Anlaşılan o ki daha önce gördüklerimize benzer şekilde yine bir “zemin düzleme” dönemine tanıklık ediyoruz; iktidar rejim inşasında yeni bir aşamaya geçebilmek için yeni ve kapsamlı bir düzleme harekâtına girişeceğinin sinyallerini veriyor. Ergenekon ve Balyoz operasyonları rejim inşası sürecinde hükümet olmaktan devlet olmaya, devletin sahipliğini ele geçirmeye dair zemin düzleme operasyonlarıydı. AKP-Cemaat ikilisinin devletleşmesinin önünde engel olabileceği düşünülen odaklar, başta ordunun içerisindekiler olmak üzere bu süreçte tasfiye edildiler. Ancak bu zemin düzlemeyi bir “iç hesaplaşma” izledi; AKP ve Gülen cemaati yeni rejimin sahipliği ve devletin nasıl paylaşılacağı konusunda bir güç savaşına tutuştular, savaşın sonunda tasfiye edilen ise Gülenciler oldu. Bugünkü “zemin düzleme” üzerine henüz elimizde net ve somut veriler yok, ancak birtakım kanaatlere sahibiz. Bugün tanıklık ettiğimiz zemin düzleme, esas olarak aynı zamanda bir iç hesaplaşmaya da tekabül ediyor. Bu sefer önce “düşman” tasfiye edilip sonra bir iç hesaplaşma yaşanmayacak; çünkü düşman bu sefer dışarıda değil, bizzat iktidar içerisindeki klik ve hizipler arasında bir mücadele söz konusu olan. Şu an tanıklık ettiğimiz tüm bu operasyonlar, şirketlere atanan kayyımlar, tutuklanan ya da operasyona maruz kalan ekran yüzleri ve ünlüler, sızdırılan yazışmalar ya da videolar, hepsi bu mücadelenin ön gösterimi, fragmanı gibi duruyor. Peki bu sefer zemin kimin adına ve neden düzleniyor, düzlenecek olanlar kimler? Genel kanaat o ki artık bütün hazırlıklar post-Erdoğan dönemine, Erdoğan sonrasına göre yapılıyor; Erdoğan’ın sahip olduğu gücün ondan sonra kimde olacağı ya da kime devredileceği bugünkü mücadelenin ana eksenini oluşturuyor. Yani ortada fiili saray egemenliğinin doğasına gayet uygun bir şekilde saray entrikaları üzerinde yükselen bir taht, bir veraset kavgası var. Peki içeride ve dışarıda hemen herkes yapılacak ilk seçimde Erdoğan’ın bir kez daha aday olmasını -piyasa tabiriyle söyleyecek olursak- “satın almışken” ve seçilmesi durumunda 2030 yılını da aşacak şekilde iktidarda kalma ihtimali varken, neden şimdiden bir zemin düzlemeye ihtiyaç duyuluyor, neden taraflar bir taht kavgası ekseninde konumlanıyor? Henüz bu soruya verebileceğimiz kesin bir yanıt yok, belki de birileri bizim bilmediğimiz bir şeyler biliyorlar ya da nesnellik tarafları erken hamleler yapmaya zorladı, hızlı hareket etmek zorunda olduklarını düşündüler. Nedeni ne olursa olsun, daha açıktan bir şekilde ifade edecek olursak, düzlenen zeminin Bilal Erdoğan için düzlendiği anlaşılabiliyor, Bilal Erdoğan fiili saray egemenliği uyarı gereğince bir veliaht olarak görülüyor ve tahta hazırlanıyor. Ancak bu o kadar kolay değil; çünkü fiili saray egemenliğinin de sınırları var ve o egemenliğin yarattığı ayrı ayrı klik ve hizipler, neo-feodal diyebileceğimiz devlet mimarisi içerisinde sahip oldukları güçten vazgeçmeye niyetli olmadıkları gibi post-Erdoğan döneminde de taht üzerinde hak sahibi olmak istiyorlar. Zemin düzlemenin ve taht kavgasının ilk somutlaştığı yerden, yani operasyonlardan ortalığa saçılan şeyin bir çürüme manzarası olması ise şaşırtıcı değil; çünkü Türkiye’yi yönetenler çürümenin de çürümenin en yoğun sirayet ettiği kesimin bizzat siyasi rant ilişkileri üzerinden zenginleşen yeni elitler olduğunun da gayet farkındalar. İşte şimdi elbette ki çürümeyi yaratan mekanizmaları tasfiye etmek için değil, o mekanizmaların içerisinde yer alan ve aslında hiç de önemi olmayan figürler üzerinden bir zemin düzleme operasyonunun ilk adımları atılıyor. Tam da bu nedenle operasyonlara maruz kalanların ekran yüzleri, ünlüler, medyatik tipler olması ve bunların özel hayatlarının sabah programları misali toplumun üzerine boca edilmesi adeta bir özel savaş tekniği olarak karşımızda duruyor. Bu sürecin nereye doğru evrileceğini, ne kadar derinleşeceğini, kimlerin tasfiye edileceğini henüz bilmiyoruz; bunların hepsini tarafların alacakları tutum, güç ilişkileri, cesaret edebileceklerinin sınırı vs. belirleyecek ama şunu biliyoruz ki Türkiye daha uzunca bir süre hem bu operasyonları hem de “çürüme” denen şeyi konuşacak. Şimdilerde düzen içi aktörler de dâhil olmak üzere herkesin dilinde bir “çürüme”dir gidiyor, herkes Türkiye’nin bir çürüme yaşadığından emin adeta. Peki bizim açımızdan, Türkiye’nin düzenine bakıp “bu düzen değişmeli” diyenler açısından bu kavram ne ifade ediyor? Her şeyden önce şunu söylemeli; “çürüme” bilimsel bir kavram değil, bir metafor ama güçlü, kullanışlı, açıklayıcı bir metafor. Üstelik çürümenin bir ekonomi-politiği var; çürüme toplumun özünde ya da topluma içkin olmadığı gibi kendiliğinden ortaya çıkan, failsiz bir süreç de değil, çürüme bizzat Türkiye’nin sermaye düzeninden kaynaklanıyor, düzen çürütüyor. Geçen yıl 8 Ekim’de bu köşede yayınlanan “Çürümenin ekonomi-politiği” adlı yazımda “çürümenin ekonomi-politiği Türkiye’nin sermaye düzeniyle ilgilidir. Türkiye kapitalizminin bekası, halkın daha fazla yoksullaştırılmasından, bu yoksulluğun yönetilebilmesi için de daha fazla çürümeden geçmektedir” demiştim. Evet, çürümenin ekonomi-politiği denildiğinde bakılması gereken yer Türkiye kapitalizminin bekasıdır ve bu beka ancak geniş kitlelerin yoksullaştırılmasıyla tesis edilebilmekte, yoksulluk da çürümeyle yönetilebilmektedir. Bugün resmi olarak yürürlükte olan Şimşek programı, “enflasyonla mücadele” adı altında halkı yoksullaştırmayı hedeflemektedir. Başta asgari ücret olmak üzere bu program doğrultusunda belirlenen maaşlar ve ücretler, bilinçli bir şekilde enflasyonun altında bırakılmakta, bu da kitlesel bir yoksullaştırma anlamına gelmektedir. Bu programın doğal bir sonucu olarak gelir dağılımı alt üst olmuş durumdadır ve en tepedeki küçük bir azınlık üretilen zenginliğin çok büyük bir bölümüne el koyarken, geriye kalan çoğunluk pastanın küçük bir dilimiyle idare etmek zorundadır. Maliye politikaları da aynı eksende işlemekte ve toplanan vergilerin ezici bir bölümü halktan, küçük bir kısmı ise sermayeden, patronlardan, holdinglerden alınmaktadır. Bu vergilerin çok büyük bir bölümü ise faiz ödemeleri şeklinde sermayeye aktarılmaktadır. Bugün Türkiye’de düzen çocuk emeğinin istismarına yoğun bir şekilde ihtiyaç duymakta, emeklileri bir kambur olarak görmekte, çalışanlarını ise açlık ve yoksulluk sınırının altında tutmaktadır. Sermayenin bekası dedikleri de zaten tam olarak budur, sermayenin bekası emeğin kanının bir vampir misali daha fazla ve daha fazla emilmesinden geçmektedir. Ekonomik süreçler her zaman beraberlerinde siyasi ve sosyal sonuçlar getirirler. Yoksullaşmaya her zaman kısa yoldan köşe dönme isteği, hırsızlık, gasp, kumar, bahis, fuhuş eşlik eder, yani çürüme yaygınlaşır, derinleşir. Düzen bir taktik olarak, toplumu da bu çürümeye dâhil etmeye çalışır, sokaktaki adamın “yırtma” hayallerini istismar eder ve ondan bir “suç ortağı” yaratır; böylece kimin kimden hesap soracağı muğlaklaşır, çünkü artık herkes suçludur. Velhasıl bir metafor olarak çürümenin bir ekonomi-politiği vardır, o da sermaye düzeninin ta kendisidir ve zaten bu nedenle de kapitalizme sessiz kalanların çürüme karşısında da susmaları gerekir. Çürüme politik bir meseledir ve ancak politik mücadeleyle üstesinden gelinebilir. “Bu düzen değişmeli” diyenler ise çürümeyi tespit etmekle yetinmezler, çürümeye karşı durmanın yollarını bulur, çürümeyle mücadelenin yöntemlerini geliştirir ve onu ortak bir akılla yenme iradesini ortaya koyarlar. Saray entrikalarıyla, taht kavgalarıyla, veliaht savaşlarıyla yönetilmek kaderimiz olmayacaksa eğer, mesele bu iradeyi ortaya koyma meselesidir.