Asgari ücret ve barınma krizini birlikte düşünmek

Yusuf Ekici - Şehir Plancısı 2026 yılı asgari ücreti, her yıl olduğu gibi bu yıl da dar bir çerçeveye sıkıştı: Farklı rakamlar, farklı gerekçeler ve nihayetinde emeğin yaşam koşullarını korumaktan uzak, yoksulluğu derinleştiren bir ücret düzeyi. Oysa Türkiye’de asgari ücret meselesi yalnızca bir ücret pazarlığı değildir. Barınmadan gıdaya, sağlıktan eğitime uzanan bütünlüklü bir yaşam krizinin en görünür göstergelerinden biridir. Çünkü ücret, bu başlıkların tamamıyla doğrudan ilişkilidir; dolayısıyla mesele yalnızca “ne kadar zam” yapılacağı değil, bu ücretle nasıl bir yaşamın mümkün kılındığıdır. Bu sorunun en çıplak biçimde görünür olduğu alanların başında ise barınma gelmektedir. Asgari ücretle yaşamın nerede ve nasıl sürdürülebileceği sorusu, bugün doğrudan konut piyasasında karşılığını bulmaktadır. Türkiye’de konut meselesi uzun süredir teknik bir arz sorunu gibi ele alınıyor. Daha fazla konut üretildiğinde barınma sorununun çözüleceği varsayımı, iktidarından muhalefetine, piyasa aktörlerinden yerel yönetimlere kadar geniş bir mutabakatla yeniden üretiliyor. Oysa konuta erişimin giderek imkânsız hâle gelmesi, yeni konut üretiminin yetersizliğinden değil; konutun sistematik biçimde bir yatırım ve rant aracına dönüştürülmesinden kaynaklanıyor. Merkez Bankası Konut Fiyat Endeksi verileri üzerinden yapılan güncel hesaplamalar bu tabloyu açık biçimde ortaya koyuyor. Bugün asgari ücretle çalışan bir yurttaşın, Türkiye ortalamasında 90 metrekarelik bir konuta erişebilmesi için yaklaşık 29 yıl çalışması gerekiyor. İstanbul’da bu süre 46 yıla kadar uzuyor. Üstelik bu hesaplama, faiz oranının sıfır olduğu ve gelirin yarısının konut kredisine ayrılabildiği son derece iyimser varsayımlara dayanıyor. Asgari ücrete yapılacak olası artışlar dahi bu tabloyu yapısal olarak değiştirmiyor; sorunu çözmek yerine erteleyerek yeniden üretiyor. Bu noktada Özgür Orhangazi ve Kansu Yıldırım’ın asgari ücret tartışmasına ilişkin tespitleri, barınma krizini anlamak açısından önemli bir çerçeve sunuyor. Orhangazi’ye göre Türkiye’de asgari ücret, çoktan “asgari” olma niteliğini yitirmiş durumda. Özel sektörde çalışanların neredeyse yarısı asgari ücret ya da onun hemen üzerinde bir gelirle yaşamını sürdürüyor. Yıldırım’ın verilere dayanarak yaptığı tespitten hareketle bugün asgari ücretten söz ederken, toplumun en alt kesiminden değil; fiilen ücretli çalışanların büyük çoğunluğunun aldığı ücretten bahsediyoruz. Daha da önemlisi, asgari ücret uzun süredir asgari geçim koşullarını karşılamaktan bütünüyle kopmuş durumda. Kasım 2025 itibarıyla Türk-İş verileri, bir işçinin aylık yaşam maliyetinin 38 bin lirayı aştığını, dört kişilik bir ailenin açlık sınırının ise 29 bin liranın üzerine çıktığını gösteriyor. Buna karşılık yürürlükteki asgari ücret yalnızca 22 bin lira düzeyinde. Yine Kasım 2025 verilerine göre İzmir’de ortalama kira bedelinin 28 bin 531 TL’ye yükselmiş olması, asgari ücretin barınma maliyetini dahi karşılayamaz hâle geldiğini açık biçimde ortaya koyuyor. Asgari ücret, dört kişilik bir ailenin açlık sınırının altında kalırken, yoksulluk sınırıyla arasındaki uçurum her geçen gün derinleşiyor. Bu fark, yalnızca bir ücret yetersizliğine değil; insanca yaşam koşullarının bilinçli biçimde piyasanın insafına terk edildiği sınıfsal bir tercihe işaret ediyor. Barınma krizi tam da bu noktada devreye giriyor. Gelirlerin bu ölçüde baskılandığı, buna karşılık konutun piyasa içinde sürekli değerlenen bir varlık hâline getirildiği koşullarda, barınma artık ücretle çözülebilecek bir mesele olmaktan uzaklaşıyor. Kiraların asgari ücreti aşması, kent merkezlerinin düşük ve orta gelir grupları için erişilemez hâle gelmesi, hanelerin gelirlerinin yarısından fazlasını barınmaya ayırmak zorunda kalması tesadüf değil. Bu durum, bölüşüm ilişkilerinin mekânsal düzeyde yeniden üretilmesinin doğrudan bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik sorun yalnızca konut fiyatlarıyla da sınırlı değildir. Gıda, sağlık, bakım ve eğitim gibi temel ihtiyaçların kamusal olarak yeterli ve erişilebilir biçimde sağlanmadığı bir düzende, asgari ücret tartışması her yıl kaçınılmaz olarak aynı noktaya sıkışıyor. Ücret artışları, bu temel ihtiyaçların piyasa tarafından belirlendiği koşullarda hızla erimekte; barınma gibi yüksek maliyetli alanlarda ise neredeyse hiçbir karşılık üretemiyor. Bu nedenle asgari ücret tartışmasının yalnızca rakamsal artışlara indirgenmesi, barınma krizi başta olmak üzere mevcut krizlerin esas nedenlerini perdelemekten başka bir işlev görmemektedir. Asıl mesele, konutun yatırım aracı olmaktan çıkarılması; kullanım hakkını esas alan kamusal konut politikalarının hayata geçirilmesi ve barınmanın piyasa dışı bir toplumsal hak olarak yeniden tanımlanmasıdır. Mülkiyetin kamuda kaldığı, kiraların kamu tarafından denetlendiği, boş konut tutmanın ve ihtiyaç fazlası konut edinmenin vergilendirildiği, gelir düzeyine göre erişimin güvence altına alındığı modeller tartışılmadan, asgari ücrette yapılacak hiçbir artış barınma sorununu çözemez. Asgari ücret tartışması, yalnızca rakamlar üzerinden değil; toplumsal yaşamın nasıl ve kimin lehine yeniden üretileceği üzerinden ele alınmak zorundadır. Barınmayı bir hak olarak tanımlayan, ücretleri yaşam maliyetleri karşısında koruyan ve konutu piyasanın değil kamunun sorumluluğu olarak gören politikaların vakit kaybetmeksizin hayata geçirilmesine her zamankinden daha fazla ihtiyacımız bulunuyor.