Bugonia ile liberal depolitizasyon

"İzlerken hissettiğimiz tüm o meşru politik öfkeyi klinik bir vakaya indirgeyen bu liberal depolitizasyon tercihi, finaldeki ekolojik mesajı da samimiyetsiz bir kamu spotuna dönüştürüyor" Yorgos Lanthimos’un yeni filmi Bugonia, ilk bakışta yönetmenin alametifarikalarını eksiksiz taşıyan, hatta yer yer bunları cilalayan bir yapım gibi duruyor. Emma Stone’un yine disiplinli ve soğukkanlı performansı, Jerskin Fendrix’in sinir uçlarını zorlayan, mide yumruklayan gürültülü müzikleri ve finalde her şeyi geriye dönük olarak yeniden anlamlandırmaya zorlayan montajıyla teknik açıdan güçlü bir iş var karşımızda. Ancak bu parlak yüzeyin altında, benim için rahatsız edici gerçekler var. Lanthimos artık yalnızca dünyayı değil, kendi sinemasını da tekrarlıyor. Üstelik bu tekrar, politik olarak risksiz bir konfor alanına, bir tür ‘liberal depolitizasyon’ hamlesine dönüşmüş durumda. Bugonia, Jang Joon-hwan’ın 2003 yapımı Güney Kore klasiği Save the Green Planet!’in İngilizce yeniden çevrimi. Orijinal film; neoliberal şiddetin, sınıfsal ezilmişliğin ve travmanın iç içe geçtiği bir paranoya hikâyesiydi; kaotik, kirli ve politik olarak huzursuz ediciydi. Lanthimos ve senarist Will Tracy ise bu malzemeyi daha büyük bütçeli, steril ve çok daha kontrollü bir estetikle ele almış. Hâl böyle olunca ortaya çıkan şey; öfkeyi temsil eden ama o öfkeyi gerçekten sahiplenmeyen bir film olmuş. Jesse Plemons’un canlandırdığı Teddy, yarı zamanlı bir arıcı. Arı kolonilerinin yok oluşunu ve annesinin bir ilaç şirketi tarafından sakat bırakılmasını küresel bir komploya bağlayan, ideolojik olarak savrulmuş bir anti-kahraman. Onun hikâyesi, günümüz dünyasında sistemik şiddetin bireysel deliliğe nasıl tercüme edildiğini gösterme potansiyeline sahip. Ancak film, bu potansiyeli açmak yerine Teddy’yi “komplo teorisyeni” etiketiyle güvenli bir mesafede tutmayı tercih ediyor. İşte filmin asıl iflas ettiği ve parıltısının söndüğü nokta tam olarak burası. Anlatı, karakterin öfkesini politik bir "eylemlilik" olarak değil, üzerine konuşulacak ilginç bir "vaka" olarak sunuyor. Marksist edebiyat kuramcısı Fredric Jameson’ın kavramsallaştırmasıyla bakarsak; Teddy’nin hezeyanları aslında küresel sermayenin görünmez şiddetini anlamlandırmaya çalışan yoksul zihnin bilişsel haritalama (cognitive mapping) çabası. Lanthimos ise bu çabayı doğrudan hastalıklaştırarak, karakterin sisteme yönelttiği yapısal eleştiriyi neredeyse geçersiz kılıyor. İzlerken hissettiğimiz tüm o meşru politik öfkeyi klinik bir vakaya indirgeyen bu tercih, finaldeki ekolojik mesajı da samimiyetsiz bir kamu spotuna dönüştürüyor. FAİLİN METAFİZİK AKLANIŞI Bu etkisizleştirme operasyonu sadece Teddy üzerinden değil, Emma Stone’un hayat verdiği CEO Michelle karakteri üzerinden de yürütülüyor. Michelle, kurumsal iktidarın neredeyse bedensizleşmiş bir temsili. Disipline edilmiş bedeni, duygudan arındırılmış dili ve ahlaki boşluğuyla, geç kapitalizmin insan suretine bürünmüş hali gibi duruyor. Stone rolünü kusursuz bir soğukkanlılıkla oynuyor; ancak karakterin bu kadar yoğun bir alegori olarak kurulması, onu politik bir fail olmaktan çıkarıp üzerinde fikirlerin gezindiği steril bir vitrin haline getiriyor. Daha da sorunlu olanı, filmin finalinde Michelle’in gerçekten "uzaylı" olduğunun kanıtlanması. Bu hamleyle birlikte, sömürü düzeninin insani ve sınıfsal aktörleri bir anda aklanmış oluyor. Eğer ekolojik felaketin sorumlusu galaksiler arası bir istilacıysa, o zaman ortada ne suçlanacak bir CEO kalıyor ne de hesap sorulacak bir şirket. İnsanlık, kendi eliyle yarattığı yıkımın sorumluluğundan metafizik bir kurban aracılığıyla kurtarılıyor. ESTETİKLEŞEN FELAKET Michelle’in kaçırılmasıyla başlayan uzun orta bölüm, işkence ve grotesk mizah döngüsüyle izleyiciyi rahatsız etmeyi amaçlıyor gibi görünse de, aslında rahatsız edici olanı ehlileştiriyor. Lanthimos’un bir zamanlar normları kıran estetiği burada artık otomatikleşmiş durumda. Şiddet artık politik bir yüzleşme değil, stilize bir jest gibi işlev görüyor. Filmin temel açmazı da burada belirginleşiyor: Uzun metrajı taşıyacak kadar derin bir politik tahayyülü yok, ama o eksikliği telafi edecek bir biçimsel cesareti de yok. Robbie Ryan’ın görüntü yönetmenliğiyle Bugonia görsel olarak son derece iddialı olsa da, özellikle final sekansında felaketi estetikleştirerek kendi tuzağına düşüyor. Seyirlik hale gelen yıkım, politik bir sarsıntı yaratmak yerine görsel bir deneyime dönüşüyor. Politik olan, dramatik olarak inşa edilmediği için finaldeki ekolojik retorik havada asılı kalıyor. Sonuç olarak Bugonia; teknik ustalığı ve güçlü oyunculuklarıyla izlenmeyi hak eden bir yapım olsa da, Lanthimos’un en erişilebilir işi olması bir avantajdan çok sınırlamaya dönüşmüş. Yönetmenin sıkı takipçileri için biçimsel cesaretin yerini, kendi estetiğine fazla güvenen bir konfor alanı almış. Kısacası, Lanthimos’un sineması ilk kez daha cesur olması gerektiğini hissettiriyor. Bu, bir auteur için ciddi bir uyarı.