Toplumun geleceği, geçmişte ve bugün yapılanlarla belirlenir. Bu kapsamın en önemli ögesi, altını çizmek gerekiyor, çocuktur. Günümüzün Türkiye toplumu giderek çocuklarını canlı yiyen bir yaratığa dönüşüyor. Oysa bizim kültürümüzde çocuk, tek sözcükle, “temizdir”. “Yaşlı gözlerle askere gönderilen “onbeşlidir.” Cumhuriyet, kuruluşunun temeli olan ulusal egemenliğin halkın olduğu günü, 23 Nisan’ı “Çocuk Bayramı” yapmış; her olanağı sonuna kadar kullanarak çocuğun eğitilmesine çaba harcamış; bunu bir ara köy okulları seferberliği ve Köy Enstitüleri girişimi ile taçlandırmayı başarmıştı. Sonrasının uygulamalarının tarihçesi ayrıca yazılmalıdır. Toplumun çocuk konusunda geldiği nokta ise tek sözcükle ürkütücüdür. DIŞLANMANIN AĞIRLIĞI Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Eğitim Reformu Girişimi-ERG’in Eğitim İzleme Raporu acı gerçeği özetliyor: “2024-25 eğitim-öğretim yılında zorunlu eğitim çağında olmasına karşın yaklaşık 804 bin 250 çocuk eğitim dışında; bu çocukların yaklaşık 611 bin 612’si Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, 192 bin 638 kadarı ise yabancı uyruklu. Bu sayıya 18 yaş ve altında olup örgün eğitim kurumları yerine açık öğretim lisesine devam eden 273 bin 557 çocuk ve okulda geçirdikleri süreden fazlasını işletmelerde geçirdikleri için örgün eğitimde oldukları söylenemeyecek 392 bin 887 mesleki eğitim merkezi (MESEM) öğrencisi de eklendiğinde örgün eğitim dışında kalan çocuk sayısı 1 milyon 470 bin 694’e yükseliyor.” Bu bir “sonuçtur.” Nedeni, anaokulundan üniversiteye dek verilmekte olan örgün eğitimin, bilimden uzaklaşması; tarikat ve cemaat yapılarının eline bırakılması, içeriği ve niteliği ile yıllardır başlı başına bir “sorunlar yumağı” durumuna getirilmesidir. Örgün eğitimin dışına atılan ve sayıları bir buçuk milyona yaklaşan çocuklar, ya da “dışlanan çocuklar” başlıca üç noktada onarılmaz olumsuzluklara kaynaklık ediyor. Birincisi, eğitim almayan çocukların “niteliklerinin gelişmesi” eksik kalıyor. Birey olarak kendilerinin, ailelerinin ve bu toplumun giderek tüm insanlığın olası kazanımları, ekonomiden sanata, tam olarak yaşama geçmiyor. Bu, çok büyük bir gizilgüç kaybıdır. İkincisi, son zamanlarda yeniden tartışmalara konu olan 9 Aralık 2016’da örgün eğitim kurumları olarak uygulanmasına başlanan MESEM için ayrı bir başlık açılmalıdır. Bugün sayıları 400 bine yaklaşan ortaokul mezunu gencin yer aldığı MESEM uygulamasında öğrenci haftanın dört günü bir işte çalışıyor, bir günü de teorik ya da kuramsal dersler alıyor. Böylece özel girişimlere “ucuz işgücü” sağlanıyor; emek sömürüsünün en ağır biçimi uygulanıyor. Çoğu yerde çalışma koşulları çok ağır, her yıl onlarca genç yaşamını yitiriyor. Üçüncüsü, ülkemizde çocukların ve gençlerin çok büyük bir bölümü “beyniyle ve bedeniyle” istismar ediliyor; sömürülüyor. Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmelerinin tanımıyla “İstismar, çocuğun güvenliğine, esenliğine, onuruna ve gelişimine zarar verebilecek veya zarar vermesi muhtemel olan kasıtlı bir kötü muamele eylemidir. İstismar, her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik veya duygusal kötü muameleyi içerir”. Buradan, çocuk suçları, çocuk evlilikleri, giderek ölümleri yaygınlaşıyor. O kadar ki çocuk istismarı artık Meclis’e uzanıyor. Çocuklar, uyuşturucu, kumar ve cinayet çetelerinin insan gücü havuzu oluyor; suç aracına dönüşüyor; çok daha korkuncu, birbirlerini öldürüyor. Aslında bu “çocuğa duyarsızlık” o kadar yoğun ve ağır ki, bir taraftan bugün insan hak ve özgürlüklerinden doğal çevreye kadar her alanda yaşanan duyarsızlıkları besliyor, diğer taraftan da geleceğin olumsuzluklarına kaynaklık ediyor. Gerçekte toplum çocuklarıyla birlikte kendi geleceğini yiyor. Çocuk sorununun toplumsal duyarlılığına, özel önemi nedeniyle, hiç zaman yitirmeden, ayrı bir ivme kazandırılması gerekiyor. ZORUNLU BİR AÇIKLAMA Geçen hafta bu köşede yayımlanan “ABD Yine At Oynatıyor” başlıklı yazımda 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile ilgili olarak “Bu ülkenin sağcı siyasetçi ve düşünürleri ABD’nin bu darbelerdeki, özellikle 27 Mayıs’taki yerini ve belirleyiciliğini sürekli olarak görmezlikten gelirler. Oysa iyi incelenirse kolayca görülür ki 27 Mayıs da tam bir ABD işidir. Bir not düşeyim, bu darbe ve sonrakilerle ilgili “CIA Belgeleri gizlilikleriyle ilgili yasal süre dolduğunda” da tam olarak yayınlanmıyor; “buğulanıyor” (bkz. Fahir Armaoğlu) demiştim. Bu paragraf üzerine, üstelik konuyu yakından bilmesi gerekenlerden, çok sayıda yazılı ve sözlü eleştiri aldım. Burada yazdıklarımın kuşkusuz arkasındayım. Bu konu “Cumhuriyet Çağdaşlaşmasından Günümüze Türkiye’nin Değişimi” çalışmamda “Halâ Okunamayan Bir Kara Kutu: ABD ve 27 Mayıs” alt başlığıyla (s.112-135) ayrıntılı bir biçimde ele alınıyor. Yazıda gönderme yaptığım, bana da esin kaynağı olan Armaoğlu’nu da tam yazayım. Fahir Armaoğlu (1996) “Amerikan Belgelerinde 27 Mayıs Olayı” Belleten, c. LX, Nisan, sayı 227, ayrı basım, ss.203-226). Bu arada Armaoğlu’nun (1924-98) Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin “Siyasi Tarih” dalının seçkin bir bilim insanı olduğunu ve teknolojideki hızlı gelişmelerin “bilgiye erişimi” çok kolaylaştırdığını ekleyeyim.