Sol, Uçum ve Öcalan

Geçtiğimiz hafta solun tarihsel ve güncel sorunlarını konu alan iki görüş gündeme geldi. Bunlardan biri PKK lideri Abdullah Öcalan’a, diğeri ise Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’a aitti. Uçum, AA’da yayınlanan yazısının başında, yazıyı Öcalan’ın görüşlerinin ardından başlayan tartışmalar üzerine yazdığını belirtiyordu. Birbirinden ayrılan noktaları olsa da iki görüşün de “sınıfsal bakışı” eleştirinin merkezine koyduğu söylenebilir. Öcalan ve Uçum, “sınıfın bittiğini” doğrudan söylemiyor ancak sınıfın merkez alındığı bir sosyalist siyasetin döneminin kapandığını iddia ediyor. Yani “sınıf bitti” değil, “sınıf temelli solculuk bitti” iddiasını dile getiriyorlar. Bu tip düşüncelerin yeni olmadığı biliniyor. Öcalan, Marksizmin tarih kuramını eleştirerek, “Tarih sınıf mücadelesinden ibaret değil. Bunu da içermekle birlikte; aşağı yukarı 30 bin yıl öncesine dayanan komünal gelişmeyle anti-komünal gelişme arasındaki bir ilişki ve çatışma süreci olarak tarihi okumak daha doğrudur” diyor. Meselenin emek-sermayeden çok, devlet-komün çelişkisiyle ilgili olduğunu savunuyor. Reel sosyalizmin de ulus-devlet anlayışı yüzünden tutunamadığını söyleyip, devletçiliğin, sosyalizmi başarısızlığa sürüklediğini ileri sürüyor. Bunun karşısına ise çözüm olarak “demokratik toplum” kavramını koyuyor; “devleti demokratikleştirmekten” söz ediyor. Ancak iktidar olma zorunluluğu öngörmüyor. Haliyle “üretim araçlarını kimin kontrol ettiği” konusu da girmiyor. Bunun yerine “Çelişkileri birbirini yok eden uçlar şeklinde değil, birbirini besleyen toplumsal olgular olarak görmek zorundayız. Çünkü komün olmadan devlet, burjuvazi olmadan proletarya olmaz. Dolayısıyla çelişkiyi yok edici bir mantıkla değil, dönüştürücü bir tarihsel perspektifle ele almak gereklidir” gibi bir tespit yapıyor. Uçum ise daha çok Türkiye tarihine eğiliyor ve sol eleştirisini buradan yapıyor. “Solun işçi sınıfına dayalı siyaset döneminin kapandığı veya marjinalleştiğini” ifade ettikten sonra, “Türkiye'nin son 150 yıllık tarihinde sınıf esaslı solculuk yapan akımlar, tabansız bir kadro hareketinden başka bir noktaya gelememişlerdir. Dolayısıyla, Türkiye'de hiçbir zaman işçi sınıfına dayanan sosyolojik bir güçle sınıf esaslı sol siyaset olmamıştır, olamamıştır” diyor. Devamında “siyasi pratik bakımından sol ilkelere daha uygun hareket eden liderin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, sol politikalara yakın olan partinin AK Parti olduğu pozitif bir tespit olarak söylenebilir” şeklinde ağızları açık bırakan bir yorumda bulunuyor. Oradan lafı bugünkü sürece getirerek, “Türkiye'nin yaşadığı tarihsel dönem bakımından yurtsever solculuk, kayıtsız şartsız Terörsüz Türkiye hedefine destek vermeyi gerektirir. Bu konuda en ufak bir şüphe duymak, yurtsever sol perspektifle çelişir” mesajı veriyor. Sol teoriyle ilgili bu eleştirilerin neden yapıldığı önemli. Onun kadar, Marksizmin bugüne kadar teorik yaklaşımını geliştirip güncellediğini anlamak da önemli. Yani ilk başta şunu vurgulamak gerekir ki Marksizm “el değmemiş kutsal bir kitap” değil. Dolayısıyla demode bir düşünce akımı da değil. Marksizm de bugüne kadar tarihsel birikimle büyümüş, teorik çerçevesini güncellemiştir. Marksizm, Marx’tan ayrı tutulamayacağı gibi Marx’ın ortaya koyduğu görüşlerle de sınırlandırılamaz. Bu, Marksizmin ilkelerinin esnetebileceği ve düşünsel altyapısının temelden sorgulanabileceği demek değildir; Marksizmin felsefi ve politik karakterine sadık kalınarak teorinin derinleştirilebileceğini anlatır. 1917’de Lenin’in önderliğinde gerçekleşen Bolşevik Devrimi buna iyi bir örnektir. Devrim, parti önderliğinde halkı örgütleyip Çar’ı devirmişti, “Marksizme aykırı” değildi ama görünürde Marx ve Engels’in “devrimin gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşeceği” teziyle de örtüşmüyordu. Fakat emperyalizm çağında durum değişmişti. Emperyalizmi “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak tanımlayan Lenin, ezilen ulusların anti-emperyalist mücadelesi ile proleteryanın kurtuluşu ve sosyalizm arasında tarihsel bir bağ kurdu. Lenin Marksistlere, anti-emperyalist mücadelenin devrimcilerin görevi olduğunu ve bunun bir devrim sorunu olduğunu öğretti. Lenin, “Marx’a karşı geldi” ama ihanet etmedi. Ekim Devrimi, bir başka Marksist düşünür Gramsci’nin veciz ifadesiyle “Kapital’e karşı devrim”di. Ancak bu tam da Marksist bir devrimdi. Zira teori de Lenin’in katkılarıyla Marksizm-Leninizm olarak isimlendirilmeye başlandı. Lenin, düşünsel temeline sadık kalarak, Marksizmi teorik, politik ve örgütsel olarak geliştirdi. Aynı zamanda şunu da öğretti, Marksizm katı kalıplarla anlaşılabilecek bir şey değildir; evrensel ölçeği kapsayan genel kabullerin yanı sıra her halkın, kültürün, toprağın ve tarihsel periyodun kendine has, özgün koşulları vardır. Devrimcilik, bu özgünlükleri kavrayıp doğru bir mücadele hattı çizme meselesidir. Marksizm ezberle, dogmalarla, kalıplarla anlaşılamaz. Bu yüzden bazen, “Lenin’in hiçbir kitabında yazmayan” şeyleri de söylemek gerekir. Bu yazının amacı durduk yerde bir Lenin güzellemesi yapmak değil. Marksizmin hareket sistematiğine dair küçük bir hatırlatmada bulunmak, onun zaten bugüne kadar gelişerek kendini güncelleyebildiğini, bu diyalektiği içinde barındırdığını anlatmak. Öte yandan Marx’a ve Marksizme yönelik eleştirilerin geneli, onu dar bir çerçeveye sıkıştırma hatasına düşüyor. Bazen bugünkü siyasi, toplumsal ve kültürel dinamiklerin, Marx’ın yaşadığı koşullarda hiç var olmadığı, Marx’ın bunun üzerine düşünmediği, dolayısıyla pek çok konuyu es geçtiği ve sınıf savaşımından başka hiçbir şeyi görmediği sanılıyor. Elbette Marx, bugün tartışılan her konuyu yeterince kapsamlı analiz edemedi ancak onun yaşadığı dönemde de dünya emekçiler ve burjuvazi olarak iki net sınıfsal kampa ayrılmamıştı. Bu temel çelişkinin üstünü örten bir dizi siyasi ve kültürel fenomen vardı ve Marx da bunun farkındaydı. Kültürün ve ideolojinin kaynaklarını inceledi. Altyapının, yani ekonomik üretim ilişkilerinin, üst yapıyı belirlediğini söyledi. Düşüncesini biçimlendirirken etrafındaki her şeyi görmeye çalışıyordu. Tabii ki onun serptiği tohumların büyütülmesine ihtiyaç vardı. Marksizmin gelişimi, Marx’ın hayatıyla aynı anda son bulmadı. Marx, sınıfı, sığ bir mercek ya da çiğ bir romantizmle değil, onu içeren ve etkileyen siyasal şartlar içinde yorumladı. Bu nedenle birçok eseri günün siyasetine dair önemli dersler sunmaya devam ediyor. “Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire’i” çalışmasında, objektif şartların devrimci bir durumu ortaya koymasına rağmen ülkenin nasıl diktatörlüğe sürüklendiğini çözümledi. Sınıfların parçalı yapısının, emekçi kitlelere verdiği zararı analiz etti. Burjuvazinin de emekçi sınıftan korktuğu için otoriteden yana tavır aldığını, sonunda kendi siyasal gücünü de kaybettiğini ve bunun cumhuriyetin tasfiye edilip diktatörlüğün kurulmasına nasıl yol verdiğini anlattı. Bonapartizm, tarafsız şekilde devlet aygıtını kullanarak otoriteyi sağlar gibi durur ama aslında ezen sınıftan yanadır. Ne kadar tanıdık bir hikâye, değil mi! Bugün de ilerici bir bakışla reel sosyalizm ve Marksizm eleştirisi yapmak gereklidir kuşkusuz. Marksizm dün eleştirildi, yarın da eleştirilecektir. Bir dogmadan bahsetmiyoruz sonuçta. Ancak kapitalist düzeni değiştirme iddiasından vazgeçmiş, sermaye ile işçi sınıfını “birbirini besleyen” güçler olarak gören bir anlayışla bu mümkün olamaz. Bu başka bir “şey”dir. İşin özü, gerek Öcalan’ın gerekse de Uçum’un sol, sosyalizm ve Marksizm hakkında eleştirileri, güncel durumda bulundukları siyasal pozisyonu ve izledikleri stratejiyi anlamlandırmakla ilgili gibi duruyor. PKK’ye ve çeşitli bileşenlerine yeni bir perspektif çizen Öcalan, “Kürt siyasal hareketinin sınıfsal yapısını ve yerel-bölgesel güncel ihtiyaçlarını gözeterek bir “sosyalizm” tanımı yaparken, Uçum da beyhude bir çabayla halka yoksulluktan başka hiçbir şey getirmeyen, ABD ile iyi geçinip “anti-emperyalist” olunabileceğini savunan bir iktidara soldan rıza üretmenin fırsatlarını zorluyor. Ne var ki kapitalist düzen eşi benzeri görülmemiş bir eşitsizlik yaratırken, bugün dünya yeni bir “sınıflar çağı”na giriyormuş gibi görünüyor. Ya da daha popüler ifadeyle söyleyelim: “Dünyada bir hayalet dolaşıyor.”