İnsan bedeninin bir ceset torbasında, bir yoğun bakım yatağında ya da istatistiklerde aynı soğukkanlılıkla değerlendirildiği bir dünyada yaşıyoruz. Tam da bu nedenle, farklı coğrafyalarda, farklı sistemlerde ve farklı gerekçelerle ortaya çıkan; ancak aynı zihniyete işaret eden ürkütücü vakaların sayısı giderek artıyor. Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi morgunun eski müdürü Cedric Lodge, bilim için bağışlanan cesetlerden beyin, deri, el ve yüz gibi parçaları çalıp sattı; hatta insan derisini kitap cildi yapılması amacıyla alıcılara sundu. Bu vaka, cesedin bile metalaştığı en çarpıcı örneklerden biri olarak kayda geçti. Lodge sekiz yıl hapis cezasına çarptırıldı; eşi ise suç ortaklığıyla yargılandı ve dosya bu şekilde kapandı. Oysa mesele yalnızca bir morg yöneticisinin ahlaki çöküşü değil; ölümün, bilimin ve rızanın iç içe geçtiği bir alanda denetimin nasıl buharlaştığı sorusuna da yanıt aranmalıydı. Çünkü birkaç yıl önce de ailelerin bilim için bağışladığı cesetlerin ABD ordusunda askerî patlayıcı testlerinde kullanıldığı ortaya çıkmıştı. ★★★ Bu olaydan da anlaşılıyor ki, artık gelişmiş ülkelerin de “ahlaki üstünlüğü” iddiası ciddi biçimde aşınmış durumda. Gücünü eğitimden ve zenginlikten alan burjuva kültürünün değerleri giderek yok oluyor. En gelişmiş ülkeler bile cesedin metaya dönüştüğü bir noktaya savruluyorsa, ahlaki çöküş artık yalnızca yoksullukla, eğitimsizlikle ya da geri kalmışlıkla açıklanamayacak kadar derin bir analiz gerektiriyor. Bu yüzden dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan bir dava ya da skandal, artık “ileri” ve “geri” ülkeler arasında değil; denetimli ve denetimsiz güç alanları arasında değerlendirilmelidir. Bu suç neden mümkün oldu? Kimler görmezden geldi? Hangi boşluklar bunu teşvik etti? Bu soruların her birinin somut bir karşılığı olmalı. Çünkü sorunlar artık bireysel değil; insanı sınırlayan değerler aşındıkça, kurumlar ve utanç duvarları da giderek ortadan kalkıyor. ★★★ İngiltere’de yeni doğan bebekleri öldürmekten suçlu bulunan hemşire Lucy Letby davasını hatırlayalım. Başlangıçta bireysel bir cani anlatısı öne çıkarıldı. Ancak duruşmalar ilerledikçe, hastane yönetiminin uyarıları dikkate almadığı, “itibar kaygısıyla” ölümleri gizlediği ortaya çıktı. Yoksul coğrafyalarda ise sağlık sistemi özelleştikçe, bebekler “can” değil “ürün” olarak görülmeye başlandı. Ölü doğan bebekler canlı gibi kayda geçirildi, fakir ailelerden alınan bebekler satıldı, hastaneler aracı çetelere dönüştü. Bu yönüyle Letby vakası; Türkiye’deki yenidoğan çetesiyle, Hindistan’daki sahte doğum evleriyle yöntemler farklı olsa da aynı denetimsizlik zemininde kesişiyor: Ölüm, yönetilebilir bir istatistiğe dönüştüğünde herkes biraz suç ortağı oluyor. ★★★ Bu örnekleri yan yana koyduğumuzda, emperyalist ülkelerde etik değerlerin menfaatler doğrultusunda eğilip bükülebildiği, yoksul ya da kırılgan ülkelerde ise hayatın doğrudan pazara düştüğü görülüyor. Ama sonuç aynı: İnsan ya istatistiğe ya da metaya indirgeniyor. Hepsini birbirine bağlayan ortak nokta ise denetimsizlik. Bilim için “bağışlanan” bedenlerin askerî testlerde kullanılması, kadavraların parçalanarak satılması, ailelerin rızasının kâğıt üzerinde kalması artık münferit sayılmıyor. Ölüm sonrası bedenlerimiz dolaşıma sokulan bir metaya dönüşüyor. İnsan hayatını sınırlayan etik duvarlar yıkıldıkça geriye yalnızca kurallar kalıyor. Kurallar ise vicdanın yerini tutmuyor. Tarih bize şunu söylüyor: Mezar soyguncuları, sahte doktorlar, insan bedenini metalaştıranlar her zaman vardı. Fark şu ki bugün bu eylemlerin bireysel sapkınlık olmaktan çıkıp kurumsal boşluklar içinde sürdürülebilir olmasında. Sonuç olarak, bizi asıl sarsması gereken, kötülüğün varlığı değil; kötülüğün artık makul gerekçelerle, resmî belgelerle ve kurumsal dillerle işlenebilir hale gelmesi.