2012 yılında Hollanda’ya ilk geldiğimde, savaşın bitişinin üzerinden yalnızca 67 yıl geçmişti. O yıllarda savaşı bizzat yaşamış insanlarla karşılaşmak hâlâ mümkündü. Parkta, bir tren yolculuğunda, komşularla yapılan gündelik sohbetlerde o günlere dair sorular sorabilir, tanıklıkları dinleyebilirdiniz. Nazi işgali, direniş, soykırım ve açlık, yalnızca tarih kitaplarında değil; sokaklardaki anıtlarda, levhalarda ve kamusal mekânlarda varlığını sürdürüyordu şimdi de olduğu gibi. Bu anıtlar, savaşın yüceltilmesi için değil; bir daha yaşanmaması gereken bir felaketi hatırlatmak için inşa edilmişti. Nazi işgali, direniş, soykırım ve savaşın toplumda açtığı yaralar kamusal hafızanın ayrılmaz parçasıdır. Bu anıtlar, geçmişi “romantize” etmek için değil, “bir daha asla” demek için oradadır. Çünkü savaşın bir anda başlamadığı, önce zihinlerde kurulduğu biliniyordu. Korku, tehdit ve düşman diliyle toplumun adım adım ikna edildiği, Avrupa’nın kendi tarihsel deneyimiydi. Halk yoksullaşırken savaşla büyüyen sermaye Ancak savaş, yalnızca yıkım ve ölüm üretmedi. Aynı zamanda büyük bir sermaye birikim süreci yarattı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Hollanda’da halk açlık ve yoksullukla kırılırken, bazı sermaye grupları kârlarına kâr kattı. Demiryolları ve limanlar Alman ordusunun kullanımına açıldı. İnşaat firmaları askerî altyapı, sığınaklar, yollar ve depolar inşa etti. Gıda kıtlığı derinleşirken yiyecek karaborsaya düştü; büyük çiftçiler, tüccarlar ve aracı ağlar bu süreçten yüksek kazanç sağladı. Bankalar ve finans sermayesi, el değiştiren Yahudi varlıkları üzerinden büyüdü. Bugün neredeyse her evde ürünü bulunan Philips , savaş sırasında elektronik ve ampul üretimiyle stratejik bir öneme sahipti. Shell , petrol ve enerji alanında uluslararası faaliyet göstererek savaş ekonomisinin temel aktörlerinden biri oldu. Unilever de benzer biçimde savaş koşullarında büyüyen şirketler arasındaydı. Bu şirketlerin ortak özelliği, İngiltere–Hollanda ortak yapıları sayesinde riski coğrafi olarak dağıtabilmeleri ve savaştan güçlenerek çıkmalarıydı. Yoksullaşan işçi sınıfının karşısında, savaşla beslenen bir sermaye sınıfı oluştu. Aradan geçen 80 yıldan sonra bugün Hollanda’da büyüyen sermaye ile İkinci Dünya Savaşı’nda güçlenen sermaye arasında tarihsel bir kopuş değil, açık bir süreklilik bulunuyor. Hollanda sermayesi bir kez daha aynı “ihtiyaca” sarılıyor: Toplumu korkuyla hizaya sokmak, hak gasplarını meşrulaştırmak ve kamusal kaynakları savaş ekonomisinin emrine vermek. Savaş yeniden normalleştiriliyor Son aylarda Hollanda’da kamuoyuna yansıyan gelişmeler bu sürekliliğin güncel biçimini ortaya koyuyor. Askerlerin “halkla kaynaşma” adı altında kent merkezlerinde görünür hâle gelmesi, posta kutularına NATO broşürleri bırakılması, çocuk programlarında askerî temaların yer alması toplumun adım adım savaşa alıştırıldığını gösteriyor. Bu sürecin en somut adımlarından biri ise geçtiğimiz günlerde ulaşım alanında atıldı. Hollanda hükümeti, 2026’dan itibaren askeri mühimmat ve ekipman sevkiyatlarına demiryolu ağında öncelik tanımayı planlıyor. Bu karar, yolcu ve yük trenlerinin askeri taşımalar nedeniyle bekletilmesi anlamına geliyor. Yaklaşık 1 milyon çalışanın her gün trenle işe gittiği ülkede, bu düzenleme ulaşım hakkının fiilen gasp edilmesi demek. Öğrenciler ve vardiyalı çalışanlar için tren bir tercih değil, zorunluluk. Geciken trenler; işe geç kalma, ücret kesintisi, disiplin baskısı ve eğitim hakkının budanması anlamına geliyor. Kamusal ulaşım altyapısı, NATO’nun askeri lojistiğine tahsis ediliyor. Tanklara tanınan öncelik, emekçilerin zamanından ve yaşamından çalınıyor. 'Güvenlik' söylemiyle meşrulaştırılan hak gaspları Hükümet bu adımları “güvenlik”, “acil durumlara hazırlık” ve “savunma” söylemiyle gerekçelendiriyor. Ekonomik kriz, enflasyon, enerji fiyatları ve bütçe kesintilerinin sorumluluğu ise sürekli “Rusya tehdidine “bağlanıyor. Bütün bunlar bugün başlamadı, bu sürecin dönüm noktası 2014 yılı oldu. NATO’nun Rusya’yı yeniden tehdit ilan etmesiyle birlikte savunma harcamaları kademeli olarak artırıldı. Ukrayna savaşı, pandemi ve enerji krizi gibi gelişmeler bu süreci hızlandırdı. Her kriz, olağanüstü hâl atmosferini kalıcılaştırırken savaş ekonomisine yeni alanlar açtı. Dün savaşla, bugün NATO’yla büyüyen sermaye Bu atmosferden en çok faydalananlar, savunma, enerji, lojistik ve güvenlik alanlarında faaliyet gösteren büyük sermaye grupları oldu. 2014’te başlayan, Avrupa Birliği ülkelerinin NATO’nun finansmanına katkı paylarını artırma eğilimiyle birlikte, hangi sermaye gruplarının güçlendiğine ve “palazlandığına “bakalım. Savunma sanayiinin Hollanda’daki omurgalarından biri olan Thales , Fransız menşeli olmasına rağmen Hollanda savunma altyapısının merkezine yerleşmiş durumda. Radar sistemlerinden hava savunmasına, deniz elektroniğinden NATO komuta ağlarına kadar uzanan faaliyet alanı var. 2014’ten bu yana satışlarını yaklaşık yüzde 60 artırdı. Asıl sıçrama ise 2022’de Ukrayna savaşıyla yaşandı. Her “jeopolitik istikrarsızlık”, Thales için yeni bir sipariş dalgası demek. Savaşın artık dijitalleştiğinin en çarpıcı göstergesi ise ASML . Hollanda merkezli bu şirket, yarı iletken üretiminde küresel bir tekel. Füze sistemlerinden askeri yapay zekâya kadar her şey ASML’nin makineleriyle üretilen çiplere bağımlı. Şirketin 2014’te 6 milyar avro olan satışları 2024’te 28 milyar avroyu aşarak yaklaşık yüzde 400 arttı. ABD–Çin teknoloji savaşı derinleştikçe, ASML bir şirketten çok devletler arası stratejik aktöre dönüştü. Boskalis , limanlar, deniz altyapısı ve offshore projeler üzerinden savaş lojistiğinin sessiz ama kritik aktörlerinden biri. 2014’ten bu yana gelirlerini yaklaşık yüzde 40 artırdı. Enerji arz güvenliği, Sıvılaştırılmış doğal gaz terminalleri ve askeri deniz lojistiği ihtiyacı arttıkça, Boskalis’in faaliyet alanı genişliyor. Deniz yolları askerî arter hâline geldikçe, bu şirket büyüyor. Enerji depolama alanında faaliyet gösteren Vopak ,petrol ürünleri, LNG ve jet yakıtı depolama altyapısıyla savaşın enerji damarına bağlanmış durumda. 2022 enerji kriziyle birlikte Avrupa’nın Sıvılaştırılmış doğal gaz’a yönelmesi, Vopak’ı stratejik bir oyuncuya dönüştürdü. Ciro dalgalansa da, devlet garantili uzun vadeli sözleşmelerle enerji güvenliği adı altında sağlam bir konum elde etti. Devlet bağlantılı iletim şebekesi işletmecisi TenneT , “kritik altyapı” söylemiyle savaş ekonomisinin enerji omurgasını kuruyor. 2014’te 2,5 milyar avro olan gelirleri 2024’te 8 milyar avroyu aşarak yaklaşık yüzde 200’ün üzerinde arttı. Enerji krizi, TenneT için sınırsız yatırım ve genişleme gerekçesi yarattı. Güvence altına alınan enerji hatlarının bedeli halka, kazancı sermayeye yazıldı. İnşaat sektöründe Royal BAM Grup , askeri üsler, lojistik merkezleri, depolar ve “askeri mobilite” projeleriyle savaş altyapısının beton yüzünü temsil ediyor. Gelirleri dalgalı olsa da militarizasyon arttıkça devlet ihaleleriyle ayakta tutuluyor. Savaş hazırlıkları hızlandıkça beton dökülüyor, ihaleler açılıyor. Enerji savaşlarının en eski aktörlerinden Shell , nominal gelirleri düşse bile kriz dönemlerinde pazarlık gücünü artırıyor. 2022 enerji krizi sonrası Avrupa’nın Sıvılaştırılmış doğal gaz arayışı, Shell’i yalnızca bir şirket değil, devletler arası bir aktör hâline getirdi. Savaşta mesele sadece satış değil; kimin musluğu kontrol ettiği. Ve savaşın görünmeyen cephesinde Fox-IT var. Siber güvenlik ve istihbarat alanında faaliyet gösteren bu Hollanda şirketi, “hibrit savaş” söylemi büyüdükçe NATO ve devlet projeleriyle güç kazandı. Savaş artık yalnızca cephede değil; veri merkezlerinde ve ağlarda da yürütülüyor. Kamusal altyapı kimin için? Ortaya çıkan tablo açık: Hollanda’da savaş, askeri bir zorunluluk olarak değil; ekonomik ve siyasal bir tercih olarak inşa ediliyor. Demiryolları, limanlar, enerji hatları ve veri altyapısı “güvenlik” gerekçesiyle NATO’nun ve büyük sermayenin hizmetine sunuluyor. Bedel ise geciken trenlerle, artan güvencesizlikle, kısılan sosyal harcamalarla işçi sınıfına ödetiliyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan kalan anıtlar hâlâ “bir daha asla” diye haykırır gibi gözümüzün içine bakarken, iktidarlar tarafından savaş, savunma adi altında adım adım “kaçınılmaz” bir gerçeklik gibi sunuluyor. Değişmeyen soru hâlâ ortada duruyor: Bu savaş kimin güvenliği için, kimin çıkarına?