ABD’nin Venezuela’ya karşı uyguladığı ekonomik, siyasi, hatta askeri baskı politikasının dozajının arttığı günlerden geçiyoruz. Son haftalarda uluslararası hukuk açısından iki ilgi çekici hamlede bulundular. Bunlardan ilki, Trump’ın, Venezuela karasularına dönük bir abluka uygulanacağını açıklaması ve bu doğrultuda Venezuela petrolü taşıyan tankerlere el koymaya başlanması, ikincisi de Venezuela’nın petrol endüstrisinin ABD tarafından kurulmuş olduğunun ve dolayısıyla geri alınmasının meşru olduğunun iddia edilmesiydi. Birincisi hakkında, modern uluslararası hukukta böyle bir uygulamanın meşru görülebilmesi için, BM Şartı’na uygun biçimde, uluslararası barış ve güvenliğe yönelen bir tehdit olması durumunda ve ancak BM Güvenlik Konseyi tarafından, kolektif bir güvenlik tedbiri olarak kararlaştırılması gerektiğini belirtmekle yetinip, ikincisinden bahsetmek istiyorum. Burada ABD tarafının kastettiği olgu, Venezuela’da Chavez iktidarıyla birlikte petrol endüstrisinde gerçekleştirilen millileştirmeler. Uluslararası hukuk, sömürgecilik döneminin sermaye birikimi temelinde şekillendiği ve özellikle de “büyük güçler”in hukuku olduğu için, gelişmekte olan ülkelerin kendi bölgelerindeki doğal kaynaklar ve bunlara dayanan endüstrilerde herhangi bir bedel ödemeksizin millileştirme yapabilmesine dayanak olabilecek pozitif hukuk kurallarını barındırmaz. 1960’lı ve 1970’li yıllarda, gelişmekte olan ülkelerin ya da o dönemki yaygın isimlendirmesiyle Üçüncü Dünya’nın çabalarıyla toplanan BM konferansları ve buralarda alınan, Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen Bildirisi gibi kararlar, doğal kaynaklar üzerinde ulusal hakimiyet fikrini desteklemekteydi ancak bunlarda dahi, önceki sözleşmelerden kaynaklanan mülkiyet ilişkilerinin radikal biçimde dönüştürülmesini savunmuyordu ve zaten bunlar, gelişmekte olan ülkelerin haklarının savunulmasında argüman olarak kullanılan, resmi ancak tavsiye niteliğinde belgelerdi. 1980’li yıllardan sonraysa gelişmekte olan ülkeler kendilerini yabancı yatırımcı çekmek için birbirleriyle yarışır halde buldular. Özellikle ekonomik krizlerin etkileriyle mücadele eden ülkelerin yabancı yatırımcılarla yaptıkları anlaşmalarda millileştirmelere karşı maddeler konuldu ve bu konulardaki uyuşmazlıklarda tahkim yetkisi kabul edildi. Kısacası uluslararası hukukun, yabancı sermaye gruplarına ait işletmelerin millileştirilmesinin ancak bir tazminat ödenmesi karşılığında gerçekleştiğinde yasaklamadığını söyleyebiliriz. Elbette bir egemen devletin, kendi bölgesi içerisinde kalan bir işletmeye el koymasının önünde fiziksel bir engel çoğu zaman bulunmaz. Ancak böylesi bir eylemde bulunan devletin sonrasında yeni yabancı yatırımları ülkesine çekmede sorunlar yaşayacağı, bir de ABD gibi 1945 sonrası dünyada kapitalizmin uluslararası jandarmalığını üstlenmiş bir gücün şiddetli tepkisinden çekineceği ortadadır. Bu anlamda Venezuela’da 2000’li yıllarda görülen millileştirme uygulamaları, örneğin Küba Devrimine kıyasla, daha ılıman bir tonda ve çeşitli görüşmeler eşliğinde gerçekleşmişti. 2002 yılında önce askeri darbe girişimini, daha sonra da devlet petrol şirketi PDVSA’nın kendisine muarız yöneticileri tarafından kurgulanan “petrol grevi”ni atlatan Chavez liderliğindeki Venezuela, 2006-2007 yıllarında yabancı petrol şirketlerini kamu-özel ortaklıklarına zorlayan yasalarla bu ılımlı millileştirmeyi gerçekleştirmiş oldu. Sonrasında da Venezuela, Exxon Mobil ve Conoco Philips gibi şirketlerin başvuruları sonucunda alınan tahkim kararlarındaki tazminat bedellerini pek de geciktirmeden ödedi. Sonuç olarak Trump yönetiminin Venezuela petrol sektörünü yaratmış olma yönündeki iddiasının geçerlilik taşımadığını söylemek için, uluslararası hukukta tarihsel adaletsizliklerin giderilmesine adanmış olan üçüncü dünya yaklaşımlarının kavramlarına başvurmak dahi gerekmiyor. Başlıktaki sorunun cevabı, hem eleştirel yaklaşımlara hem de pozitif uluslararası hukuka göre “Venezuela halkının” olmaktadır.