Yeni yıl Cumhuriyet'in ve Cumhuriyetçiliğin daha fazla tartışıldığı bir yıl olabilir. Güncel siyasetteki süreçlerin tetiklediği bu tartışmayı derinleştirmenin yolu, Türkiye Cumhuriyeti tarihine yakından bakmaktan geçiyor. Meryem Çakır Kantarcıoğlu'yla İletişim Yayınları'ndan çıkan Erken Cumhuriyet'te Devlet ve Köy İlişkisi: Dirlik, Düzen, Asayiş kitabını konuştuk. Derin bir arşiv araştırmasının sonucu olan kitap, Köy Kanunu’ndan yola çıkarak Cumhuriyet tarihi literatürüne yeni bulgularla yeni bir soluk getiriyor. -Kendine özgü bir ajandası olduğu ve uzun yıllar süreklilik gösterdiği varsayılan bir “devlet” anlayışı farklı görüşlerden siyasal tarih anlatılarında sıkça karşımıza çıkıyor. Oysa sizin kitabınız bu tekrara düşmüyor. Aynı biçimde, “köylülük” de sizin gözünüzde türdeş bir kitleyi ifade etmiyor. “Toptancı” kavramlarla mesafenizi nasıl açıklarsınız? Konusu sosyal bilim olan hiçbir çalışma genellemelerden bütünüyle kaçamaz; hatta çoğu zaman genellemelere ulaşmayı hedefler. Mikro ölçekte, gündelik hayatı odağa alan çalışmalar bile, daha geniş toplumsal örüntüleri görünür kılma iddiası taşır. Dolayısıyla mesele genelleme yapıp yapmamak değil; genellemenin neyi görünür kılıp neyi görünmez hale getirdiğidir. Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluş dönemini ele alan siyasal tarih anlatılarında “devlet” çoğu zaman kendine özgü bir ajandası olan, uzun bir tarihsel süreklilik içinde hareket eden bütünlüklü bir özne olarak karşımıza çıkar. Bu yaklaşımı özellikle Şerif Mardin’in merkez–çevre paradigmasında ya da Metin Heper’in devlet geleneği söyleminde görmek mümkündür. Bu anlatılarda devlet, politikalarıyla, kararlarıyla ve hatta kararsızlıklarıyla dahi içsel olarak tutarlı bir bütün gibi düşünülür; toplumsal farklılıklar ve sınıfsal ayrımlar büyük ölçüde arka plana itilir. Devlet ile toplum arasındaki kopukluk, biçim değiştirerek ama özünü koruyarak mutlakiyetten meşrutiyete, oradan Cumhuriyet’e uzanan bir süreklilik olarak okunur. Oysa Poulantzas’ın da vurguladığı gibi devlet, tekil ve yekpare bir özne değil; sınıf ilişkilerinin özgül bir yoğunlaşma noktasıdır. Devletin içinde ve etrafında farklı sınıfsal çıkarlar, gerilimler ve çelişkiler sürekli olarak yeniden üretilir. Bu nedenle devleti, toplumdan kopuk ve onun üzerinde konumlanmış bir irade olarak değil; toplumsal ilişkilerle iç içe geçmiş, bu ilişkiler tarafından şekillendirilen ama aynı zamanda onları yeniden düzenleyen bir yapı olarak düşünmek gerekir. Benzer bir sorun “köylülük” kavramında da karşımıza çıkar. Merkez–çevre anlatılarında çevre kategorisi, büyük toprak sahibi eşraftan dış pazarlara eklemlenmiş tüccarlara, rantiyelerden az topraklı ya da topraksız köylülere kadar oldukça heterojen grupları tek bir başlık altında toplar. Böylece köylülük, kendi içindeki sınıfsal farklılıkları, çıkar çatışmalarını ve iktidar ilişkilerini kaybederek türdeş bir kitleye indirgenir. Bu noktada genelleme, açıklayıcı olmaktan çıkıp aşırı genellemeye dönüşür ve olgunun kendisi —sınıfsal eşitsizlikler dâhil— görünmez hale gelir. Nitekim bu literatürde sınıf meselesinin çoğu zaman tali bir konuma itilmesi ya da bütünüyle dışarıda bırakılması da tesadüf değildir. Sınıfsal açıdan Köy Kanunu Benim kitabımda yapmaya çalıştığım, bu toptancı kavrayışlarla bilinçli bir mesafe kurmak. Köy Kanunu’nu, yukarıdan aşağıya işleyen yekpare bir devlet iradesinin ürünü olarak değil; farklı sınıfsal konumlara sahip aktörlerin —büyük toprak sahiplerinin, küçük üreticilerin, topraksız köylülerin, muhtarların ve yerel eşrafın— gündelik hayat içinde karşı karşıya geldiği, pazarlık ettiği ve çatıştığı bir dönüşüm zemini olarak ele alıyorum. Köy Kanunu’yla gelen düzenlemelerin nüfusu, toprağı, mekânı ve yönetsel ilişkileri nasıl dönüştürdüğünü incelerken, bu dönüşümün her köylü için aynı anlama gelmediğini özellikle vurguluyorum. Bu anlamda devlet ile köylüler arasındaki ilişkiyi, basit bir tahakküm–direniş ikiliği üzerinden değil; Poulantzas’ın işaret ettiği gibi karşılıklı olarak yapılandırıcı, çelişkili ve dinamik bir ilişki olarak düşünüyorum. Devlet de köylüler de bu süreçte sabit değildir; sınıfsal konumlar, yerel güç dengeleri ve gündelik pratikler içinde sürekli olarak yeniden şekillenir. Kitabın temel iddiası da tam olarak budur: Erken Cumhuriyet’in kırsal politikalarını ancak bu çok katmanlı, sınıfsal olarak farklılaşmış ve çelişkilerle örülü ilişkiler ağı içinde okuduğumuzda gerçekten anlayabiliriz. Köylülerin Cumhuriyet’e dair izlenimleri Yoksul Anadolu köylüsü Cumhuriyet’i nasıl tanıdı? Köylü kitlelerin yeni rejimle temas noktaları neydi ve Ankara’ya dair ilk izlenimleri sence ne yöndeydi? Yoksul Anadolu köylüsünün Cumhuriyet’le temasını tek bir kanaldan okumak mümkün değil. Ama benim çalışmamda özellikle odaklandığım nokta şu: Cumhuriyet, köylüyle temasını parça parça değil; beşikten mezara uzanan bir yurttaşlık inşası üzerinden kurdu. Bu temas çoğu zaman ideolojik söylemlerden ziyade, doğrudan köylünün gündelik hayatına dokunan düzenlemelerle gerçekleşti. Köy Kanunu bu anlamda belirleyici bir çerçeve sundu. Köylünün sağlıklı yaşam koşullarına kavuşturulmasından, ilkokul çocuklarının mektep bahçelerinin havadar olmasına; muhtar seçmek ve seçilebilmek için vergi verme şartının kaldırılmasından, sefalete düşecek derecede yoksul olanlara köy topraklarından arazi tahsisine kadar uzanan geniş bir müdahale alanı söz konusuydu. Tarımsal üretimde hâlâ temel güç olan hayvanların ıslahı, ekini ve ürünü yok eden tufeylîlere karşı fenni ve zirai ilaçlamanın devreye sokulması, çocuk ölümlerinin azaltılması, ücretsiz ilaç dağıtımı, seyyar tabiplerin köylere kadar gönderilmesi, bulaşıcı hastalıklarla mücadele edilmesi; bunların tamamı yoksul köylünün hayatına doğrudan temas eden uygulamalardı. Aynı şekilde memleket mekteplerinin ve köy okullarının yaygınlaştırılması, dokuz yıl gibi kısa bir sürede köylerde yaklaşık iki milyon ağacın dikilmesi, Köy Kanunu hükümleri uyarınca köylü emeğiyle 28 bin kilometre yol yapılması ve 900’ün üzerinde köprünün inşa edilmesi, Cumhuriyet’in Ankara’dan ibaret bir soyut merkez olmadığını; köylünün gündelik yaşamında somut karşılıklar ürettiğini gösteriyordu. Ancak bu tablo eksiksiz ve pürüzsüz değil. Ortaklaşa kullanılan köy meralarının sınırlarının bilinçli biçimde çizilmemesi, bu alanların zamanla çitlemeye ve toprak yoğunlaşmasına zemin hazırladı. Mübadil, muhacir ve göçebelerin yerleştirildiği topraklara nüfuzlu eşrafın el koyma girişimlerine karşı çoğu zaman etkili müdahalelerde bulunulmadı. Esaslı bir toprak reformunun gerçekleştirilememesi, köy muhtarlıklarının pek çok yerde köy ağaları ya da onların kahyaları eliyle sürdürülmesine ses çıkarılmaması, yoksul köylü açısından Cumhuriyet’in sınırlarını da görünür kıldı. Burada altını çizmek istediğim önemli bir nokta var: Merkez dediğimiz yapı, bütün politikalarda yekpare biçimde hareket eden, tek bir öznel iradeyle topluma yön veren bir blok değildi. Aksine Cumhuriyet devleti, farklı sınıf çıkarlarının, ittifakların, gerilimlerin ve çelişkilerin bir arada bulunduğu bir alandı. Bu nedenle bazı alanlarda köylünün lehine sonuçlar üretilebilirken, bazı kritik eşiklerde —özellikle toprak meselesinde— toprak sahibi eşrafın ağırlığı hissedildi. Köylülerin Cumhuriyet’e ve Ankara’ya dair izlenimlerini topyekûn bir yargıyla değerlendirmek bu yüzden zor görünüyor. Üstelik 1929 ekonomik bunalımı ve ardından II. Dünya Savaşı’nın yarattığı koşullar, yoksul köylüyü doğrudan etkiledi. 1940’ların ortalarından itibaren köy kalkınmasına yönelik planlı uygulamaların rafa kaldırılması, örnek köy projelerinden vazgeçilmesi ve toprak reformu tartışmalarının sonuçsuz kalması, erken dönemde atılan pek çok adımı sakat bırakmış gibi görünüyor. Dolayısıyla bence, Cumhuriyet, yoksul Anadolu köylüsü için tek yönlü bir ilerleme ya da kesintisiz bir kopuş anlamı taşımıyor. Köylü, Cumhuriyet’le kurduğu ilişkide hem yeni imkânlarla karşılaştı hem de eski eşitsizliklerin sürekliliğini deneyimledi; bu da Cumhuriyet’i çelişkili, çok katmanlı ve zamana yayılan bir toplumsal deneyim haline getirdi diyebiliriz. Cumhuriyet’in ilk yıllarında devlet-toplum ilişkisi Cumhuriyet’in erken yıllarında kırsala dönük geliştirilen politikalarda halkçılık ilkesi kendini hissettiriyor muydu? Yoksa yönetme ve kapitalist üretim ilişkilerini güçlendirme kaygısı daha mı belirleyiciydi? Bu iki olgunun —halkçılık ile kapitalist üretim ilişkilerini güçlendirme kaygısının— her zaman karşıt biçimde ilerlediğini söyleyebilir miyiz, emin değilim. Çünkü, öncelikle şunu kabul etmek gerekir: Yönetme kapasitesi gelişkin olmayan bir devlette ne halkçılık politikalarının uygulanabileceği bir zemin vardır ne de kapitalist nitelikli üretim ilişkilerinin önünü açabilecek araçlardan söz edilebilir. Cumhuriyet’in ilk yıllarını, tam da bu yönetme kapasitesinin oluşturulmaya çalışıldığı bir dönem olarak okuyabiliriz. İstikamet ister halkçılık olsun ister üretim ilişkilerinin dönüştürülmesi; her iki durumda da önce yönetilecek olanın tanınması elzemdir. Nüfusun sayılması ve kayıt altına alınması, mekânın sınırlarla belirlenmesi, dolaşımın izlenmesi, üretim yapılan alanların tespiti ve denetlenmesi bu nedenle kurucu önemdedir. Kuruluş yıllarında yapılan nüfus sayımları, sınır çizimleri, kayıt ve istatistik faaliyetleri yalnızca teknik düzenlemeler değil; devlet-toplum ilişkisinin, onu yönetilebilir kılmasının ön koşullarıdır. Bu bilgi üretimi ve yönetsel kapasitenin genişlemesi, tek bir yönde işlev görmez. Bir yandan kamu hizmetlerinin yaygınlaştırılmasına, sağlık, eğitim, yol ve diğer hizmetlerinin köylere kadar ulaşmasına ve devletin toprağa nüfuz ederek meşruiyet kazanmasına imkân tanır. Öte yandan aynı bilgi ve kapasite, üretim ilişkilerinin geri yönlerini tespit etmeyi, emeği daha düzenli, sağlıklı ve denetlenebilir hâle getirmeyi, tarımsal üretimi ve hayvancılığı rasyonelleştirmeyi mümkün kılar. Dolayısıyla yönetme kapasitesinin inşası, tek bir siyasal hedefe değil; farklı ve zaman zaman birbiriyle gerilimli yönelimlere aynı anda hizmet etmiştir diyebiliriz. Birkaç açıdan bu durumu örnekleyelim. Mekan açısından örneklersek göçmenler ve göçebeler için kurulan köyler, dağıtılan geçim hayvanları, tohumluklar ve iskân uygulamalarını dikkate almamız gerekir. Bu politikalar yalnızca nüfus yerleştirme ya da güvenlik kaygılarıyla değil; köylünün üretim kapasitesini asgari düzeyde yeniden kurmaya yönelik müdahaleler olarak tasarlanmıştı. Mekânın planlanması, köyün yeniden kurulması ve üretim araçlarının dağıtılması üzerinden yürütülen bu girişimler, erken Cumhuriyet’in halkçılık ilkesinin mekânsal bir deneyimi olarak da okunabilir. Cumhuriyet’in halkçılık deneyimi ve sınırları Ancak bu halkçılık deneyimi, feodal ilişkilerin ve büyük toprak sahipliğinin baskın olduğu yerel sosyoekonomik yapılara çarptığında ciddi sınırlarla karşılaştı. Yerleştirilen göçmen ve göçebelerin topraklarının eşraf tarafından fiilen ele geçirilmesi, geçim araçlarının kısa sürede etkisizleşmesi ve yerel güç ilişkilerinin yeniden üretilmesi, bu politikaların dönüştürücü kapasitesini büyük ölçüde sınırlamış gibi gözüküyor. Bu nedenle halkçılık, burada eşitliği kendiliğinden üreten bir ilke olmaktan çok; bence mevcut sınıfsal ilişkilerle müzakere eden, kimi yerde geri çekilen, kimi yerde tutunmaya çalışan bir yönelim olarak karşımıza çıkıyor. Buna rağmen bu tür uygulamaları bütünüyle halkçılığın dışında bırakmak da mümkün değil. Göçmen ve göçebelerin yerleştirilmesi, üretime katılmalarının sağlanması ve içinde yaşadığı köy topluluğu ya da hane ile değil; hak ve yükümlülük sahibi birer yurttaş haline getirilmeleri, hukuksal özne olarak kabul edilme hedefi, erken Cumhuriyet’in halkçılığı nasıl anladığını ve bu ilkeyi nerede sınırlandırdığını aynı anda gösterir. Bu politikalar, halkçılığın hem iddiasını hem de sınırlarını mekân üzerinden görünür kılan önemli örneklerdir. Benzer bir ikili etki feodal ilişkilerin tasfiyesine yönelik girişimlerde de görülür. Bu girişimler, kimi durumlarda kapitalist üretim ilişkilerinin önünü açarken, kimi durumlarda topraksız ve az topraklı köylülerin toprağa erişimini genişletmeyi hedeflemiştir. Ancak bu iki yönelimin her zaman aynı ağırlıkta ilerlediğini söylemek güç. Toprak reformunun ertelenmesi ya da sonuçsuz kalması, bu dengenin hangi yönde kırıldığını gösteren en açık göstergelerden biridir. Sağlık ve eğitim gibi kamu hizmeti alanları ve bunlara yönelik politikalar da benzer bir çift yönlü etki üretmiştir. Sağlık hizmetlerinin merkezileştirilmesi ve yaygınlaştırılması, salgın hastalıklar karşısında geleneksel ve etkisiz yöntemleri devre dışı bırakmış; köylü nüfusun genel sıhhatini artırmıştır. Ancak aynı süreç, işgücünün korunması ve üretkenliğin sürekliliği açısından da kritik bir işlev görmüştür. Eğitim hizmetlerinin köylere taşınması ise bir yandan yurttaşlık bilincini güçlendirirken, diğer yandan modern üretim ilişkilerinin ihtiyaç duyduğu bilgi ve becerilerin köylere aktarılmasına olanak sağlamıştır. İdari vesayetin güçlendirilmesi, köylüler üzerindeki yerel zorbalıkların denetim altına alınması ve oy hakkının fiilen kullanılmasına yönelik tedbirler de halkçılık ilkesinin önemli görünümleridir. Ancak bu düzenlemeler aynı zamanda nüfusun çevrelenmesini, emeğin gözetimini ve üretim süreçlerinin daha öngörülebilir hâle gelmesini mümkün kılmıştır. Bu nedenle halkçılık, erken Cumhuriyet’te eşitliği kendiliğinden üreten bir ilke olmaktan çok; yönetilebilir, düzenli ve üretken bir toplum kurma hedefiyle birlikte düşünülmelidir. Dolayısıyla erken Cumhuriyet deneyiminde halkçılık ile kapitalist üretim ilişkilerinin güçlendirilmesi arasındaki ilişki, birinin diğerini bastırdığı ya da dışladığı antagonistik bir karşıtlık gibi değil; aynı yönetme kapasitesi inşası zemininde, kimi zaman birbirini meşrulaştıran, kimi zaman da birbirinin sınırlarını çizen bir ilişki olarak görülebilir. Halkçılığın sınırları da tam olarak bu çok katmanlı ve gerilimli zemin üzerinde belirginleşmiş diyebiliriz. Tebaadan vatandaşa Kitabın sonunda Köy Kanunu’nu “yarım kalmış bir rüyanın en parlak yıldızı” olarak tanımlıyorsunuz. Öte yandan, “hükmetmeden yönetmeye” olarak ifade ettiğiniz sürecin ister istemez “çeşitlilikten benzerliğe” doğru bir budama işlemini de kapsadığını gösteriyorsunuz. Türkiye’nin bugün akademik ve politik çevrelerde sıkça şeytanlaştırılan “modern ulus-devlet” projesi Anadolu kırsalına aslında bir kabusu mu yaşattı? Eğer öyleyse imparatorluk dönemi özlemle anılacak bir rüya mıydı? Evet, günümüzde bir kesim için durum tam da bu yanılsamadan ibaret. Bugün akademik ve politik mecralarda, Cumhuriyet’in kuruluş dönemini 'tekçi' ve 'yıkıcı' olarak yaftalayan, dışarıdan ithal edilmiş ‘post-modern' şablonların cazibesine kapılan bir literatürün yükselişine şahit oluyoruz. Ancak bu okuma biçimi, en temelinde anakronik ve ağır bir presentist eğilim barındırıyor. Bu bakış açısının; olguların kendi özgün tarihsel bağlamını kapı dışarı ederek, bugünün değer yargılarının gömleğini geçmişe zorla giydirmeye çalıştığını düşünüyorum. Modern ulus-devlet projesini 'çeşitlilikleri budayan bir canavar' gibi resmeden bu literatür; Osmanlı’nın son dönemindeki idari parçalanmışlığı 'ideal bir hoşgörü iklimi', Cumhuriyet’in rasyonelleştirme çabalarını ise 'totaliter bir yıkıcılık' olarak kodluyor. Devlet-köy ilişkisini; ya merkezin çevreye yukarıdan baktığı bir kopukluk ya da yerel değerleri yok eden bir şiddet sarmalı olarak resmeden bu yaklaşımlar, kuramsal köklerini ne yazık ki yerelden değil, ödünç alınmış post-modern şablonlardan alıyor. İdeolojik hesaplaşmalara zemin sunan her türlü kuramsal araç, özgünlüğüne bakılmaksızın işlevsel hale getirilirken; bu amaca hizmet etmeyen yaklaşımlar ise bir çırpıda 'modası geçmişlik' veya 'ezbercilikle' itham edilerek saf dışı bırakılıyor. Soruyu gerçekliğin zeminine, yani köy ölçeğine indirelim: 'Budandığı' iddia edilen o farklılıklar ve 'özlemle anılan' o tablo neydi? Cumhuriyet’in devraldığı manzara şuydu: Okuma yazma oranının %10’u bile bulmadığı, bulaşıcı ve salgın hastalıkların kırsalı kuşattığı, çocuk ölümlerinin %50’lere ulaştığı bir coğrafya. İnsanların penceresiz kerpiç evlerde hayvanlarıyla bir arada yaşadığı, eşraf zorbalığının ve adi eşkıyalığın kırsalda kol gezdiği, ortalama yaşam süresinin 36 yılı aşamadığı, çok eşliliğin kanıksandığı bir sosyal yapı. Hatta 1921 gibi kritik bir eşikte bile, Meclis kürsüsünden kadınlara seçme hakkı verilmesini “şeriat-ı garraya aykırı” bulup, bunu teklif edenleri ‘Bolşeviklik'le (!) itham eden bir zihniyet hakim olduğu siyasi yapı... Bu tabloda köylü için 'çeşitlilik', bir kültürel zenginlik değil; kamu hizmetinin esamisinin okunmadığı, yolsuzluğun 'ömür törpüsü' haline geldiği, köylünün sadece vergi ve asker kaynağı olarak görüldüğü bir sefaletten daha fazlası olarak tarif edebilir miyiz bilemiyorum. Dolayısıyla bugün 'modern ulus-devlet' projesini şeytanlaştıranların, bu sefalet derecesindeki 'farklılığı' bir rüya gibi pazarlaması hayret vericidir. Cumhuriyet’in yaptığı, bu koşulları rasyonalize ederek köylüyü bir 'tebaa' olmaktan çıkarıp modern bir 'özne' ve 'vatandaş' kılma iradesidir. Budanan şey bence, sakınılması, sahip çıkılması ve savunulması gereken bir çeşitlilikten ziyade; halkın kaderine terk edilmişliğidir. Güncel tarım politikaları Bugün kırsal nüfusun kent nüfusu karşısında sayıca ezilmesini ve gözle görülür biçimde yaşlanmasını nasıl açıklarsınız? Türkiye’nin güncel tarım-hayvancılık politikalarına baktığında Cumhuriyet’in erken dönemindeki politikaları andıran ya da bunlarla çelişen şeyler görüyor musunuz? Cumhuriyet, köylü bir nüfus üzerine inşa edildi; bu yalnızca demografik bir veri değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal bir zorunluluktu. Ulusun mayası da hamuru da köylüden oluşuyordu. Erken Cumhuriyet döneminde alınan kararların, izlenen politikaların ve kurulan kurumların tamamı, önünde sonunda köylünün dünyasına temas etmek durumundaydı. Köylünün üretim biçimi, ihtiyaçları ve imkânları, siyasal karar alma süreçlerinin doğrudan belirleyeniydi. Meclis’teki yerel eşraf ağırlığı da hesaba katıldığında, köylülüğün sadece yönetilen değil, yönetimin kurucu unsurlarından biri olduğu söylenebilir. Bu bakımdan yukarıdaki soruyu da içeri alarak, ister halkçılık ve kamuculukla örülü siyasal reformları merkeze alalım, ister mülkiyet ilişkilerinin dönüşümünü; her iki durumda da köylü, Cumhuriyet’in temel toplumsal dayanağıydı. Kırsala yönelik politikalar, tüm çelişkilerine rağmen köylüyü dışlayan değil; onu tanımaya, modern bir özne olarak dönüştürmeye ve belirli ölçülerde korumaya çalışan bir vizyonla şekillenmişti. ‘Köylü bugün diktiği ağaca sahip çıktığı için canından olabiliyor’ Bugünden baktığımızda ise manzara köklü ve sarsıcı bir biçimde değişmiş görünüyor. Kırsal nüfus sadece sayıca azalıp yaşlanmıyor; aynı zamanda köye ve köylüye yönelik devlet politikalarının niteliği bütünüyle başkalaşıyor. Artık köyler, üretimin ve yaşamın merkezi olarak değil; ormanları, meraları ve zeytinlikleriyle yerli veya yabancı sermaye için 'fethedilmesi' gereken stratejik alanlar olarak görülüyor. Güncel tarım politikaları, köylünün üretimini desteklemekten ziyade, onun yaşam alanlarının büyük ölçekli sermaye faaliyetlerine tahsis edilmesini kolaylaştırıyor. Köylünün kamusal alandaki görünürlüğü ise artık tarımsal üretimle değil; kendi toprağını, ağacını ve suyunu korumak için Meclis koridorlarında ya da ormanlarında karşı karşıya geldiği direniş sahneleriyle sınırlı kalıyor. Bu trajik dönüşümü anlamak için Köy Kanunu’ndaki tek bir madde bile yeterlidir. Kanun, köylünün mecburi görevleri arasında şunu sayar: 'Köylü her sene adam başına en az bir ağaç dikecek ve bu ağaç tamamen tutup yeşilleninceye kadar ona bakacaktır.' Kanun ayrıca, mülkiyeti doğrudan köylüye ait olan köy korularını, köylünün gözü gibi bakması gereken ortak bir mülkiyet ve koruma alanı olarak tanımlar. Yani Erken Cumhuriyet’te köylü, tabiatı inşa eden ve koruyan bir özne olarak konumlandırılır. Bugün ise köylülerin kendi elleriyle büyüttükleri ormanların, zeytinliklerin ve asırlık ağaçların maden kepçeleriyle yok edildiğine; bu yıkıma direnenlerin ise şiddetle bastırıldığına tanık oluyoruz. Reşit Kibar’ın öldürülmesi, bu tarihsel dönüşümün can yakıcı örneklerinden biridir. Bir dönemde ağaç dikmesi mecburiyet olarak tanımlanan köylü, bugün diktiği ağaca sahip çıktığı için canından olabiliyor. Sonuç olarak kırsalın bugünkü çöküşü sadece demografik bir süreç olarak okunmamalı. Bu, köylünün üretimden ve yaşam alanlarından sistematik olarak dışlandığı; köyün siyasal ve iktisadi bir merkez olmaktan çıkarıldığı uzun erimli bir politika değişiminin sonucudur. Erken Cumhuriyet’te korunması, dönüştürülmesi ve ayağa kaldırılması gereken temel bir toplumsal güç olan köylüler; bugün ne yazık ki kendi topraklarında sermaye birikimi uğruna gözden çıkarılması gereken birer 'maliyet' veya tahliye edilmesi gereken birer 'engel' olarak görülüyor. Söyleşinin sonuna gelirken, siyaset ve tarih kitaplarının meraklılarına bir yeni yıl mesajınız var mıdır? Fakir Baykurt, Eşekli Kütüphaneci ’de şöyle der: “Eskiden cahillik fazlaydı; şimdi daha fazla. Gittikçe de artıyor. Bu nedenle bize yeni kitaplar gerekir. Eski yapı yetmez; yeni yapı gerekir.” Bugün bizler de benzer bir kavşaktayız. Yeni bir yapının inşası, ancak tarihi çarpıtıp eğip bükmeden; onu kendi tarihsel gerçekliği içinde anlamayı mümkün kılan ve kamusal değerleri yeniden düşünmeye çağıran kitaplarla mümkün olabilir. Erken Cumhuriyet'te Devlet ve Köy İlişkisi: Dirlik, Düzen, Asayiş' in bu amaca hizmet etmiş olmasını umuyorum. Okuduğumuz her satırın bizi toprağımıza, ağacımıza ve insan onuruna biraz daha sahip çıkmaya teşvik etmesi dileğiyle, iyi yıllar…