ABD Başkanı Donald Trump’ın Venezuela’dan Amerikan şirketlerinin kovulduğunu belirterek “haklarımızı geri istiyoruz” açıklamasıyla Venezuela’nın petrol zenginlikleri üstünde “hak” iddia etmesinin ardından şimdi de Trump’ın başdanışmanlarından, Beyaz Saray Özel Kalem Müdürü Stephen Miller konuştu. Miller Venezuela petrol endüstrisinin ABD’nin eseri olduğunu ileri sürdü. Venezuela petrol endüstrisini yaratanın “Amerikan teri, zekası ve zahmeti” olduğunu savunan Miller, önceki Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez döneminde kamulaştırılan petrol sahalarını kastederek “Bu gaddarca kamulaştırma Amerikan serveti ve mülkünün kayıtlara geçmiş en büyük hırsızlığıdır” ifadelerini kullandı. Miller “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” sözünü haklı çıkaran açıklamasının devamında, Venezuela topraklarındaki ABD varlıklarının Venezuela hükümetince “yağmalandığını” ileri sürdü. Stephen Miller (Foto: AA) Daha da ileri giden Beyaz Saray yetkilisi bu varlıkların ABD sokaklarını “katiller, paralı askerler ve uyuşturucularla” doldurmak için kullanıldığını söyledi. soL yazarları akademisyen Nevzat Evrim Önal ve emekli diplomat Engin Solakoğlu ’na emperyalist devletlerin başka ülkelerin zenginliklerini yağmalaması gerçeğini böyle kaba bir biçimde tepe taklak etme cüretini nasıl gösterebildiğini sorduk. TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın hafta başında soL TV’deki Komünist Bakış programında “ulus devlet”e ilişkin sözleri de sol çevrelerde bir tartışma başlattı. Önal ve Solakoğlu’ndan bu tartışma bağlamında sosyalistlerin ulus devlete bakışını ve emperyalizmin saldırılarının o ülkelerin emekçileri açısından ne anlama geldiğini değerlendirmelerini istedik. Bu alçaklığın da bir tarihi var: Kipling’in ‘Beyaz Adamın Yükü’nden Trump’ın maksimalist tutumuna… Sömürgeci ve ardından emperyalist devletlerin ulusların zenginliklerini yağmalayarak zenginleşmesi kavrayışının bu kadar kaba bir şekilde tepe taklak edilmesine rastlamış mıydık? ABD’nin başka ülkelerin ekonomisine girmesi nasıl “Amerikan teri ve zahmeti” diye nitelenebilir? Nevzat Evrim Önal : Aslında bu alçaklığın da bir tarihi var. Rudyard Kipling, “Beyaz Adamın Yükü” ( White Man’s Burden ) şiirini yazdığında 1899’du. Kipling bu şiirde, sömürgeciliği bir “uygarlaştırma misyonu” olarak tanımlar. Yani halkları köleleştiren, topraklarına el koyan, zorla çalıştıran ve çalışmayı reddettiklerinde çocuklarını öldürerek, uzuvlarını keserek cezalandıran, açlığa mahkum eden ABD-Avrupa sömürgeciliği bir yandan da kendisini “veren” taraf olarak tanımlıyordu. Dolayısıyla öncesiz bir şeyden bahsetmiyoruz. Nevzat Evrim Önal Trump’ın sözlerindeki vurgu ise şu: “ABD sermayesi bir ülkeye girdiğinde, o ülkenin egemenliği altına girmez.” Emperyalizm sermaye ihracıdır ve emperyalistler her zaman ulusal olanla kavgalıdır, ulusal hukuku tanımamaya eğilimlidir. Ama Trump’ın vurgusu bu talebi maksimalist bir boyuta taşıyor. ‘Taşların bağlanıp canavarların salıverildiği bir dünya’: Bu cüret Sovyetler Birliği’nin yokluğundan doğuyor… Engin Solakoğlu: Taşların bağlanıp kuduz canavarların salıverildiği bir dünyada yaşıyoruz. Dekolonizasyon sürecinde zaman zaman benzer tartışmaların yaşandığı vaki. Bu daha çok kimi sömürgeci ülkelerin size şunu biz öğrettik, eğitim sistemi kurduk, demiryolu yaptık, sadece sömürmedik filan gibi söylemleriyle kendini gösteriyor. Kulağa garip geliyor ama yakın zamana kadar sömürgeciliği savunmanın bile bir sınırı bir tür adabı vardı. Çekingen bir itiraz söz konusuydu. Son yıllarda emperyalist kampın bu çekingenliği üzerinden tamamen attığını, klasik sömürgeci ülkelerde “beyaz adamın medenileştirme katkısı”ndan dem vurulduğunu görüyorduk. Engin Solakoğlu Biliyorsunuz dekolonizasyon dönemini bir Yeni Sömürgecilik dönemi takip etmişti. ABD’nin başını çektiği bu akım ülkeleri doğrudan işgal etmeden, yönetimlerini ve ekonomilerini özellikle de büyük sermaye şirketleri vasıtasıyla dolayı olarak denetlemeye ve soymaya dayanıyordu. Aslında bu akım yer yer sürüyor ancak bundan büyük ölçüde kurtulmuş ülkeler de var. ABD’nin yeni Ulusal Savunma Stratejisi Belgesi özellikle Orta ve Güney Amerika’da bu tür ülkeleri hedef alacağını açıkça ortaya koyuyor. Burada esas sorun taleplerin içeriğinden çok, bunların dile getirilebilmesi cesaretinin nereden kaynaklandığında. Komünistler bunu biliyorlar ama herkesin anlaması gerek. Trump’ın bu cüreti Sovyetler Birliği’nin yokluğundan doğuyor. Mesele bu kadar basit. İstiyor çünkü, kimsenin kendisine engel olamayacağını, karşısında ilkeli, kurallı bir dünyayı savunma niyetine ve gücüne sahip hiç kimsenin bulunmadığını düşünüyor. ‘Ulus devlet’ tartışması ve komünistler: ‘Komünistlerin bu pozisyonu Venezuela'nın geleceğinde çok beklenmedik sonuçlar doğurabilir’ Şimdi Türkiye’de devam eden süreç bağlamında TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın ulus devlete ilişkin açıklaması sol çevrelerde tartışma yarattı. ABD’nin açık açık başka ülkelerin zenginliğindeki “hak” iddiası bu tartışmada nereye oturuyor? Uluslararası hukuku da hiçe sayan bu küstahlık düzeyiyle birlikte mevcut sınırların belirsiz hale getirilmesi çabası nasıl bir paralellik sergiliyor? Bunun ülkelerin emekçileri açısından anlamı ne? Önal: Bir vurguyu tekrarlamakta fayda var: O programda Kemal Okuyan, sosyalistlerin ulus devlete sahip çıkma gerekçesini sadece “emperyalistlere karşı” bir siyasi pozisyon olarak tanımlamadı ve mevcut durumu doğru kavramamız açısından bu çok kritik. Ulus devlet, bir ülkede siyasi iktidarın tekliği ve onun tek başına hesap sorulabilirliği, olumsuzluklardan dolayı sorumlu tutulabilirliği, meşruiyetinin sorgulanabilirliği anlamına gelir. Bugün Venezuela ABD tehdidi altında ve uzun süredir Maduro iktidarı tarafından dışlanan, üyeleri hapsedilen Venezuela Komünist Partisi “hepsi geçti gitti, şimdi milli savunma zamanı” basitliğiyle hareket etmiyor, Maduro’ya “işin buraya gelmesini engellemek için üzerinize düşeni yapmadınız” eleştirisini de yöneltiyor. Olası bir ABD işgali bir noktada mevcut iktidarı devirse dahi, komünistlerin bu pozisyonu Venezuela’nın geleceği açısından çok beklenmedik sonuçlar doğurabilir. 'Aksini iddia eden mandacıdır' Öte yandan, emperyalist yayılmacılığa karşı ulus devletin sınırlarının savunulması emperyalizm çağının ilk gününden bu yana mutlak anlamda devrimcidir. Bunun aksini iddia eden mandacıdır. Ne var ki, emperyalist yayılmacılığın tek biçimi biliyorsunuz açık işgal değil. Bu yüzden, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin emperyalist şirketlere kiralanmasından, devlet işletmelerinin özelleştirilip emperyalistlere satılmasına kadar daha “cici” görünen her türlü işgale ve sızmaya da direnmek gerekir. Sadece yarın bir gün “bu fabrikalar, madenler bizim” diyememeleri için değil, emperyalistler hak iddialarını meşruiyete değil silah gücüne dayandırır. Ama işçi sınıfı ancak bunu yaparak, memleketine yurtseverce sahip çıkarak iktidarı ele geçirme ve elinde tutma meşruiyetini kazanır. Devamında emperyalist saldırganlığı da silah üstünlüğü değil bu meşruiyetle püskürtür. Düşünün, ABD bugün neden saldırganlığa Küba’dan başlamıyor? ‘Taktik maktik yok, bam bam bam’ Solakoğlu: Ben Trump anlayışının ulus devletleri ortadan kaldırmak veya bölmekten ziyade “sığlaştırma” ve “geçirgenleştirme” peşinde olduğu düşüncesindeyim. Zira kapitalist mantıkta bir ekonomik ölçek kaygısı vardır. Çok parçalarsanız o yapı verimsiz hale gelebilir. O yüzden hedef ulus devletleri dirençsiz yapılar ama hızlı karar alabilen yapılan haline getirmek olmalı. “Dostum Trump” diyebilen ve meşruiyetini halktan değil, ABD’nin gücünden alan liderler tarafından yönetilen ülkeler. Bunlara ABD tarafından “Cargill yatırım yapacak” veya “bilmem ne şirketi maden açacak, mevzuatını değiştir çabuk” dendiğinde ikiletmeyecek devlet yapıları arayışındalar. Uluslararası hukuk zaten hukuk niteliği tartışmalı bir kavram. Esas itibarıyla bir güç dengesine ve iyi niyete dayanıyor. Kurallarını dayatacak kolluğu yok. Trump yönetiminde iyi niyet zaten yok. Esasen uluslararası hukukun var olduğu şekil bile Trump’a fazla geliyor. Amerikan filmlerinde görürsünüz. Birleşmiş Milletler anti-Amerikan düşman bir otorite olarak temsil edilir. ABD’yi asıl rahatsız eden bu tür ulusüstü veya ulusaşırı yapılardır. Bu rahatsızlık elbette Trump’la başlamadı ama artık hakim ideoloji. “Önce Amerika" veya “dünya bir yana biz bir yana”. Eskiden de böyle düşünüyorlardı ama belirli bir sofistikasyon ya da perdeleme çabası vardı. Şimdi o blokaj da kalktı. Taktik maktik yok, bam bam bam yaklaşımı. Bunun hepimiz için tek bir anlamı var. Daha çok sömürü. Emekçilerin kendi ülkelerinde köleleştirilmesi. Zaten AKP döneminde gördüğümüz manzara da bu. Engellenmezse daha kötüsü de olacak. ‘Pekala Ay'ın da ABD'ye ait olduğunu söyleyebilir’ Trump’ın Kanada’yı vilayet yapma, Panama Kanalı’nı alma gibi açıklamaları, hatta Grönland’ı istemesi ABD’nin tüm Amerika kıtasını ve daha geniş bir bölgeyi kendi mülkü olarak gördüğünü mü gösteriyor? Örneğin ABD Venezuela petrolü için yaptığı açıklamayı Irak için de yapabilir mi? Trump’ın “açıklama ufkunun” sınırları konusunda spekülasyon yapmak istemem. Pekâlâ Ay’a ilk ayak basan insan bir ABD’li olduğu için Ay’ın da ABD’ye ait olduğunu söyleyebilir. Öte yandan ABD’nin Batı Yarımküre’de tartışmasız egemenlik iddiası biliyorsunuz hayli eski köklere sahip. ABD Başkanı James Monroe, sonrasında kendi ismiyle anılacak olan bu doktrini ABD Kongresi’ne sunduğunda sene 1823’tü ve ABD henüz bu doktrini uygulayacak askeri kuvvetten yoksundu. Zamanla, ABD bir emperyalist güce dönüştükçe bu doktrini hayata geçirdi, örneğin 19. yüzyılın son yıllarındaki ABD-İspanya savaşı bu doktrinin fiiliyata dökülmesinin en önemli adımlarından biridir. 'Trump'ın kişisel tuhaflığı değil ABD sermayesinin yönelimi' Ben bu meselenin “zorunluluk” tarafına bakarsak daha çok şey göreceğimizi düşünüyorum. Trump’ın dış politikası, ABD emperyalizminin geçmişteki ittifak politikasının ABD’den çok müttefiklerine yaradığı eleştirisine ve artık daha tek taraflı, eski müttefiklerle de itişmeye, ya da en azından çok daha sıkı pazarlığa dayanan bir politika uygulanması gerektiği iddiasına dayanıyor. Bu yönelim, ABD ile AB emperyalizmi arasındaki rekabette de kimi değişiklikler yaratıyor. Grönland örneği bunun bir göstergesi. Ben bu yönelimin Trump’ın kişisel tuhaflığıyla hiçbir alakası olmadığını, ABD sermayesinin yönelimi olduğunu düşünüyorum. Eğer durum böyleyse, ABD’nin attığı bu jeopolitik adımlar da sürecin bütünlüğünden bakıldığında zorunluluktur. Dolayısıyla, bu sorunun cevabı teknik olarak evet; zamanında İngiliz emperyalizmi nasıl Hindistan’da, Burma’da, Güney Afrika ya da Falkland Adaları’nda hak iddia ettiyse, ABD de dünyanın her yerinde hak iddia edebilir. Emperyalist yayılmacılığın ufku dünya bile değil, “her şey”dir. Mesela uzay, mesela internet. Bunu emperyalizmi mazur göstermek için söylemiyorum. Dediğim şu: Emperyalist zenginleşme açısından barışçıl çerçeve er ya da geç bir ayak bağına dönüşür. Zenginlik sınırsız olmadığı için er ya da geç emperyalistler birbirlerine düşman olacak, paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşımı için birbirleriyle çatışmaya başlayacaktır. ‘Biz bu oyunu bozarız’ Solakoğlu: Yukarıda sözünü ettiğimi Strateji Belgesi Batı yarıküre olarak tanımlanan bir bölgede tam hakimiyet tesisini öncelik olarak belirliyor. Orada hem kaynaklara el koyacak hem de Çin’in ayağını kesip ekonomik/ticari rekabette üstünlük sağlayacak. Kanada ekonomisi zaten büyük ölçüde ABD’ye entegre. Çin’in kaydadeğer bir ağırlığı yok. Buna karşılık bir vadede Meksika’yı işgale kalkışması en azından ABD’yle tam bağımlı bir iktidar kurmaya çalışması şaşırtıcı olmaz. Grönland ayrı bir başlık. Konumun ötesinde ciddi bir madencilik potansiyeli olduğu söyleniyor. Trump ve ardından gelecekler Danimarka gibi bir cüceye burayı bırakmak istemeyebilirler. Buna karşılık Trump Rusya’yı Çin’e karşı yanına çekmek için kullanabilir Grönland’ı. Kimse de gık diyemez mevcut ortamda. Irak-Venezuela paralelliği kurmak ise biraz aceleci bir yaklaşım gibi görünüyor bana. Orada ABD şirketlerinin işlettiği petrol sahaları var zaten. Buna karşılık hedefte görünen İran için benzer bir talep duyabiliriz bir ara. Toparlamak gerekirse Trump bütün bu tehditlerini gerçekleştirebilir mi, zaman ve olanakları yeter mi çok emin değilim. Risk büyük ve yakın ama emperyalist planların en sevdiğim tarafı büyük çoğunluğunun kâğıt üzerinde kalmasıdır. Ne diyordu Tatar Ramazan? “Ben bu oyunu bozarım!” Biz bu oyunu bozarız.