Bir itiraz ve isyan sembolü olarak Fenerbahçe

Toplum nefes alamadığı zamanlarda semboller aracılığıyla mücadele eder. Kimi zaman dışarıdan gelenin işgali, kimi zaman da içerideki iktidarın baskı ve zulmü altında ezilirken, olmadık bir şey sembolleşir. Sembol olarak seçilen her zaman kendi başına politik bir anlam içermez. Dahası sembolize ettiği durumla ilgisi bile olmayabilir. Örneğin, karpuzun Filistin’in özgürlük sembolü olarak kullanılması, Hitler’in azılı bir sigara düşmanı olması ve çok sert sigara yasakları uygulaması sonrasında Alman gençliği arasında sigara kullanımın salgına dönüşmesi ya da 1960’larda Kıbrıs’ta her geçen gün artan baskı koşullarında Kıbrıs Türkleri arasında güvercin yetiştiriciliğinin yaygınlaşması da böyledir. İtiraz ve isyan sembollerinin ortaya çıkışı rastlantısal gibi görünse de derinlerdeki anlamsal ilişkilenme saptanabilir. Karpuzun yeşil kabuğu, kırmızı eti ve siyah çekirdeği Filistin bayrağı ve özgürlük kavgası renkleriyle eşleşir; güvercin tutsak edilmiş barış ve özgürlük umududur, Hitler’in sigaranın Alman ari ırkının genetiğini bozduğu düşüncesiyle sigara düşmanı olması ve yasaklarına Alman gençlerinin tepkisi de bir anlamda senin isteğin kadar ari ve bozulmamış olmak istemiyoruz demektir. Futbol ve futbol takımları, futbolun sevildiği her kültürde benzer bir sembol işlevi görürler. Üstelik kimi zaman bu sembolleştirme, takıma, kuruluş amacından çok farklı bir anlam yüklenmesine de yol açabilir. En bilinen örnek Real Madrid ve Barcelona’dır. Real Madrid, demokrasi yanlısı bir takımken Franko diktatörlüğünün takımı olarak kodlanmış, Barcelona ise Franko’nun bölgesel milliyetçiliği kışkırtan yönetme tarzının ürünü bir takım olmasına karşın, çok uzun yıllar özellikle İspanya dışı futbolseverlerce diktatörlük karşıtı, özgürlükçü bir takım olarak görülmüştür. Türkiye’de çoğu “solcu” Real Madrid’i Franko’nun, Barcelona’yı Franko karşıtlarının takımı olarak kodlamıştır. Futbolun endüstrileşmesi, yayın gelirleri ve daha önemlisi yasal ve yasadışı bahis ve kara para sisteminin futbolu ele geçirmesiyle, futbol takımları dünya çapında bu sembol işlevlerini yitirdiler, denilebilir. Endüstriyel futbol Türkiye’ye resmi olarak 2001- 2002 sezonunda geldi. Bu sezondan başlayarak adı Süper Lig oldu. İlahi tesadüf olsa gerek mi desek, o zamandan bu yana da AKP iktidarı altındayız. Bu çeyrek yüzyıl içinde Süper Lig bir anlamda iki takımlı bir yarışmaya döndü.  2001-2002 sezonu öncesi Fenerbahçe ve Galatasaray’ın 14’er şampiyonlukları vardı. 24 yıl içinde Galatasaray 11, Fenerbahçe ise 5 kez şampiyon oldu. KIRILMA 2011 Bu çeyrek yüzyılın kırılma anı 2011 yılıydı. O yıla kadar endüstriyel futbolun kurallarına en çok uyan, yatırımlarını, kurumlaşmasını en çok geliştiren takımı Fenerbahçe’ydi. Kendi olanaklarıyla stadını inşa etmiş, kombine sistemi, şirketleşme süreçlerini tamamlamış, takımı Şampiyonlar Ligi düzeyine çıkarma programında oldukça yol katetmiş durumdaydı. Fenerbahçe, en azından yöneticileri düzeyinde halkın takımı değil endüstriyel futbolun kurumsal markası olmak istiyordu. Bu dönüşümü de bir NATO müteahhiti olan Aziz Yıldırım önderliğinde gerçekleştiriyordu (Aziz Yıldırım’ın mesleğinin altını çizmemin nedeni ondan bir “solcu” çıkmayacağını göstermek için). Takımın en uzun süre başkanlığını üstlenen kişinin Türkiye tarihinin en ırkçı milliyetçilerinden biri olan, başbakanken bile Fenerbahçe başkanlığını sürdüren Şükrü Saraçoğlu olması da aynı bağlamda okunabilir. Aziz Yıldırım da zaten stada Saraçoğlu’nun adını boşuna vermemiştir. 2007 yılında, iktidar Suriye ile dostluğu pekiştirmek istediğinde de Fenerbahçe, devletinin emrini hemen yerine getirmiş, Suriye’de Al İttihat ile dostluk maçına çıkmıştı. Ne olduysa 2011 yılında oldu. Devleti ele geçirmek isteyenler devletin takımını da ele geçirip, sahiplenmek istediler. Aziz Yıldırım bu alışverişi gönül rızasıyla yapmadığında (belli ki takımı isteyenleri devlet olarak kabul etmemişti), talipler takımı hukuk(?) yoluyla almak istediler. Kabul edelim ve takdir edelim Aziz Yıldırım mertçe direndi. Mahpusluğu biraz daha uzasa, Nazım şiiri okumakla başladığı isyanı politik inançlarını bile değiştirecekti. O zamandan bu yana Fenerbahçe’nin beli doğrultulmadı. Yıldırım sonrasında, AKP öncesi devletin en devletlü holdinginin veliahtı olarak gelen Ali Koç, inatla ve çoğu zaman inadının neden olduğu hatalarına rağmen takımı kurumsal ve oyunu kuralına göre oynamak isteyen bir endüstriyel futbol takımı yapmaya çalıştı. Çok da yol kat etti. Ama belki de bir türlü görmek istemediği artık devletin eski devlet olmadığıydı. Fenerbahçe yöneticilerinin tavırlarını değiştiren ise Fenerbahçe taraftarı oldu. 2011 ve 2012 yılı boyunca taraftar, takıma yapılan operasyonun amacını anlamakla kalmadı, rejimi değiştirmek isteyenlere karşı Fenerbahçeliliği bir itiraz ve isyan sembolüne de dönüştürdü. “Ali İsmail Korkmaz, Fenerbahçe yıkılmaz” sloganı tam da halkın bağrından kopup geldi. KİMLİK İNŞASI O zamandan bu yana, Fenerbahçe’yi yöneten üç başkan da AKP’den bağımsız bir devlet olduğuna inanmaya ve ona göre davranmaya devam ediyorlar. Saadettin Saran’ın, “devletimiz isterse geliriz” demesi de bu yüzden. Fenerbahçelilik, taraftarlarının önemli bir bölümü için, yönetimde kim olursa olsun, özellikle son 15 yıldır, başka bir anlamı ifade ediyor. O taraftarlar arasından ayağını geçmişe Harrington Kupası’na, Mustafa Kemal’e, Lefter’e, Aykut Kocaman’a basan, anti emperyalist, laik ve bağımsızlıkçı bir kimlik inşa ediliyor. O Fenerbahçe taraftarları boşuna “son kale” demiyor takıma. Endüstriyel futbolu kuralına göre oynamak isteyen takım, bu kurala uyum sağlayan kendi seyircisini ve fanlarını yaratamıyor, tersine taraftar, takım aracılığıyla bir özgürlük itirazı ve isyanının kıvılcımını ateşliyor.