Asgari Ücret Tespit Komisyonu, işçi temsilcisi masaya hiç oturmamışken karar açıkladı. Alınan karar, Mart 2024’ten bu yana açlık sınırının altında kalan asgari ücretin, 2026 boyunca da aynı yokluk düzeyinde tutulması anlamına geliyor. Türk-İş’in itirazının nedeni de tam olarak bu: Kuralların değişmeyeceğini, iktidarın bizzat 2021–2023 döneminde yarattığı yüksek enflasyona rağmen refah payının yine gündeme dahi gelmeyeceğini artık tecrübeyle bilmesi. Dahası, emek piyasasında iktidar kaynaklı olarak biriken sorunların faturasının siyasilere değil, emekçilere kesileceğinin farkında olması. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan’ın Komisyon dışı “göstermelik” Türk-İş ziyareti de bu tabloyu değiştirmiyor. İşçilerle gerçek bir müzakere yürütmek yerine, diyalog varmış görüntüsü veren fotoğraflarla sürecin tamamlandığını düşünüyor. Türkiye bu hale elbette bir gecede gelmedi. Türkiye’de asgari ücret konuşulurken genellikle sadece “kaç lira” olacağı sorulur. Bizim asıl konuşmamız gerekense reel olarak büyüyebilen Türkiye ekonomisinde ücret düzeninin neden herkesi yoksullaştırdığı. Bugün asgari ücret ne sadece işçinin meselesi ne de yalnızca işverenin yükü. Üretim sektöründe bozulmuş bir düzenin omurgası. İşçi açısından tam zamanlı çalışmanın karşılığı maaş yatıyor ama kira, gıda, ulaşım derken daha ayın ortasında borç başlıyor. Çalışan fakirliği diye can yakıcı bir durum ortaya çıkıyor. Hikâyenin diğer yüzünde verimlilik sorunu, pahalı finansmana erişim sorunu, yüksek enerji ve kira maliyetleri arasında sıkışan küçük ve orta ölçekli işletmeler var. Asgari ücret artışına tepki olarak KOBİ’ler ya artışı fiyatlara yansıtıyor ya istihdamı kısıyor ya da kârından feragat ederek işini sürdüremez hale düşüyor. Bu sistemde kazanan yok. İktidar kendi yasal sorumluluğunu bir arabulucu rolüne indirgemiş uzaktan durumu seyrediyor. Sorunun kökü asgari ücretin “yüksek” ya da “düşük” olması değil. Sorun, asgari ücretin bir yoksullukla mücadele aracı olmaktan çıkması. Normalde en alttaki ücreti koruması gereken bir araç, Türkiye’de ortalama ücrete dönüşmüş durumda. Ücretler yukarı doğru açılacağına, aşağıda birbirine yapışıyor. Vasıflı çalışan da tatmin olmuyor, işveren de nitelikli emeği tutamıyor. Üstelik bu tablo tesadüf değil. Asgari Ücret Tespit Komisyonu yapısı yanlış. Sendikalaşma zayıf, toplu pazarlık neredeyse yok. Ücret merdiveni çalışmayınca, herkes asgari ücrete yaslanıyor. Devlet de bu yapıyı düzeltmek yerine, asgari ücreti yoksulluğa taban olarak değil makro denge aracı gibi kullanıyor. Bütçe, enflasyon, hedefler ön planda, insan hayatı hep en sonda geliyor. Peki bu sarmaldan nasıl çıkılır? Örneklere bakalım. Avrupa’da asgari ücret sistemin kendisi değil; sistemin altındaki güvenlik ağıdır. Asgari ücret “merkez” olmadığı için kimse ona yığılmıyor. Mesela Almanya. Asgari ücret var ama belirleyici değil. Ücretleri asıl yukarı çeken, sektör sözleşmeleri ve güçlü toplu pazarlık. Kimse milyonlarca insanı tek bir rakama mahkûm etmiyor. Ya da Fransa. Asgari ücret otomatik olarak enflasyona endeksli. Güvenilen bir resmi enflasyon verisine elbette. İşçi maaşı eriyecek endişesi taşımıyor, işveren de neyle karşılaşacağını biliyor. Belirsizlik yerine öngörülebilirlik var. İskandinav ülkelerinde bambaşka dengeler hâkim. Ücret tabanı, yüksek sendikalaşma ve yaygın toplu sözleşmelerle zaten korunduğundan ulusal asgari ücrete gerek duyulmuyor. Japonya ve ABD’de uygulanan bölgesel asgari ücret modeli son dönemde sıkça öneriliyor. Kâğıt üzerinde makul görünse de Türkiye’de uygulanması, kurumsal kapasitedeki aşınma nedeniyle bize göre değil. Japonya’da güçlü denetim ve yerel konseylerle çalışan bu model Türkiye’de emeği korumaz; daha da savunmasız bırakır. Çünkü Türkiye’de bölgesel farklar yalnızca yaşam maliyetinden değil, güç dengesizliklerinden kaynaklanıyor. Sendikaların zayıf, işsizliğin yüksek olduğu bölgelerde asgari ücret, yaşamı koruyan bir taban olmaktan çıkar; pazarlık gücünün sıfırlandığı noktaya iner. Bu da ucuz emeğin belirli illere yığılması, iç göçün hızlanması ve ücretlerin aşağı doğru yarışa girmesi demektir. Peki Türkiye asgari ücreti bu derece hayati bir konu olmaktan çıkaracak şekilde ücret dağılımını nasıl kuracak? Cevap basit değil ama yönü net. Birincisi, asgari ücret yeniden tanımlanmalı. Bu ücret, ekonomiyi taşımak zorunda bırakılan bir kolon değil; insanca yaşamın tabanı olmalı. Yaşam maliyeti, refah payı ve otomatik koruma mekanizmaları bu işin merkezine konmalı. İkincisi, ücret artışları keyfî değil, kural bazlı ve öngörülebilir olmalı. Hem işçi geleceğini bilmeli, hem işveren önünü görebilmeli. Üçüncüsü ve belki de en kritik olanı, toplu pazarlık yeniden ayağa kaldırılmalı. Ücret yükü yalnızca asgari ücrete bindikçe içine düştüğümüz kısır döngüden, sendikal haklar güçlenmeden, sektörel sözleşmeler yaygınlaşmadan çıkamayız. Tüm bu adımlar aslında bir başlangıç noktası çünkü ücret sıkışmasına karşı gerçek çözüm ücrette değil, verimlilikte ve katma değerde. İşveren uzun zamandır rekabet gücü olarak ucuz TL’yi ve ucuz emeğin peşinde. Halbuki rekabet nitelikli işgücüne dayanan nitelikli üretime sırtını yaslamalı. İşçi de ürettiği değerden pay alabilmeli. Bu uzun ve meşakkatli yola girmek Türkiye için artık kaçınılmaz. Nasıl yapılabileceğine dair detaylar son haftalarda kaleme aldığım yazı serisinde. Asgari ücreti kavga konusu olmaktan çıkarıp, dengeli kurgulanan bir bütünün zemini haline getirmek artık ötelenemeyecek bir hedef. Çünkü bir ülkede hem işçi hem işveren aynı anda sıkışmışsa, sorun taraflarda değil; izlenen siyasettedir. Bu siyaseti yaratanlar değişmeden de ne işçi nefes alabilir ne de işveren.