Bu ülkede yaşlanmak

Türkiye’de yoksulluk artık istisnai bir durum olmaktan çıktı; gündelik hayatın kendisi haline geldi. Özellikle emekliler için barınma, beslenme ve sağlık gibi en temel ihtiyaçlar karşılanamaz noktaya ulaştı. Yıllarca çalışmış, kamu görevlerinde bulunmuş emekli yurttaşlar, bugün bir ev kiralayamadıkları için otel odalarında yaşamaya mahkûm ediliyor. Emekli maaşı kiraya yetmiyor, hastalık masrafa dönüşüyor. Bu ülkede yaşlanmak, güvencesizliğin son durağı. Ankara’nın merkezinde Ulus semtindeki küçük oteller bu yoksulluğun en görünür mekânları arasında yer alıyor. Burada kalan emeklilerden biri, uzun yıllar devlette müşavirlik yaptığını ve bugün yaklaşık 34 bin lira emekli maaşı aldığını anlatıyor. Bu gelirle bir eve çıkmanın imkânsız hale geldiğini söylüyor. En düşük kira bedellerinin 20–25 bin lira seviyesine çıktığını, fatura ve ısınma giderlerinin ise en az 10 bin lirayı bulduğunu aktarıyor. Geriye mutfak masrafları için tek kuruş kalmadığını belirtiyor. Bu nedenle günlüğü 350 lira olan bir otel odasında kalıyor. Odayı yalnızca geceleri kullanıyor; gündüzleri park ve bahçelerde vakit geçiriyor, belediyelerin ücretsiz etkinliklerine katılıyor. Bir başka emekli ise 16 bin lira civarında maaş aldığını, kalp ameliyatı geçirdiğini ve düzenli tedavi gördüğünü ifade ediyor. Daha pahalı otellerden çıkıp daha ucuz olanlara yönelmek zorunda kaldığını anlatıyor. ∗∗∗ Bugün 2 milyonu aşkın 65 yaş üstü yurttaş yoksulluk içinde yaşıyor. Her dört haneden birinde en az bir yaşlı birey bulunuyor; yaklaşık 1,75 milyon yaşlı ise tek başına hayatını sürdürmeye çalışıyor. Öte yandan, yaşlı nüfusun yüzde 12,2’si ise hâlâ iş gücüne katılmaya mecbur bırakılıyor. Çünkü milyonlarca insan, emeklilik yaşına gelmiş olmasına rağmen geçinemediği için çalışmak zorunda kalıyor. Barınma krizi yalnızca emeklileri değil, engelli bireyleri de derin bir yoksulluğa sürüklüyor. Aylık 6 bin 450 lira engelli maaşıyla yaşamını sürdürmeye çalışan bir başka emekli, kaldığı otel odasında tuvalet ve banyonun bulunmadığını söylüyor. Katlarda ortak tuvaletler yer alıyor, banyo yapmak ise ayrıca ücret gerektiriyor. Buna rağmen hâline şükrettiğini dile getiriyor; çünkü terminalde kalanlar, sokakta yatanlar olduğunu hatırlatıyor. Zeytin ve peynir gibi en temel gıdalara bile ulaşmakta zorlandıklarını anlatıyor. Şüphesiz, bu tablo kendiliğinden ortaya çıkmadı. AKP iktidarının sermayeden yana ekonomi politikaları, yüksek enflasyon ve düşük ücret politikasıyla birleşerek emekçilerin ve emeklilerin gelirlerini her geçen gün eritti. TÜİK’in gerçeği yansıtmayan enflasyon verileri üzerinden yapılan maaş artışları, çarşıda ve pazarda yaşanan gerçek enflasyon karşısında anlamını yitirdi. ∗∗∗ Kamu emekçileri tarafından yapılan araştırmalar bu gerçeği net biçimde ortaya koydu. Kasım 2025 itibarıyla açlık sınırı 30 bin liranın, yoksulluk sınırı ise 93 bin liranın üzerine çıktı. Dört kişilik bir ailenin yalnızca sağlıklı beslenebilmesi için yapması gereken harcama 26 bin lirayı aşarken; barınma, ulaşım, eğitim ve sağlık giderleri eklendiğinde yoksulluk sınırı 93 bin lirayı geçti. Tek başına yaşayan bir bireyin insanca yaşayabilmesi için gereken gelir ise en az 43 bin lira olarak hesaplandı. Buna rağmen bütçenin yükü dolaylı vergiler yoluyla emekçilerin ve emeklilerin sırtına bindirildi. Kamu kaynakları şirketlere ve sermaye gruplarına aktarılırken, halk en çok vergi ödeyen ama en az kamusal hizmet alan kesim haline getirildi. Sosyal devlet ilkesi bütçe planlamalarında adım adım terk edildi. Milyonlarca emekliye fiilen yaşama hakkı tanınmadı. Milyonlarca işçiye ise açlıktan ölmeyecek kadar gelirin yeterli olduğu söylendi. İnsan gibi yaşamak bu düzende bir seçenek olmaktan çıkarıldı. Bir maaş, bir oda, bir hayat… daha fazlası yok. Bu ülkede yaşlanmak, sosyal devletin terk ettiği bir alana dönüşmüş durumda. Türkiye bugün derinleşen bir gelir adaletsizliğiyle karşı karşıya. Yoksulluk kalıcı hale gelirken, emekliler otel odalarında, engelliler ortak lavabolarda, emekçiler ise açlık sınırında yaşamaya zorlanıyor. Bu düzen sürdürülebilir değil. Yoksulluğun kader gibi sunulmasına karşı, bütçenin halka dönmesi ve emeğin hakkının verilmesi artık ertelenemez bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor. Bu eşitsizlik insanlık onurunu doğrudan hedef alıyor.