Mehmet Torun* Etik sınır demektir, potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır ve etiğin yasalara önceliği vardır. Kapitalist sistemin ana kuralı olan aşırılık, ölçüsüzlük, açgözlülük toplumsal çürümeyi hızlandırmış, etik değerleri yok etmiştir. Madencilik, doğaya ciddi şekilde müdahale edilen sektörlerden birisidir. Yapılan faaliyetlerde doğayla sürekli bir ilişki ve çelişki söz konusudur. Bu müdahalelerdeki öncelik; daha çok kazanmak, daha hızlı ve daha fazla üretmek olunca doğanın kendini yenilemesi, yaralarını sarması, sürdürülebilirliği hesaba katılmaz. Varsa yoksa daha çok üretimdir hedeflenen. Teknolojinin geldiği noktada üretmenin sorun olmadığı bilinmektedir. Asıl mesele, “nasıl üretilir değil, ne kadar üretilmeli ve ne kadarına hakkımız vardır” sorusudur. Endüstrideki hızlı gelişmelerle madencilikte kabul gören tenör-rezerv hesapları tamamen değişmiştir. Önceden ekonomik olmadığı için rezerv sayılmayan ve üretilmeyen pek çok element bugün rahatlıkla üretilebilmektedir. Bir ton kayaç içinde bulunan yarım gram cevher bile zehirli kimyasallarla kazanılırken oluşan atıklar-pasalar doğaya bırakılmaktadır. Bu atıkların yönetimi oldukça zor ve maliyetlidir. Ne kadar önlem alınmaya çalışılırsa çalışılsın zaman içinde atıkları kontrol etme sorunları yaşanmakta olup bu durum pek çok ülkede yıkımlara, facialara yol açmaktadır. Yaşanan sorunlar, hem bilim camiası hem de sektör bileşenleri tarafından zaman zaman gündeme getirilmekte ve çözümler aranmaktadır. 2003 Kasım ayında Hindistan’ın Yeni Delhi kentinde gerçekleştirilen 19. Dünya Madencilik Kongresi sonunda yayımlanan deklarasyonda; “… Birçok ülkede madencilik endüstrisi "özelleştirme, liberalleşme ve küreselleşme"nin etkisi altında çalkalanıp durmaktadır. Endüstrinin yeniden yapılandırılması ciddi boyutta sosyal ve insani ıstıraplara yol açmaktadır. Bu endüstri; insanlık dramını ‘tamamen yok etmese bile azaltacak ve hafifletecek’ yeniden yapılandırma stratejilerini arayıp bulmak zorundadır.” denilerek sorunun ağırlığına dikkat çekilmiştir. Yine Rio bildirgesinin 15. maddesi “ Ciddi ve değiştirilemez zarar tehditleri olması durumunda, tam bilimsel kesinlik eksikliği çevresel bozulmayı engellemek için maliyet etkili önlemleri ertelemek için bir sebep olarak kullanılamaz .” şeklindedir. Bu ilke, madenciliğin sınırını zararın kanıtlandığı noktada değil, öngörüldüğü noktada çizmektedir. Ancak, bu sistem içinde sorunlara kesin çözüm üretmek mümkün değildir. Çünkü, tüketime bağlı olarak üretim hızının doğanın kendini yenileme süresinden fazla olduğu sürece yıkım artarak sürer ve artık kamusal yarardan söz edilemez. Bu noktada jeoetik, sürdürülebilir madencilik kavramına sınırlı madencilik fikrini ekler: “Her maden çıkarılabilir, ama hepsi aynı anda ve her yerde çıkarılmamalıdır.” Değerli meslektaşım ve hukukçu Ömer Günay’ın bu konudaki önemli tespitlerini paylaşmakta yarar görüyorum. Yasal izin, etik meşruiyetin garantisi değildir. Bir faaliyetin “ruhsatlı” olması, onun “doğaya uygun” olduğu anlamına gelmez, yasal sınırın üzerinde bir vicdani sınır vardır. Bu bağlamda madenciliğin durması gereken yer; Doğanın kendi yenilenme kapasitesinin aşıldığı, Ekosistemin bütünlüğünün bozulduğu, Yerel toplulukların yaşam hakkının tehlikeye girdiği noktadır. Yerel halkın yaşam alanları, kültürel mirası, geçim kaynakları göz ardı edilirse, madencilikte etik sınır aşılmış olur. Bu nedenle, toplumsal onay madenciliğin toplumsal sınırıdır. Toplumsal onay kaybolduğunda, üretim teknik olarak mümkün olsa bile meşruiyetini yitirir. Madencilikte sınır sorunu, aslında insanın kendini sınırlama sorunudur. Modern insan, teknolojik olarak sınırsızdır; ama etik olarak sınırlı olmalıdır. Doğanın sessiz sınırını tanımayan insan, sonunda kendi varoluş sınırına ulaşır. Gerçek sürdürülebilirlik, daha çok maden çıkarmak değil, doğayla birlikte yaşamanın sınırını fark etmektir. *Maden Mühendisi