lübnan’a giden TKP heyetinin ziyaret ettiği Berce’de bu taktik kullanılmış, ilk füzenin yıktığı binanın enkazından yaralıları kurtarmaya giden kasaba halkına ikinci bir füze atılmış, 30 kişi katledilmişti . Bu yıl 25 Ağustos’ta İsrail, Gazze’de Nasır Hastanesi’nde aynısını yaptı. İlk füze atıldı, insanlar toplandı, ikinci bir füze atıldı. 22 kişi katledildi. Beşi, olayı belgelemek için gelen gazetecilerdi. Karayip Denizi’nin ortasında, etraftan gelecek kimse yoktu. Mesele, tanık bırakmamaktı. Washington Post, Hegseth’in “Hepsini öldürün” emri verdiğini yazdı. Trump sosyal medyadan saldırının görüntülerini paylaştı. Uluslararası hukuka göre suç teşkil eden eylemin faili, kanıtını da bizzat göstererek böbürleniyordu. Ama daha önemlisi, sınırları test ediyordu. Patronların en temel güdüsünün kâr etmek olduğu hep söylenir. Ama kapitalizmde patronlar yalnızca kâr etmek için sürekli koşulları zorlamazlar. Bir de, neyin yanlarına kâr kalacağını görmek için daimi bir arayıştadırlar. Borçlar son raddeye kadar, bazen hiç, ödenmez. Yasalar ihlal edilir. İnsanlar tehdit edilir. Kârın yanında iktidar da maksimize edilmelidir. Trump, kendileri açısından yeni sınırları bir yanda test ediyor, diğer yandan cümle aleme gösteriyordu. Madem Meksika Körfezi artık Amerikan Körfezi olacaktı, Amerikan, kendi körfezinde dilediğini infaz edebilmeliydi. ABD donanması Karayip Denizi’ne yığıldı. 8 savaş gemisi, bir nükleer denizaltı, 1200 füze, 4 binden fazla askerlik yığınak, Venezuela başta olmak üzere, bölgedeki herkesi tehdit ediyor, dünyanın geri kalanına da gözdağı veriyordu. Eylül başlayan tekne saldırıları devam etti. 13 Eylül’de ABD farklı bir deneme yaptı: Bir destroyerden hareket eden 18 deniz piyadesi, uzun namlulu silahlarla bir tekneyi bastı. Olay, Venezuela’nın münhasır ekonomik bölgesi içinde yaşandı—tıpkı Karadeniz’de Türkiye’nin münhasır bölgesinde vurulan gemiler gibi . Fakat teknedekiler, balıkçıydı. “Her şeyi bildiğini” iddia eden ABD istihbaratı, teknedeki dokuz Venezuelalı balıkçıyı sekiz saat boyunca gözaltında tuttu. Vaka, yalnızca ABD’nin istihbaratının yanılma payının ne kadar yüksek olduğunu gösterdiği için bir utanç kaynağı değildi. Aynı zamanda, Karayip Denizi’ndeki şüpheli teknelerin füzeyle vurulması yerine gerektiğinde denetlenmesinin de, hukuken olmasa bile en azından fiilen mümkün olduğunu göstermesi bakımından, Trump yönetiminin yargısız infaz niteliğindeki suikastlerinin üzerine gölge düşürüyordu. Ama bir gün bile tereddüt etmediler. Bir gün sonra, Carranza füzeyle öldürüldü. Suçsuz insanların kanlarının ellerine bulaşmasından ziyade, katlettikleri kişilerin suçsuz olduğunun ortaya çıkmasından korkuyorlardı. “Hepsini öldürün” bir emirden fazlasıydı, bir motto, bir yaklaşımdı. Eylül başından bu yana toplam kaç saldırı olduğu net değil. Ölü sayısı en az 80. Karayip Denizi’ndeki saldırganlığın ilk görünür hedefi, Venezuela’daki hükümeti devirmek. Aslına bakılırsa, 2022’de Rusya-Ukrayna Savaşı başlayınca Biden hükümeti, Rus petrolünü ikame etmek için Venezuela’ya yönelmiş, iki hükümet arasında bir yakınlaşma dönemi başlamış, yaptırımlar geçici olarak kaldırılmıştı. Fakat 2024’ten itibaren yeniden gerileyen ilişkiler, 2025’te Trump’ın göreve gelmesiyle bir kez daha gerildi. Bahsettiğimiz üzere Trump yönetimi arka bahçesinde Venezuela’daki iktidarı istemiyordu ve müdahale için zemin yoklamaya başlamıştı. ABD istihbarat örgütlerinin aksi yöndeki kanıtlarına rağmen, elde daha güçlü bir silah vardı. Türkiye’dekilere çok benzer bir silah: Bir iddianame. İşbirlikçi general Latin Amerika, on yıllar boyunca dünyanın en önemli kokain üretim bölgesi oldu. Nasıl ki Anadolu’nun geleneksel hasatlarından haşhaş zaten asırlardır ekilip biçiliyor ve kullanılıyordu, Latin Amerika’da da koka bitkisi böyleydi. Haşhaş eroinin, kokaysa kokainin üretiminde kullanılmaya başlayınca, bu geleneksel bitkilerin ekimi farklı bir çerçeveye büründü. Kolombiya, yalnızca üretimde değil, uyuştucu imalatı ve dağıtımı konusunda hızla öne çıktı. Ülkedeki iç savaş bu bakımdan da kritikti. FARC ve ELN gibi devrimci örgütlerin kontrol ettiği “kurtarılmış bölge” genişledikçe, uyuşturucu kartellerinin tekerine çomak sokuluyordu. Kolombiya’da (ve son dönemlerde öne çıkan diğer komşu ülkelerde) üretilen uyuşturucu, tüm raporların ortaya koyduğu üzere esas olarak batıdan, Pasifik Okyanusu’ndan ikmal ediliyor. Karayip Denizi, nadiren kullanılan bir rota. Kolombiya’nın Pasifik kıyılarından yüklenen mallar genelde Meksika’ya getirilip karadan ABD’ye sokuluyor. ABD, Soğuk Savaş yıllarından itibaren Latin Amerika’ya müdahale etmek için dayanak olarak “uyuşturucuya karşı savaş” adını verdiği doktrine yaslanıyordu. 1823’te Montroe Doktrini’ni ilan ettiklerinde, açıktan “Latin Amerika bizimdir” diye ilan edebiliyor, istedikleri gibi savaş açabiliyorlardı. Soğuk Savaş yılları, sosyalist bloktan güç alan sömürge karşıtı hareketlerin tüm dünyada yükseldiği bir dönem olduğundan böyle demek uygun düşmezdi, uyuşturucu bahane bellenmişti. Amaç devrimcilerle mücadeleydi. Öyle ki, bu uğurda, gerekirse düşmanla bile iş tutuluyordu. En sembolik örneği, İran-Kontra skandalıydı. 1980’lerde Nikaragua’da Sandinistler, devrimci hareket, ülkede iktidara gelmişti. ABD buradaki paramiliter gruplar üzerinden savaşmak istiyordu, ama bu paramiliter gruplar aynı zamanda işkenceci faşistler olduklarından, ABD Kongresi bunlara silah ve para verilmesini yasaklamıştı. ABD, “dahiyane” bir çözüm buldu. Gittiler, “düşman” ilan ettikleri İran’daki molla rejimine el altından silah satmaya başladılar. İran o dönem Saddam Irakıyla savaşta olduğu için canlarına minnetti. Aracı, İsrail’di. Siyonistler İran’a gizlice Amerikan tanksavar ve uçaksavar füzeleri satıyor, aldıkları parayı ABD Kongresi’nin ruhu duymadan götürüp Nikaragua’daki karşıdevrimci çetelere veriyordu. Aynı yılların Filistin’deki devrimci güçlere karşı İsrail ve ABD’nin Müslüman Kardeşler’i, yani Hamas’ı desteklemeye başladıkları dönem olması, bu güçlerin gerçek düşman olarak devrimcileri gördükleri ve İran rejimi dahil İslamcılarla gerektiğinde işbirliği yapmaktan hiç çekinmediklerinin de manidar bir kanıtıydı. 1998’de Hugo Chávez Venezuela’da seçimleri kazanınca, bir kez daha müdahale hazırlıkları başladı. “ Cartel de los Soles ”, yani Güneşler Karteli diye bir mafya grubunun varlığından söz edilmeye başlandı. “Güneş”, Venezuelalı komutanların apoletlerindeki güneş figüründen geliyordu. İddia şuydu: Chávez’e desteğin çok büyük olduğu Venezuela ordusu, Kolombiya sınırında FARC’la işbirliği yaparak uyuşturucu üretiyor ve bunları ABD’ye sokarak gayrinizami bir harp yürütüyordu. 2008’de ABD hükümeti, bu iddiayla kimi Venezuelalı generallere yaptırım kararı aldı. 2008’de ABD’nin yaptırım uyguladığı, Chávez’e yakın generallerden biri, Hugo Carvajal’di. Askeri istihbaratın başındaydı. Yıllar sonra, 2019’da Maduro’ya ihanet edip, ABD kuklası Juan Guaidó’ya desteğini açıkladı, ülkeden ayrıldı, İspanya’da tutuklandı. Şimdi ABD’de hapiste. Carvajal gibi çıkarcı işbirlikçiler, ABD’nin yeni bir “dahiyane” planının şekillenmesinde tetikleyici oldu. Trump’ın ilk döneminde, 26 Mart 2020’de dönemin ABD Adalet Bakanı William Barr, “Güneşler Karteli” iddianamesi hazırladıklarını duyurdu. Tüm Venezuela devleti mafya olmakla suçlanıyor, iddialar da Carvajal’in iftiralarına dayandırılıyordu. ABD, "Güneşler Karteli" iddianamesine dayanarak Venezuela Devlet Başkanı Maduro'nun başına ödül koydu. 2020'de 15 milyon dolarla başlayan ödül tutarı, bu yıl 50 milyon dolara kadar yükseldi. Burada bir gerçeğe dikkat çekmekte fayda var. Chávez, ordudan geliyordu. 1992 yılında iki kez darbe girişiminde bulunmuş, Amerikancı hükümeti devirememişti. Ordudan ayrılıp kurduğu partiyle 1998’de seçimleri kazansa da, ordudan büyük destek almayı sürdürdü. Chávez’in “Bolivarcı Devrimi”, bir “21’inci yüzyıl sosyalizmi” tarif ediyordu. Sosyalizmin başına sıfat eklenen örneklerde ekseriyetle görüldüğü gibi, esasında tarif edilen şey sosyalizm değildi. Petrolde mutlak devlet tekeli kuruluyor, ülkedeki patron sınıfına karşı anlamlı bir girişimde bulunulmuyor, petrol parasıyla yoksul kitlelere yönelik refah politikaları izleniyor, ancak çark kırılmıyordu. Zaten çarkı kıracak bir devrimci örgüt de kurulmuyordu. Bolivarcı iktidar, kitle desteğini hep korusa da, ülkenin idaresinde ordudaki kadrolar ve ulusal burjuvaziyle yakın işbirliği politikasını hiçbir zaman değiştirmedi. Zaten ekonomisi tamamen petrole dayalı ülke, petrol fiyatlarındaki en ufak dalgalanma veya petrol sektörüne yönelik her yaptırım karşısında krize giriyordu. Üstüne, bir sınıfa yaslanmak yerine ordu ve sermaye içindeki kişilere yaslanmak, çok daha ağır kırılganlıklar yaratıyordu. Hugo Carvajal, yalnızca bir örnekti. Parayla kurulan ilişki, Venezuela’da önce yolsuzluğa, sonra siyasi zayıflıklara yol açtı. “İsrail Venezuela’yı işgal etse keşke” diyecek kadar kendini yitiren—ve mükafat olarak Nobel Barış Ödülü verilip bir de Ekrem İmamoğlu’ndan tebrik alan—María Corina Machado gibi tipler, “21’inci yüzyıl sosyalizmi” adına bir türlü tasfiye edilmeyen burjuvazinin desteğiyle güç kazanıyordu. İşin Madurocu kanadında da para, devrimci ülküleri bireysel hırslara yem ediyordu. 2010’ların ikinci yarısında Venezuela, ABD yaptırımları karşısında tıpkı İran gibi Türkiye üzerinden varlık akışı sorunlarını çözmek için bir sistem kurmuştu. Karakas’tan kalkan özel jetler Atatürk Havalimanı’na iniyor, şimdilerde çok övülen Çorum’daki bir altın patronu büyük paralar kazanıyor, uçaklarla gelen Venezuelalı genç aileler birkaç gün içinde İstanbul’da akıl almaz paralar harcıyordu. Eylül 2018’de Maduro’nun Nusr-Et’e gidip ziyafet çekmesi ve bunun Venezuela’da büyük tepkiyle karşılanması bir tesadüf değildi. Maduro hükümeti adına Türkiye’de işleri yürütenlerin yaşam tarzı buydu. Özel uçaklarla gelenler, ekseriyetle komutan veya bakanların çocukları ve yeğenleriydi. “Güneşler Karteli” iddianamesine dönelim. 2020’de Trump’ın son yılında hazırlanan iddianame, Biden döneminde Maduro’yu güzellikle Rusya’dan uzaklaştırıp ABD’nin yanına çekme girişimi boyunca rafta bekletildi. Trump’ın gelişiyle birlikte dosya raftan indirildi. Haziran 2025’te Venezuela hükümetine ihanet eden Hugo Carvajal New York’taki federal mahkemede itirafçı oldu. Yalnızca Venezuela devletinin tümünün mafya olduğunu ve ABD’ye uyuşturucu soktuğunu öne sürmedi, tüm bunları Küba’nın işbirliğiyle yaptığı gibi izansız bir iftirayı da ifadelerine ekledi. İşte Eylül ayında Karayip Denizi’nde ABD’den ilan ettiği savaşa giden yolun taşları böyle döşendi. Uyuşturucuyla mücadele bahane Fakat, aslında bir savaş ilan edilmedi. Trump, kimi konuşmalarında durup durup “uyuşturucuya karşı savaştayız” diyor, ama resmi olarak bunu bir savaş ilan etmekten kaçınıyor. Karayip Denizi’nde yapılan yargısız infazların hukuki zemini, böylece, iyiden iyiye tartışmalı hale geliyor. Savaş ilan edilirse, savaş hukuku devreye gireceği için bölgedeki terörist korsanlık faaliyetlerine karşı olası yaptırımlar da çeşitlenecek. ABD’de bu konuda belli bir tepki söz konusu. “Herkesi öldürün” talimatı veren Savaş Bakanı Pete Hegseth’in yargılanması isteniyor. Trump konuyla ilgili sürekli sıkıştırılıyor, soruları bazen geçiştiriyor, bazen düpedüz yalan söylüyor. Bu arada Koronkoro’nun, Alejandro Carranza’nın ailesi de Kasım ayında ABD’de dava açtı. Kolombiyalı balıkçının infazının hesabını Amerikan mahkemelerinde sormaya çalışıyorlar. Trump, Venezuela’yı ve Küba’yı alt etmeyi kafasına koymuş durumda. Füze saldırılarına fazla tepki gelince bu ay taktik değiştirdi ve Venezuela’dan petrol taşıyan tankerlere el koymaya başladı. Dün konuşan Trump, ABD donanmasının Venezuela’yı kuşattığını ve petrol sevkiyatına müsaade etmeyeceğini duyurdu. Karayip korsanları, bölgede terör estirmeyi sürdürüyor. Mesele, uyuşturucuyla mücadele değil. Bunun en büyük kanıtı, Honduras’ın eski devlet başkanı Juan Orlando Hernández’in affı oldu. Kim bu adam? Latin Amerika’da çok manidar şekilde “pembe dalga” denilen sol hükümetlerin işbaşına geldiği dönemde, Honduras’ta da seçimleri Manuel Zelaya kazanmıştı. 2009’da ABD destekli bir darbeyle devrildi. Ardından eşi Xiomara Castro aday oldu. 2014’teki seçimlerde Hernández, Castro’yu yenerek devlet başkanı seçildi. Hernández, Latin Amerika’nın en büyük uyuşturucu mafyası liderlerinden biri. Bir diğer ünlü mafya El Chapo’yla birlikte ABD’ye uyuşturucu sevkiyatını kontrol ediyordu. 2022’de iktidardan düştü, 2024’te ABD’de ülkeye 500 ton kokain sokmak başta olmak üzere çok sayıda suçtan 45 yıl hapse mahkum edildi. Trump, Kasım ayı sonunda kişisel yetkisini kullanarak Hernández’i affettiğini açıkladı. Çünkü mesele uyuşturucuyla mücadele değil. Mesele, Çin’le mücadele. Dünyanın kalbi kızıla boyanır mı? Donald Trump’ın Amerikan siyasetinde bu kadar önemli bir figür haline gelmesi, dünya hegemonyasını yitirmekte olan ABD emperyalizminin Çin’le girişeceği nihai hesaplaşmada kararlı bir stratejiyi uygulamasında yatıyor. Nasıl ki bizim buralarda, Ortadoğu’da atılan tüm adımların stratejik hedefi bölgeyi Amerikancı bir piyasa cenneti haline getirip Çin etkisinden çıkarmaksa, “arka bahçe”ye yönelik müdahalelerin özü de Çin’i kıtadan uzak tutmak. Bu konuda Latin Amerika aydınları arasında yapılan analizler içinde kanımca en yalın ve dürüst olanlardan biri, Venezuelalı akademisyen Mauricio Ramírez Núñez tarafından kaleme alındı. Günümüz uluslararası arenasında Latin Amerika yeniden bir çekişme sahası haline gelmiş durumda. İki büyük güç, Amerika Birleşik Devletleri ve Çin Halk Cumhuriyeti, dünyanın nasıl olması gerektiğine dair birbirine zıt vizyonlarını bu bölge üzerinden yansıtmaya çalışıyor. Washington, geçtiğimiz Kasım ayında yayımlanan 2025 Ulusal Güvenlik Stratejisi aracılığıyla, Batı Yarımküre'nin kendi iç güvenliğinin doğrudan bir uzantısı olduğu fikrini yeniden teyit ediyor; burayı başka hiçbir aktörün kayda değer bir varlık göstermemesi gereken bir tür 'hayat alanı' (lebensraum) olarak görüyor. Pekin ise tam tersine, Latin Amerika'yı Küresel Güney’in doğal bir ortağı, çok kutuplu ve daha kapsayıcı bir dünya düzeninin inşasında kilit bir siyasi aktör olarak sunuyor. Núñez meseleyi açıkça ortaya koyuyor ve şu sonuca varıyor: Bugün Latin Amerika’nın ihtiyacı olan şey Washington'la Pekin arasında bir seçim yapmak değil, her birinden tam olarak ne beklediğini net bir şekilde tanımlamaktır. Bölge şeffaflık, gerçek teknoloji transferi, değer zincirlerinde yerel katılım, egemenliğe saygı ve toplumları için somut faydalar talep etmelidir. Her iki güçle de muhtaçlık üzerinden değil, kararlı bir duruşla müzakere etmelidir. Ve her şeyden önemlisi, çok kutupluluğun adaleti veya dengeyi otomatik olarak garanti edeceği illüzyonuna kapılmaktan kaçınmalıdır: Dengeler bahşedilmez, inşa edilir. Venezuelalı akademisyen, uluslararası ilişkiler alanına çok haklı bir çerçeveden bakıyor. Fakat akademik bir alan olarak uluslararası ilişkilerin önünde, oldum olası, içkin bir tuzak vardır: Ulusların arasındaki ilişkilere odaklanan kişi, o ulusların kendi içindeki sınıfların ilişkilerini pas geçer. Dünyada faşizan eğilimin giderek artması ve ABD’nin savaş tehdidini bunca tırmandırması, Latin Amerika’nın eskiden beri sabit fikri olan “birlik” vurgusunu iyiden iyiye yükseltmiş durumda. Koronkoro’nun memleketi olan balıkçı kasabası Santa Marta, Bolívar’ın da öldüğü yerdi. Simon Bolívar, veya Latinlerin onu andığı isimle “Kurtarıcı”, 1800’lerde tam da bu bölgede İspanyol sömürgeciliğine savaş açmış, Venezuela, Kolombiya, Ekvador, Peru, Panama, her yerden yoksul halkı birleştirmiş, İspanyolları alt etmişti. Santa Marta’ya bu yüzden, Bolívar’ın kanının aktığı topraklar olduğu için bölgede “dünyanın kalbi” de deniyor. Dünyanın kalbinde bugün kıyıya Koronkoro’ların, sıradan balıkçıların, yoksul halkın kanları vuruyor. Yoksulların kaderini gerçekten değiştirecek bir devrimci irade ortaya konulamıyor Latin Amerika’da. Dünya bir büyük savaşa sürüklenirken, sınıf kavgasını, devrimci dönüşümü, yapısal değişimi bir tarafa bırakan popülist sol söylemler, “şimdi birlik zamanı” diyerek destekleniyor. “ABD, Rusya veya Çin etkisinden çıkma”nın bölgeyi kalkındıracağına inanılıyor, ama emperyalizmin aynı zamanda içsel bir olgu olduğu, her bir ülkede sermaye sınıfının gücü sürdükçe emperyalizmin de hegemonyasının süreceği kavranılamıyor. Karayip Denizi kıyılarının bir volkan gibi ne zaman taşacağını kimsenin bilmediği şekilde kendi içine patlayıp dursa da onu bir manzaradan ibaret görenlerin bakmaya doyamadığı kartpostal güzelliği, dünyanın politik gidişatının tüm boyutlarının resmedileceği, kan kırmızısının giderek baskın renk haline geleceği bir tuvale dönüşüyor. Ama Latin Amerika'nın gerçek kurtuluşu için tabloya balıkçı teknelerinden akan yoksul kanının kırmızısı değil, yoksulların elinde yükselecek devrim bayrağının kızılının damga vurması gerekiyor.