CHP’nin 'Milli Dayanışma' raporu üzerine akademik ve hukuki bir eleştiri

CHP’nin TBMM’ye sunduğu Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu raporu, Türkiye’de uzun süredir tıkanmış olan “terör, çözüm ve demokrasi” tartışmalarını yeniden Meclis zeminine taşıma iddiası bakımından önemlidir. Ancak rapor, akademisyenler ve hukukçuların yıllardır altını çizdiği temel ilkesel sorunları aşmakta zorlanıyor. Sorun tam da burada başlıyor: Söylem demokratik, çerçeve ise ne yazık ki muğlak. CHP’nin komisyona sunduğu raporda; esas mahkemesi ve insan hakları kararlarının kurulması, toplumsal barışın inşası, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, Terörle Mücadele Kanunu’nun değiştirilmesi, halkı düşmanlığa tahrik suçunun yeniden düzenlenmesi, otoriter yönetimler döneminde uygulanan yasakların kaldırılması, halkın haber alma özgürlüğü, sansür niteliğindeki yasal düzenlemelerin değiştirilmesi, basın ve örgütlenme özgürlüğü, katılımcı yasama süreci, yurttaş katılımının artırılması gibi çok sayıda başlık yer almaktadır. Raporda ayrıca bireysel silahlanma, madde kullanımı ve özellikle uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele, ceza mevzuatının yeniden yapılandırılması, kanun hükmünde kararnameyle ihraç edilenlerin durumu, yargının bağımsızlığı, adil yargılanma hakkı, gizli tanık uygulamaları, savunma hakkının güçlendirilmesi, ceza infaz sistemindeki insan haklarına aykırı uygulamalar, kadın ve çocuklara yönelik şiddetle mücadele, İstanbul Sözleşmesi’nin yeniden gündeme alınması gibi hususlar sıralanmaktadır. Bunların tamamı hukuk devleti, yargı reformu ve demokratikleşme başlıklarıdır. Ancak bu konuların Kürt sorununun çözümüyle ya da Türkiye’nin terörsüzleştirilmesiyle doğrudan ve özgül bir bağ kurduğu söylenemez. Nitekim raporda İmralı süreci, silahlı yapılar, PKK mensubu tutuklu ve hükümlülere ilişkin herhangi bir yaklaşım, Suriye ve Irak boyutu, iç ve dış güvenlik dengeleri ya da bölgesel dinamikler yer almamaktadır. Dahası, raporda Dersim olaylarına atıf yapılmış; geçmişte yaşanan acı travmalarla ilgili olarak cadde, sokak ve köy isimlerinin değiştirilmesi, Nevroz Bayramı’nın resmi bayram ilan edilmesi, cezaevlerinin “demokrasi müzesi”ne dönüştürülmesi, koruculuk sistemi ve boşaltılan köylerle ilgili öneriler sıralanmıştır. Oysa bu başlıkların çok büyük bir kısmı (%90’dan fazlası) geçmiş yıllarda ya yasal düzenlemelerle hayata geçirilmiş ya da fiilen uygulanmıştır. Mayınlı arazilerin temizlenmesi, faili meçhul suçlarda zaman aşımı tartışmaları, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi konular da zaten uzun yıllardır dile getirilen ve önemli ölçüde karşılık bulan önerilerdir. Raporda dikkat çeken bir başka husus ise, Kürt sorununun “özel ve genel hukuki düzenlemelerle” çözümüne dair CHP’nin kendi hazırlıklarını yaptığını belirtmesine rağmen, bu hazırlıkların tamamlanmasını adli makamlardan beklendiğinin ifade edilmesidir. Bu yaklaşım, meselenin Türkiye’nin kendi iç dinamikleriyle çözülmesi gerektiği gerçeğiyle çelişmekle beraber iktidarı hedefleyen bir partinin mevcut iktidardan beklenti sunması gibi biri paradoks oluşturmaktadır. Özetle; rapor, “demokratikleşme” kavramını merkeze almış ancak terörün sona erdirilmesi ve Kürt sorununun özgül çözümüne dair somut, özgün ve yeni hiçbir politika üretmemiştir. Komisyonun adında yer alan “terör” ve “Kürt sorunu” kavramları, metnin içeriğinde neredeyse hiç karşılık bulmamaktadır. CHP, yalnızca uzun yıllardır savunduğu genel demokratikleşme taleplerini yeniden sıralamış, bunları da mevcut siyasal davalarla –özellikle İmamoğlu ve Gezi süreciyle– ilişkilendirerek raporu dar bir politik zemine sıkıştırmıştır. Oysa CHP, bu konuda yüzlerce raporu, onlarca çalışması ve ciddi bir kurumsal hafızası olan bir partidir. 1989’dan bu yana parlamentoya taşınmış, büyük bölümü hayata geçirilmiş önerileri tekrar etmek yerine; Türkiye’yi gerçekten terörsüzleştirecek, Kürt sorununun iç ve dış boyutlarını kapsayan, bölgesel gerçeklikleri gözeten kapsamlı bir çözüm perspektifi ortaya koyması beklenirdi. Bu yapılmamıştır. Bu haliyle CHP, Kürt sorunu ve Türkiye’nin terörsüzleşmesi konusunda tabiri caizse sınıfta kalmıştır. Halbuki bu alanda en bilgili, en donanımlı ve en deneyimli parti olması gereken CHP’dir. Çünkü yüzlerce rapor vardır, kitaplar vardır; bu çalışmaların önemli bir kısmı da bizzat benim kalemimden çıkmıştır. “Kürt Sorunu mu?” Kitabımda yapılan analizler ve birikimler bugün hala güncelliğini korumaktadır. Rapordaki en dikkat çekici başlıklardan biri, terör tanımının netleştirilmesi çağrısıdır. Ne var ki bu çağrı, anayasa hukukçularının uzun süredir dile getirdiği temel bir eksikliği yeniden üretmektedir. Terör tanımı yalnızca güvenlik merkezli değil; insan hakları, ifade özgürlüğü ve örgütlenme hakkı ekseninde yapılmadığı sürece, hukuk devletinin değil, idarenin ihtiyaçlarının ürünü olur. CHP raporu bu dengeyi kurmak yerine, güvenlik dili ile hak dili arasındaki gerilimi askıda bırakmaktadır. Bu durum, tanımı netleştirmekten çok, yeni belirsizlikler üretme riski taşır. Benzer bir muğlaklık, “meşru aktörlerle çözüm” vurgusunda da karşımıza çıkıyor. Hukukçuların temel uyarısı açıktır: Meşruiyet, siyasal takdirin değil; halk iradesinin ve anayasal düzenin ürünüdür. Rapor, bu ilkeyi açıkça tanımlamak yerine, meşruiyeti yoruma açık bir siyasal alana bırakıyor. Oysa bu yaklaşım, bugün uzlaşma adına kullanılan bir kavramın, yarın dışlayıcı bir enstrümana dönüşmesinin önünü açabilir. Türkiye’nin geçmiş deneyimleri, bu riskin teorik değil, son derece somut olduğunu göstermiştir. Akademik perspektiften bakıldığında da tablo çok farklı değil. Prof. Dr. Baskın Oran’ın yıllardır savunduğu “eşit yurttaşlık temelinde kimliklerin tanınması” yaklaşımı, raporda daha çok temenni düzeyinde yer alıyor. Kimlik temelli eşitsizlikler, yapısal bir sorun olarak değil; güvenlik politikalarının tali bir sonucu gibi ele alınıyor. Bu yaklaşım, sorunun kaynağını değil, semptomlarını konuşmak anlamına geliyor. Dahası, Şerif Mardin’in merkez-çevre teorisi ışığında okunduğunda, raporun dili merkezden çevreye doğru bir “doğruyu anlatma” tonunu koruyor. Yerinden yönetim mekanizmalarının demokratikleştirilmesi ya da yerel aktörlerin karar süreçlerine gerçek anlamda dahil edilmesi gibi somut öneriler metinde yer almıyor. Demokrasi, yalnızca merkezde kurulan komisyonlarla değil; çevrenin söz ve karar sahibi olmasıyla derinleşir. Raporda TBMM zemininde tartışma çağrısı yapılması ise kuşkusuz olumlu. Ancak hukukçuların altını çizdiği temel bir eksiklik burada da kendini gösteriyor: şeffaflık ve katılım mekanizmaları. Prof. Dr. Mithat Sancar’ın sıkça hatırlattığı gibi, barış ve çözüm süreçleri kapalı kapılar ardında değil, toplumun gözü önünde yürütülmelidir. Raporda mağdur kesimlerin dinlenmesine atıf yapılmakla birlikte, bu süreci denetleyecek bağımsız izleme ve raporlama mekanizmaları önerilmiyor. Oysa demokratik meşruiyet, yalnızca dinlemekle değil, hesap verebilirlik üretmekle mümkündür. CHP raporu, mevcut iktidarın sert güvenlikçi söylemine kıyasla daha yumuşak, daha kapsayıcı bir dil kurma çabası taşımaktadır. Ancak hukuk devleti, niyetle değil normla; demokrasi, çağrıyla değil mekanizmayla inşa edilir. Terör tanımının insan haklarıyla dengelenmediği, meşruiyetin anayasal sınırlarla çizilmediği ve katılımın kurumsallaştırılmadığı bir metin, çözümden çok yeni tartışmaların kapısını aralayabilir. Türkiye’nin ihtiyacı, yalnızca “kardeşlik” söylemi değil; hukukun, siyasetin gölgesinden çıkarıldığı gerçek bir demokratik zemindir. Bu tartışmayı yalnızca Türkiye içi hukuki ve akademik referanslarla sınırlamak, meselenin yapısal boyutunu eksik bırakır. Uluslararası terörizm literatürü de, “terör” kavramının evrensel ve zamandan bağımsız tek bir tanımının mümkün olmadığı konusunda büyük ölçüde uzlaşmıştır. Bruce Hoffman’ın klasikleşmiş çalışmalarında altını çizdiği gibi, terör tanımları her zaman politik bağlam, tarihsel deneyim ve iktidar ilişkileri tarafından şekillendirilir. Martha Crenshaw ise terörü, sabit bir suç kategorisinden ziyade, değişen siyasal koşullara göre anlam kazanan bir stratejik şiddet biçimi olarak ele alır. Bu yaklaşım, önemli bir gerçeğe işaret eder: Terör tanımı teknik değil, aynı zamanda normatif bir tercihtir. Ancak uluslararası literatürdeki bu çoğulcu yaklaşım, sınırsız bir tanımsal keyfiliği meşrulaştırmaz. Aksine, Hoffman ve Crenshaw gibi isimlerin ortaklaştığı nokta şudur: Tanımın kendisi demokratik değerlerle uyumlu olmak zorundadır. Yani tanım, ifade özgürlüğünü, siyasal muhalefeti ve sivil toplumu kriminalize edecek kadar geniş; gerçek şiddet eylemlerini görünmez kılacak kadar dar olmamalıdır. Tam da bu nedenle, CHP’nin raporunda terör tanımına ilişkin yapılan çağrı, uluslararası akademik birikimle karşılaştırıldığında eksik kalmaktadır. Rapor, tanımın bağlamsal niteliğini zımnen kabul eder görünse de, bu bağlamın hangi demokratik sınırlar içinde şekilleneceğini açıkça ortaya koymamaktadır. Oysa Crenshaw’ın özellikle vurguladığı gibi, demokratik rejimlerde terörle mücadele, yalnızca şiddeti bastırmayı değil; aynı zamanda devletin kendi meşruiyetini aşındırmaktan kaçınmasını da hedeflemelidir. Aksi halde terörle mücadele, demokratik düzenin içini boşaltan bir istisna rejimine dönüşür. Uluslararası deneyimler, terör tanımının belirsizliğinin en çok olağanüstü hal pratiklerini kalıcılaştırdığını göstermektedir. Akademik literatürde sıkça atıf yapılan örneklerde, geniş ve muğlak tanımlar; gazetecilerin, akademisyenlerin ve siyasal muhaliflerin terör parantezine alınmasına imkan tanımıştır. Bu durum, Hoffman’ın deyimiyle, terörle mücadelenin “amaç–araç dengesini” bozarak, devleti şiddet karşıtı bir aktör olmaktan çıkarıp, hak ihlallerinin üreticisine dönüştürür. Dolayısıyla sorun, tek ve evrensel bir terör tanımı üretmek değildir. Asıl mesele, bağlamsal ama denetlenebilir, esnek ama hak temelli bir tanım inşa edebilmektir. Bu da ancak, tanımın anayasal güvencelerle, yargı denetimiyle ve uluslararası insan hakları rejimiyle açık biçimde ilişkilendirilmesiyle mümkündür. CHP raporu ise bu ilişkiyi kurmak yerine, tanımı siyasal uzlaşının ileriki aşamalarına ertelemektedir. Oysa demokratik bir çözüm perspektifi, terör tanımını sürecin sonunda değil; başlangıcında netleştirmeyi gerektirir. Çünkü tanım netleşmeden konuşulan “meşru aktör”, “diyalog” ve “kardeşlik” kavramları, hukuki değil, retorik bir zeminde kalmaya mahkumdur. Uluslararası akademik literatürün açıkça gösterdiği gibi, demokratik değerlerle uyumlu olmayan bir terör tanımı, ne güvenliği sağlar ne de barışı mümkün kılar. *Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. CHP Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu rapor değerlendirme Mesut Değer, Independent Türkçe için yazdı Mesut Değer Cumartesi, Aralık 20, 2025 - 11:15 Main image:

Fotoğraf: AA

TÜRKİYE'DEN SESLER Type: news SEO Title: CHP’nin 'Milli Dayanışma' raporu üzerine akademik ve hukuki bir eleştiri copyright Independentturkish: