Yaş almak: Eksilmek değil, derinleşmek

Yaş almak, çoğu zaman bir kayıp gibi anlatılır. Sanki her yıl, insandan bir şey eksiliyormuş gibi… Gençlikten düşen günler, azalan güç, geride kalan zaman. Oysa yaş almak, kaybetmek değildir. Yaş almak, öğrenerek ağırlaşmak; acıya, hataya, eksikliğe rağmen insan kalabilme sanatıdır. Bu hafta yeni bir yaş alıyorum. Elli dokuz yaşına giriyorum. Altmışa bir yıl kala, yaş almanın ne demek olduğunu ilk kez bu kadar sakin, bu kadar berrak hissediyorum. Geride kalan yıllara bir muhasebe gibi değil, bir teşekkür duygusuyla bakıyorum. Eksilenlere değil; bende kalanlara, beni insan yapanlara… Takvimden düşen yapraklar değildir sadece olan; mesele geçen zaman değil, insanın içinde biriken tortudur. Hatırladıklarıdır, unuttuklarıdır, affettikleri ve affedemedikleridir. Yaş almak, eğer bilinçle yaşanmışsa, bir zayıflama değil; bilgeliğe açılan bir yol, hoşgörüye doğru atılmış ağır ama sağlam adımlardır. İnsan, yaş aldıkça daha az acele eder; daha çok anlar. İnsan, daha az yargılar; daha çok bağışlar. Kendinden sonrakine bakarken üstten değil, yan yana bakmayı öğrenir. İçinde yaşadığımız çağ, hızı kutsallaştırıyor. Yavaşlamak zayıflık, durmak, yenilgi sayılıyor. Oysa insan, hızlandıkça çoğalmaz; yavaşladıkça derinleşir. Yaş almak, bilinçle yaşanıyorsa bir eksilme değil, ayıklanma hâlidir. Bugün hayata, her günün bir son akşam yemeği olabileceği bilinciyle bakıyorum. Bu düşünce insanı karartan değil, aksine hafifleten bir bilinçtir. Çünkü sonu düşünen insan, kibri değil, sorumluluğu büyütür. 22 Aralık 1966. Batman’da, petrol işçilerinin yaşadığı Garzan işçi kampında başladım hayata. Annem Hediye, babam Osman. İkisini de uzun yıllar önce kaybettim. Babamı kaybettiğimde, hayat bana ilk kez sert bir şey öğretti: Büyümek bazen takvimle değil, bir boşlukla başlar. Babayı kaybettiğiniz gün, tekrar yürümeyi öğrenmeye başlar gibi olursunuz. Henüz çocukluk bitmez ama artık eskisi gibi değildir. Annem gittiğinde ise şunu öğrendim: Artık çocuk değildim. Anne ve babayı kaybettiğinizde dünya size bir şey söylemez; ama siz anlarsınız onların yokluğundaki dünyayı. Artık korunacak biri değil, koruyacak birisinizdir. Artık evlat değil, emanetsinizdir. Artık babasınız. Annem, ne zaman sorsam aynı cümleyi kurardı: “Genelde hepinizi sabaha karşı doğurmaya çalıştım, gece vakti kimseye yük olmamak için.” Bu, yalnızca bir anne refleksi değildi; Anadolu’ya özgü, sessiz bir ahlaktı. Babam kulağıma Ahmet adını fısıldamıştı. Yaygın bir isimdi Ahmet. İsim bazen kader değil; yön duygusudur. Ahmet Arif’in hatırlattığı gibi, insanı insan yapan şey önce sevmeyi öğrenmesidir. Babamı kaybettiğim yıl, hayat bana beklemediğim bir karşılaşma sundu: Yaşar Kemal. Zamanla bir yoldaş, bir usta, bir öğretici ve manevi bir baba oldu. O, yolun kendisi değildi; yolun vicdanıydı. Bir bilgi ağacı gibiydi. Gölgesine sığınırsınız ama sizi gölgede bırakmaz. Yolu sizin yerinize yürümez; nasıl yürüneceğini hatırlatır. Birlikte geçirdiğimiz zaman sayılıydı ama yoğundu. Susarak, dinleyerek, bakarak çok şey öğrendim. Bazı insanlar yol göstermez; yolun ahlakını öğretir. Bir yaşındayken solak olduğumu fark etmişler. Dünyada solak olmak, sağ elini kullananlara göre çok daha az rastlanan bir durumdur. Hurafelerin güçlü olduğu yıllardı. Ama kimse elimden tutup yönümü zorla değiştirmedi. Oysa tarih bize şunu söyler: Solaklık bir eksiklik değil, bir başka bakış biçimidir. Leonardo da Vinci solaktı. Einstein solaktı. Bilimde, sanatta, düşüncede dünyayı dönüştüren pek çok isim dünyaya biraz tersinden bakabilen insanlardı. Ben solaklığı hiçbir zaman bir üstünlük olarak görmedim. Ama bir lütuf olarak gördüm. Tanrı’nın, insana bazen dünyayı alışılmışın dışından algılama imkânı verdiğine inanırım. Mesele hangi elle yazdığınız değil; dünyaya hangi dikkatle baktığınızdır. Cemil Meriç’in dediği gibi: “İnsanı sakatlayan çoğu zaman yoksulluk değil, ona zorla giydirilen kalıplardır.” Kalabalık ama sıcak bir çocukluktu benimkisi. Mezopotamya’nın sesleriyle, masallarıyla büyüdüm. Kalabalık sofralarımız vardı; ortak yanları bolluk değil, yokluktu. Ama yokluk insanı eksiltmez; erken terbiye eder. Şımarmayı değil, paylaşmayı öğretir. Biz “sonradan görme” değildik; göre göre büyüdük. Yokluk sofraları insana bir şeyi çok erken öğretir: Hayat, kimseye yukarıdan bakılarak yaşanmaz. Kibir çoğu zaman güç sanılır; oysa insanı güçlü değil, kırılgan kılar. Çünkü kibir, insanın kendini büyütmesi değil, başkalarını küçülterek ayakta kalma çabasıdır. Kibirli insan yükselmez; yerden kopar. Topraktan uzaklaştıkça köksüzleşir, köklerini kaybettikçe de en küçük rüzgârda savrulur. Bu yüzden kibir bir karakter özelliği değil, ilerleyici bir hastalıktır. İnsanı duymaktan, anlamaktan, öğrenmekten alıkoyar. En tehlikeli yanı ise şudur: İnsana kendini tamamlanmış hissi verir. Oysa insan ancak eksik olduğunu kabul ettiğinde derinleşir. Tevazu ise küçülmek değildir. Tevazu, insan olmanın eşitliğini bilmektir. Aynı sofraya oturabilmeyi, aynı ekmeği bölüşebilmeyi, aynı sessizliği utanmadan paylaşabilmeyi göze almaktır. Yoklukta kurulan sofralar, insanı büyük hayallerden değil, büyüklenme ihtiyacından korur. Belki de bu yüzden, hayatım boyunca öğrendiğim en zor ama en gerekli şey şuydu: İnsan, yükseldikçe değil; toprakla bağını korudukça güçlü kalır. Zamanla kazandım; güçlendim. Ama o güç, bana sahip olma değil, emanet alma duygusu verdi. Çünkü yoklukta öğrenilen şey şudur: Varlık, tek başına anlam değildir; anlam, paylaşıldığında ortaya çıkar. Bu düşünceyle Güneştekin Vakfı’nı kurdum. Bugün vakıf; sanat ve bilim alanlarında eğitim gören, maddi zorluklar yaşayan gençlere burslar sunuyor, onların üretimlerini sergileyebilecekleri, mesleklerini özgürce icra edebilecekleri kültür ve sanat kurumları inşa etmeye çalışıyor. Bu bir bağış hikâyesi değil; hayatın bana öğrettiklerine verilen sakin bir karşılıktır. Sanat yolum da bu terbiyeden süzüldü. Sekiz yaşında marangoz atölyesinde çıraklık yaptım. Ahşap sabrı öğretti bana. On iki yaşında metalle çalıştım; direnci ve ölçüyü öğrendim. Zamanla taşla, toprakla ilişkim derinleşti. Zanaatin yaratıcılıkla buluştuğunda sanata dönüştüğünü yaşayarak gördüm. Anadolu’yu karış karış gezdim. Masallar, halk söylenceleri, coğrafyanın tatları ve mutfakları gençliğimin pusulası oldu. Sanat benim için bir üslup değil; hafızayı taşıma biçimi oldu. 2003’te Atatürk Kültür Merkezi’nde Karanlıktan Sonraki Renkler sergisiyle yol görünür oldu. Sonra yol uluslararasılaştı. İşlerim farklı coğrafyalarda izleyiciyle buluştu, koleksiyonlara ve müzelere girdi. Bu karşılaşmalar beni büyütmedi; beni sorumlu kıldı. Urla’da hayata geçirdiğim müze, üretimi, paylaşımı ve eğitimi bir arada düşünen yaşayan bir kültür alanı olarak kuruldu. Venedik’te ise, 16. yüzyıldan kalma Palazzo Gradenigo’yu satın alarak, onu bir kültür yapısı olarak yaşatmak üzere titiz bir restorasyon sürecine girdim. Bu, bir mülk edinimi değil; bir hafızayı geleceğe taşıma sorumluluğudur. 2026’da Venedik’te açılacak “Sessizlik / Silence” sergisi, bu yürüyüşün doğal bir durağı. Sessizliğin kaçış değil, direnç; suskunluğun eksiklik değil, derinlik olduğunu hatırlatmayı amaçlıyor. Hannah Arendt’in işaret ettiği gibi, hakiki cesaret bağırmakta değil, sorumluluk alarak düşünmektedir. Bugün dönüp baktığımda şunu görüyorum: Yaş almak bir kayıp değildir. Yaş almak bir eksilme değildir. Eğer insan kalınabilmişse, ölüm karşısında sertleşmek yerine yumuşayabilmişse, yanlışlardan ders alabilmişse, kendinden sonrakine daha şefkatli, daha anlayışlı bakabilmişse, kibri yük olmaktan çıkarabilmişse… Yaş almak, bir geri çekilme değil, bir derinleşme biçimidir. Ve belki de bütün mesele budur. *Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. yas derinleşmek Ahmet Güneştekin Independent Türkçe için yazdı Ahmet Güneştekin Cumartesi, Aralık 20, 2025 - 09:00 Main image:

Fotoğraf: Ahmet Güneştekin arşivi

TÜRKİYE'DEN SESLER Type: news SEO Title: Yaş almak: Eksilmek değil, derinleşmek copyright Independentturkish: