Konuya geçmeden önce şu hususun aydınlanmasında yarar vardır şöyle ki; “Sıdk” ve “kizb” (doğru ve yalan); “zatî” ve “mevzuî” olmak üzere iki kısımdır. Diğer bir ifadeyle, birtakım önermeler “doğası gereği” yalan, bir kısmı ise, “konusuna bağlı olarak” doğrudur. Kadim düşüncede (Aristo felsefesinde) şöyle denirdi: “Sıdk ile hak (doğru ile gerçek) tek anlamlıdır. Örneğin bir söz söylendiğinde, şayet o söz dış dünyadaki gerçekler ile mutabık olursa, o sıdkıdır (doğru ve haktır), şayet dış dünyadaki gerçekler ile mutabık olmaz ise, o kizbdir (yalandır.)” Örneğin ben “ağaç yeşildir” dersem ve şayet bu söylediğim söz gerçek ile mutabık ise, yani dış dünyada bu sözümü doğrulayan yeşil ağaçlar mevcut ise, söylediğim bu sözüm doğrudur. Ve şayet bu sözüm gerçekle uyuşmuyorsa ve dışarıda yeşil ağaç diye bir şey bulunmuyorsa, bu taktirde bu sözüm yalandır. Demek oluyor ki, her sözün doğru ya da yalan olduğunun dışarıda ölçüsü mevcuttur. Şayet söylenen söz o gerçeğe uyuyorsa doğru, uymuyorsa yalandır. Buna “zati (doğası gereği) kizb ve sıdk denir.” Bilimsel devrimden sonra, “sıdk/doğru” için başka bir anlam daha ortaya çıktı şöyle ki; “Örneğin insan bir şey söylüyor. Fakat söylediği o şey dış dünyada mevcut değildir. Ama o sözü söyleyen şahıs, sözünden başka bir anlam kastediyorsa, o söz de doğru kabul edilir. Örneğin Araplarda birisinin eli açık olduğunu ve misafirinin hiç eksik olmadığını ima etmek için şöyle denirdi: “Falanın evinin önünde bolca kül vardır.” O dönemlerde evlerde elektrik ve doğalgaz bulunmadığından, haliyle yemekler odun ya da tezek kullanılarak hazırlanıyordu ve ocaklardan çıkan küller, evin bahçesinin bir bölgesinde toplanırdı. Bahçedeki biriken o külün çokluğu ya da azlığından, o eve gelip giden misafirlerin durumu değerlendiriliyordu. İçerisinde yaşadığımız bu çağda bile Araplar arasında bu misal hala dahi kullanılmaktadır. Fakat artık çağ değişmiş, odun ve tezek yerine doğalgaz ve elektrik kullanılıyor olmasına rağmen, şayet birisinin eli açık ve misafirperver olduğunu ima etmek isterlerse, yine de aynı misali söylerler. Ama artık bu sözün karşılığı, yani külün varlığı söz konusu değildir. Fakat o adamın elinin açık oluşu ve misafir perver olduğu vurgulandığı için, bu söz yalandır diyemeyiz ve doğru bir söz olduğunu kabullenmek zorundayız. Çünkü bu sözden kastedilenin kül değil, adamın elinin açık olduğu vurgulanmıştır deriz. Bu söze “zati kizb ve mevzui sıdk” denir. Yani o filan şahsın kapısında “külün olduğu yalan, şahsın eli açık olduğu doğrudur” denilir. Kuran’dan da şu örneği verebiliriz “Münafıklar sana geldiklerinde; biz senin, Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ederiz dediler. Allah, senin kendi elçisi olduğunu bilir. Allah, münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder.” (Münafikun: 1) Ayet diyor ki, münafıklar gelip senin peygamber olduğunu söylüyorlar. Bu doğrudur, sen O’nun peygamberisin, fakat onların senin O’nun elçisi olduğuna dair yaptıkları şahitlikleri yalandır. Çünkü sözlerinin karşılığı iç alemlerinde mevcut değildir. Yani onlar, yalan yere şahitlik ediyorlar. İşte peygamberin elçi oluşu doğrudur ve hariçte de bunun hakikati vardır, fakat münafıkların söyledikleri ve şahitlik ettikleri o sözlerinin kendi kalplerinde karşılığı olmadığı için, bu sözün bir tarafı doğru, bir tarafı da yalandır. Çünkü dilleriyle söyledikleri o sözün, akideleriyle mutabakatı yoktur. Bir araya geldiklerinde, “Bu, Allah’ın elçisi değildir” diyorlardı. Bu taktirde de bunların bu sözleri yalan oluyordu. Demek ki, dışarıdaki hakikatle mutabık olmayan her söz, yalan değildir. Yani bir yalan, dışarıdakiyle mutabık da olabilir. “Resulullah” diye söyledikleri o yalanlar, aslıda gerçekle bağdaşıyordu. Gerçekte o, Allah’ın Resulüydü. Fakat münafıkların söyledikleri “Resulullah” sözü, kalpleriyle uyum içerisinde değildi. Demek ki, bu da yalan türlerinden bir türdür. Aynı şekilde doğrunun da türleri vardır. Buradan şu sunuca gelmek istiyoruz: “Kuran’da geçen cennet, cehennem, kıyamet, sorgu, sual, nizam, terazi, hesap, kitap vs., bunların tümünün ister dış dünyada karşılığı bulunsun ister bulunmasın, hepsi de doğrudur. Ne Kuran yalancıdır ne de Muhammed peygamber. Hatta yalnızca Kuran doğrudur demiyorum, Tevrat, İncil, Mecusilerin kutsal kitaplar Avast’a, Buda ve Konfüçyüs’ün kitapları dahi doğrudurlar. Doğrulukları en azından mevzuidir. Hepsinde hükümler vardır. Tevrat ve İncil tahrif edilmemiştir. Kuran onların devamıdır. Çünkü kendisi bunu A’la Suresi 18 ve 19’uncu ayetlerde itiraf etmiştir: “Şüphesiz bu (öğretiler), önceki kitaplar, İbrahim ve Musa’nın kitaplarında da vardır.” (A’la: 18-19) Ve yine, şayet nebi cennet, cehennem, kıyamet, azap vs.ye inanıyorduysa ya da Allah’ın kastı bu sözleri ona söyletmekle, insanların çirkin işlere bulaşmasını önlemek için onları korkutmak amacını gütmüş ise, o taktirde bu sözler de doğrudur. Demek ki, karşılığı olmasa dahi, ayetlerde geçen tüm cennet, cehennem, hesap, kitap vs. gibi şeyler, tümüyle doğru sözlerdir. Buna dair, şöyle bir misal da verebiliriz. Kuran’da şöyle geçer: “O gün cehennem “doldu mu?” deriz. O, “Daha var mı” der.” (Kaf: 39) Peki, Allah’ın cehennem ile konuşacağı doğru mu? Allah ondan sorduğu zaman cehennemin O’na cevap verecek dili var mıdır? Allah’ın onu konuşturmaya kudretinin var olduğunu ve onun da konuştuğunu farz edelim. Peki Allah onun dolu ya da boş olduğunu bilmiyor muydu? Örneğin yolda giderken şoför muavinine, otobüsün arka koltuklarının dolu olup olmadığını sorabilir, ama ya Allah. Allah’ın bilmemiş olması mümkün mü? peki Allah bunu biliyorsa niçin soruyor? Öyleyse Allah’ın cehennemden sorması söz konusu değildir. Kuran’da geçen bu söz hem boş hem de doğru bir sözdür. Boş söz oluşu, Allah’ın her şeyi biliyor olmasından ötürüdür. Doğru söz olması ise, Allah’ın bu sözden kastının, bizlere bir şeyi anlatmak istemesindendir ve o da “cehennemin asla dolmayacağı” meselesidir. Müfessirlerin tümü de şöyle derler: “Hariçte Allah ile cehennem arasında böyle bir konuşma vuku bulmayacaktır. Fakat Allah’ın bu sözden kastı, cehennemin çok geniş olduğunu vurgulamak istemesidir.” Yani gerçekte Allah bu sözü ile kafirleri reddetmektedir. Zira kafirler gelip peygambere şunu diyorlardı: “Sen biz kafirlerin cehenneme gireceğini söylüyorsun ama, bizim sayımız hayli fazladır. Cehennem bizi içerisine sığdıramaz. Bizim en azından yarımız çenette kalırız.” Kısacası: “Bu sözün (Allah’ın cehennem ile konuşma meselesinin) dış dünyada mutabakatı yoktur ve gerçek dışıdır. Fakat doğrudur. Çünkü biz burada Allah’ın bu sözünden neyi kastettiğine bakarız. Allah bu sözünden, “cehennemin geniş olduğunu bildirmeyi” kastetmiştir ve bu da doğrudur.” Diğer bir örnek daha verelim: “Büyük bir odun yığınını düşününüz. Bir teneke benzini getirip onun üzerine döküp ateş veriyorsunuz. Bir insanın da aç ya da susuz olduğunu düşününüz. Açlıktan ya da susuzluktan kıvranan bu insanı tutup, o ateş yığınının içerisine atıyorsunuz. Alevlerin her taraftan o insanı sardığı zaman, artık o insanın açlığı ya da susuzluğu düşünmesi mümkün olur mu? Nitekim bir şairin şiirinde dediği gibi: “Büyük acılar, küçüğünü unutturur.” Kuran diyor ki: “Cehennemlikler cennetliklere “o sudan veya Allah’ın size verdiği rızıktan (biraz da) bize akıtın” diye seslenirler.” (Cennetlikler:) “Allah, bunları kafirlere haram kılmıştır” derler.” (A’raf: 50) Yani Allah cennetin yiyecek ve içeceklerini kafirlere haram kılmıştır. Peki insan cehennemde her tarafı ateş ve alevler tarafından sarılmış bir durumdaysa, onun cennet ehlinden yemek ve içmek gibi şeyleri talep etmesi makul bir durum olur mu? Ve yine öyle bir hal içeresindeyken, açlık ve susuzluk insanın aklına gelebilir mi? Bu konuyla ilgili örnekler çoktur ama, bir örnek daha vererek konuyu kapatalım istiyorum. Kuran şöyle buyuruyor: “Biz, ayetleri ancak korkutmak için göndeririz.” (İsra: 59) Kuran’ın bu ayetinden, Allah’ın Arapları cehennem ile korkutmak istediği ve peygamberin de bu yol ile zafer elde etmiş olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Dolayısıyla cehennemin mevcut olması ve fiili olarak varlığı şart değildir. Ondan kastedilen şey doğrudur ve cehennem maksada mutabık bir şeydir. Bundan dolayı da doğrudur. Dolaysıyla Kuran’da geçen tüm cennet, cehennem vs. ile ilgili konuların, dış dünyayla mutabık olmadığı doğru olduğu gibi, maksatla mutabık olduğu da doğrudur. Ayrıca nebi de doğrudur. Çünkü onun sözleri maksadıyla mutabıktır. Bu konuları izah ettikten sonra, şimdi asıl sorunun cevabını bulmaya çalışalım. Acaba insana ikinci bir hayat daha yazılır mı? Cevabı şudur: “Bizler her şeyden önce, yalnızca Allah’ın Baki olduğuna iman ediyoruz. Bu hususta bütünüyle müminiz. İnanıyoruz ki Allah, ebedi ve ezeli olarak mevcuttur. “Beka”, yalnızca Allah’a hastır. Kuran’daki ayet de bunu teyit ediyor: “Yer yüzünde bulunanların hepsi fanidir. Azamet ve kerem sahibi Rabbinin zatı/yüzü ise bakidir.” (Rahman: 26-27) Ayet, yalnızca Allah’ın veçhi/yüzü baki kalacak ve diğer her şey fani/yok olup gidecektir buyuruyor. Peki Allah’ın yüzü nedir? Bunu şu örneklendirmeyle izah edebiliriz: Örneğin güneş vardır, aynı zamanda güneşin yüzü de vardır. Güneşin yüzü onun ışıltısı/nurudur. Fakat güneşin kendisi “zatiyatıdır.” (Yani onun varlığı ve temel özellikleri, onun özünden gelir, başka bir şeye muhtaç değildir. O, kendi hakikatiyle vardır ve tanımı gereği öyledir.) Ayette geçen “Rabbinin yüzü baki kalacaktır” sözünden maksat da şudur: “Yani yalnızca Allah ile, O’nun yüzü olanlar (kalbinde Allah’ın nurunu biriktirenler) baki kalacaklardır. Diğer bir ifadeyle, yalnızca “elAhyar” (hayırlı olanlar) kalacaklardır. “el-Eşrar” (kötüler) ise fani olup gideceklerdir. Onlar için ikinci bir hayat yazılmayacaktır. İyilerin baki kalmalarının nedeni ise, onların kalplerinde “ilahi nur” un bulunmasıdır. Örneğin bir ağaç, ne kadar güneşin nurundan fazlaca yararlanmış olursa, o ağacı yaktıklarında onun ateşi ve devam süresi, o kadar fazla olur. Çünkü o ağaç, ateşini güneşin nurundan kesp etmiştir. Aslına ağacın enerjisi kendinden değil güneştendir. O enerjiyi ağaç kendinde stoklamıştır. Örneğin şimdiki modern telefonlar da kendinde enerji topluyorlar. Varlık alemi içerisinde bunlar gibi enerji şarj kabiliyeti olan her şey, onu toplayıp stok edebiliyor. Fakat canlı varlıklar alemi içerisinde ilahi nuru şarj etme kabiliyeti olan tek varlık, insan türüdür. Yani, nasıl ki eski normal telefonlarda şarj yükleme cihazı yoksa ve yalnızca şu andaki cep telefonlarında enerji depolama imkânı varsa, insan da öyledir. Bu varlık diğer canlılara göre en fazla gelişen ve ilerleyen bir varlıktır. Şarj etme imkânı olduğu için insanoğlu da ilahi nuru kendinde stoklama yapabiliyor. İşte baki kalan şey bu ilahi nurdur ve ona sahip olan insan da onunla baki kalır. Böylece bu “Salih insan” için “ölümsüzlük” yazılır. Fakat bu “ölümsüzlük/bakilik” cisim vs. için değildir, cisimler tümüyle toprak olurlar. Konuyu bir örneklendirme üzerinden şöyle anlatabiliriz: “Örneğin bir yağmur damlası denize düşüyor. Bu damla havada iken onun belirli bir hacmi ve muayyen bir şekli vardır. Denize ulaştığı zaman onunla birleşiyor. Birleştiği taktirde de onun hem hacmi hem de şekli ortadan kalkıyor. Fakat bu hususiyetleri kaybolmasına rağmen, o zati özelliği olan suyu baki kalıyor. Yani o damla hem fani hem de baki oluyor. Onun bakiliğinin sebebi, denizle birleşmesidir. Biz insanlarda iki türlü ruh vardır, biri “hayvanî” diğeri de “ilahî” ruhtur. Hayvanî ruhumuz, diğer hayvanların ruhları gibi yok olup gidiyor. Fakat “ilahî” olan ruhumuz kalıcıdır. “Onun yaratılışını tamamlayıp, ruhumdan ona üfürdüğüm zaman…” (Hicr: 29) ayetindeki sözü edilen bu ruh, kalıcı olan “ilahî” ruhtur. Bu ilahî ruhtan kasıt “hub/sevgi” dir. Şayet bir insanda “hub/sevgi” varsa, o insanda “ilahî ruh” vardır. Zira Allah “hub” dur. Bu hub’ dan kasıt, insanın zatına dair olan hub değildir. Böyle bir hub hayvanlarda da vardır. Bu hub’ dan kasıt, Allah’a ve O’nun yarattığı şeylere dair hub’dur. Demek ki şayet bir insanda “hubbullah” (Allah sevgisi) varsa, “ilahi nur” o insanın yanındadır. İşte bu nuru korumak ve güçlendirmek gerekir. İnsanı ölümünden sonra koruyup bakirleştirecek olan nur da budur. Şayet insanda bu ilahi nur yoksa, onun hali, hayvanların durumunun aynısıdır. O insan ile milyonlarca tavuğun arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü tavukta da ruh vardır ama, onda olan ruh hayvani ruhtur. Din adamlarının dediği “ruh bakidir” sözü doğru değildir. Ruh da fani olandır. Çünkü insanların büyük çoğunluğu da hayvan gibidir. Bizim bu sözümüzü Kuran da onaylıyor. “Onlar hayvan gibidirler” (Furkan: 44) diyor. Yani insanların da büyük çoğunluğu hayvan gibi yiyip, içip, uyuyor ve şehvetini giderip ölüyorlar. Bunların hayvan gibi değerlendirilmesi olayı da makul bir şeydir. Örneğin Çin’de milyarlarca insan asla düşünmezler. Yalnızca yer, içer, uyur, ziraatlarını işler, üretimlerini yapar ve şehvetlerini giderip ölürler. Düşünün bunlar cennete konulsa ve sonsuza dek orada yaşasalar, iş nereye varır, çocukları da öyledir. Bilim insanlarının dedikleri gibi çocuklar “duyuları” ile yaşarlar. Zira onlar hayvani duyulara sahipler. Yalnızca yer, içer, uyur ve hayatlarını bu şekilde yürütürler. Dolaysıyla çocuklarda da ilahi nur ve ilahi ruh bulunmaz. Fakat kendinde ilahi ruh olanlar, Allah baki olduğu için onlar da baki olurlar. Çünkü dedik ki bu ruh, Allah’tan iktibas edilmiş bir ruhtur. Dolaysıyla, bizim hem Allah’ın hem de O’nun tecelli ettiklerinin baki kalacağına dair en güçlü delilimiz, bu ayette geçen meseledir. Ayet şöyle der: “Her şey fâni olacaktır, bir tek rabbinin yüzü hariç.” (Rahman: 27) Şayet desek ki öldükten sonra bütün insanların ruhu ebedi kalacaktır, peki o taktirde “her şey fani olacaktır” ayetinin anlamı ne oluyor? Ayet, “bir tek Rabbinin yüzü baki kalacaktır” diye beyanda bulunuyor. Dolayısıyla, kim öldükten sonra ebedi olarak ruhunun baki kalmasını istiyorsa, “ilahî ruha” sahip olması gerekir. Benim burada söylediğim bu sözler ne aklî ne de felsefî sözlerdir. Yalnızca irfanî sözlerdir. Bu konulara, tabiattaki şahitler ile ikna olmamız lazım. Bakınız, tabiatta ne kadar da fazla tohumlar vardır. Buğday danelerini göz önüne alalım. Ziraat işleriyle uğraşanlar her yıl sayısızca buğday danelerini değirmenlerde una çeviriyorlar, ekmeğe dönüştürüp yiyorlar. Fakat o danelerin örneğin milyarda birini de baki bırakıyorlar. Böylece, o geriye bırakılan buğday danelerine ikinci bir hayat hakkı daha yazılmış oluyor. Elbette ki bu ikinci hayat, tüm tohumlar için olmuyor. Hurma, incir vs. çekirdekleri de öyledir. Milyarda birini ancak dikip ağaca dönüştürebiliyoruz. İşte bir tek bu dikilen çekirdeğe, ikinci bir hayat yazılmış oluyor. Tavuk yumurtası da öyledir. Günde yüzlerce milyon yumurtayı tavuklardan alıyoruz. Bunlardan %99’unu pişirip yiyoruz, ancak bir tanesini kuluçka makinasına koyup ondan civciv alıyoruz. Yani o yumurtaya ikinci bir hayat hakkı veriyoruz. Tabiattaki birçok şey de öyledir. Büyük çoğunluğu zayi oluyor, fakat çok azına da ikinci bir hayat hakkı yazılıyor. İncil’e baktığınızda İsa Mesih de şöyle diyor: “Salih kimse olur iseniz, Allah’ın çocukları olursunuz ve Allah’ın melekutuna gitmiş bulunursunuz.” Şu sözü de çok önemlidir: “İkinci kez doğmayan biri, Allah’ın melekutunu göremez.” Yani ahiretteki hayatını, senin tahakkuk ettirmen lazım. Sende “ilahî nur” olur ise, ikinci kez doğmuş olursun. Şayet ilahî ruhun yoksa, durumun diğer mahlukatın durumu gibi olur ve heder olup gidersin. Bazıları diyor ki, şayet cehennem olmazsa, insanların durumu nasıl olur. İnsanlar her şeyi mübah görürler. İşler karışır, büyük ıstıraplar oluşur. Örneğin cinayetler olur, örgütler, mafyalar ve eşkıyalar ortaya çıkar. Diyorum ki, insanlar arasında en fazla cehenneme inananlar Müslümanlardır. Ahlak açısından da insanlar arasında en kötüleri yine Müslümanlardır. Örneğin Japonlar ne cennete ne de cehenneme inanırlar. Onların arasında çok azı müstesna ne yalan vardır ne de dolan. Fakat biz Müslümanlarda cennet, cehennem, hesap, kitap vs. gibi birçok inançlarımız bulunmasına rağmen, yine de en fazla yalan, dolan, kul hakkı yemek vs. bizlerde mevcuttur. Demek ki cennet ve cehenneme iman davasının bir faydası yoktur. Şu cehennem korkusu lafını bir kenara bırakmak lazım. Cehennem korkusu sesleri, bizim kalbimizdekileri de bozup çirkinleştiriyor. Şayet “Allah’ın cehennemi yoktur” dersek, Allah, hayli yüksek derecede insanlar nezdinde sevimli olur. Yani insan hayli yüksek dereceden Allah’ı sevmiş olur. Bu sevginin yanında cennet bir şey değildir. İsa Mesih şöyle der: “Kim ikinci kez doğmazsa, Allah’ın melekutunu görmeyecektir.” “Allah’ın melekutunu” da şöyle açıkladık: “Dedik ki, bir insan şayet Allah’ın ruhuna (ilahi ruha) sahip olur ve O’na döner ise, Onunla sonsuzlaşmış olur. Aynen bir yağmur damlası misali, şayet denize düşer ise, o da deniz olur. İnsan da Allah’a döner ve Onunla buluşur ise, o insan da Onunla birlikte olur ve sonsuzlaşır. Yani fena fillah olur. Böyle olmaz ise “hayvan olur.” Yer, içer, uyur ve onun cenneti bu olur. Oysaki arifler açısından insan, hayvanlık aşamasından tekamüle başlar. Çocukluğundan itibaren insanlık merhalesine ulaşır ve Salih insan olur. Ahlaklı ve sorumlu bir varlığa dönüşür. Öldükten sonra ise, geleneksel bakışa göre cennete girer hayvan olur. Rabbiyle birlikte sonsuzlaşır. Ariflerin bakışına göreyse “İlahi potada erimiş bulunur. *Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. ikinci hayat insanı kamil Hasan Kanaatlı, Independent Türkçe için yazdı Hasan Kanaatlı Cumartesi, Aralık 20, 2025 - 09:15 Main image:
Görsel: indigodergisi.com
TÜRKİYE'DEN SESLER Type: news SEO Title: İkinci bir hayat ancak insan-ı kamile yazılır copyright Independentturkish: