Uzun zamandır futbol sadece bir spor dalı değil. Ne tribünde, ne sahada, ne de ekran başında. Çünkü futbol bu ülkede, iktidarın ideolojik aygıtlarından biri olarak uzun süredir işlev görüyor. Finansmanından yayın politikalarına, kulüp yönetimlerinden taraftar gruplarına kadar, milliyetçilikle, erkeklikle, itaatle yoğrulmuş oldukça manipülatif ve provokasyona alabildiğine açık bir alan burası. Somaspor, Bursaspor karşılaşmasında, Leyla Zana’ya yönelik galiz tezahüratlar bu gerçeği bir kez daha yüzümüze çarptı. Bu bir “taşkın taraftar” meselesi değil. Bu, örgütlü bir tahakküm kültürünün, tribün aracılığıyla sokağa, gündelik hayata, siyasete taşması, taşırılmak istenmesi. Futbolun bu kadar güçlü bir ideolojik aygıt haline gelmesi tesadüf değil. Milyarlarca liralık yayın gelirleri, kamu kaynaklarıyla ayakta tutulan kulüpler, vergi borçları silinen şirketleşmiş takımlar, güç ilişkileri… Bu yapı, iktidar ideolojisinden bağımsız değil. Başakşehir örneği hafızalarda: Bir semtin değil, bir rejimin takımı var karşımızda. Devlet desteğiyle büyüyen, tribün kültürü doğal olmayan, ama siyaseten “makbul” bir kulüp. Buna karşılık Amedspor… Her deplasmanda saldırıya uğrayan, her maçta hedef gösterilen, renkleri, dili, kimliği nedeniyle sürekli linç edilen bir takım. Burada linç kelimesini popüler dilin sosyal medya saldırısından başlayıp gerçek sözlük anlamının tüm korkunçluğuna uzanan en geniş anlamıyla okuyabiliriz. Amedspor’a yönelen şiddet, yalnızca futbolda değil, günlük hayatın içinde geçmişten bugüne en derin ve kara haliyle Kürt kimliğine yönelen devlet ve toplum refleksinin çim sahadaki küçük bir modeli. Bursaspor tribünlerinden yükselen, Leyla Zana’yı hedef alan son derece ağır küfür ve hakaretler de bu zincirin yeni halkası. Futbol müsabakalarında gündeme düşmek üzere seçilen tezahüratların; ülkenin siyasi konjonktür ve gündemine göre şekillendiği ve ‘anlattığı söylenenin ötesine geçen’ geniş bir erişim hedeflediği açık. Kimi zaman bir itirazı örgütlemek, kimi zaman subliminal onay inşası ve destek arayışıyla tribünlere postalanan mektup müsabaka heyecanı ve taraftarlık taşkınlığıyla boyut değiştiriyor. Öyle sanıyorum ki; bu son örnekte ‘organize ve adeta provalı, mükemmel ve hareket bütünlüklü bir performasla’ önceden yazılmış dörtlüklerin “bir ağızdan” hatasız icrası karşısında soğukkanlı ve sağduyulu kalarak asıl sorulması gereken soruya odaklanmak en doğrusu. Şükür ki öyle oldu. Yöntemi, gelişimi, samimiyeti farklı boyutlarıyla irdelenmeye muhtaç da olsa yeni rejimle devlet ve iktidarın eşitlendiği varsayımıyla ilk kez doğrudan devletin(!) açık talebiyle gelen barış müzakeresi kimi ve neden rahatsız ediyor? Neden süreç “eğer işlerse”diye endişe ediliyor? Neden bozulsun isteniyor? Kaos ve şiddete dönüşebilecek bir provokasyonla, zaten çok ince olan cam zeminde çatlak hatta kırılma isteyen kim? Tribün, bu ülkede eril şiddetin meşrulaştırıldığı alanlardan biri. Bağırmak, küfretmek, aşağılamak, hedef göstermek “taraftarlık” adı altında normalleştirilir. Bu lümpen eylemlilik hali milliyetçidir, ırkçıdır, cinsiyetçidir, linçe her an hazırdır ve çoğu zaman faşizan bir rahatlıkla sergilenir. Kadına yönelir, Kürt’e yönelir, Alevi’ye yönelir. Çünkü hedef olmak için “zayıf” ya da “azınlık” olmak yeterlidir. Leyla Zana’nın hedef alınışı da bu yüzden yalnızca bir kişiye değil; bu ülkede kadın olmanın, Kürt olmanın eşit yurttaşlığın, hak arayışının hep büyük mücadele gerektiren cesaretine yöneliktir. Kadına yönelik şiddetin her gün arttığı, ayrımcılığın türlü sebeple nefret suçuna, bir küçücük kıvılcımla insanlık suçuna evrilebilmesini olanaklı kılan cezasızlığın kural haline geldiği bir ülkede; tribünden yükselen küfür, sokakta atılan tekmenin, evde sıkılan kurşunun ideolojik altyapısını besler. Bu nefret ve düşmanlık, yalnızca bağıranların değil, sessizce onaylayanların da suçudur. İşte bu noktada çıkıp açıkça onaylamak yerine, kimi siyasilerin belli ki çok zekice buldukları “gazoz içerek“ Bursa’nın bir gazoz markasına övgüleri masum bir jest olarak görülemez. Bu, linç kültürüne göz kırpan, söylemeden söyleyen, yapmasa da yapılmasını istediğine davet çıkaran bir siyaset anlayışıdır. Hele belleksizliğimizden sıyrılıp geçmiş tecrübelerimizi hatırlarsak daha net görebileceğimiz çok tehlikeli bir sorumsuzluk, gamsızlık halidir. Futbol, bir oyun olmaktan çoktan çıktı. Tribünler, toplumun en karanlık reflekslerinin prova alanına dönüştürüldü. Bursaspor tribünlerinden Leylâ Zana’ya yönelik yükseltilen nefreti; geçmişte aynı dilin, aynı kinin dilinden dökülen ve katliamları meşrulaştıran tribün eylemlerini hatırlamaya vesile olarak daha geniş perspektiften yorumlamalıyız. Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından stadyumlarda açılan “Hepimiz Ogün Samast’ız” pankartları hafızalarda duruyor. Cinayetin faili, tribünde alkışlandı. Mağdurun adı ise küfürle, suskunlukla silindi. Roboski’den Suruç’a, Ankara Garı’ndan başka acılara katliamların ardından tribünlerden yükselen milliyetçi sloganlar, yasın yerini alan gürültü; ölülerin, kayıpların kimliğine göre değer biçen nefret iklimini besledi. Tribün, burada da devreye girdi. Yas tutmak yerine intikam dili üretildi. Bugün her köşede can alan “şiddet kültürü” böyle böyle sokağa indi. Leyla Zana’ya edilen küfür, bir toplum halinin özeti aslında. Kadın hakemlerin maruz kaldığı cinsiyetçi küfürlerle, kadın sporcuların bedenlerinin hedef alınmasıyla son derece uyumlu. Bu nedenle bazı siyasetçilerin; belki de kendi partilerinden kadınların da güvenliği için kendilerini iştahlandıran eylemleri alkışlamak ve tabanlarına oynamak yerine şiddete, kötülüğe, ayrımcılığa karşı duruşlarıyla hafıza ve kavrayış sorumluluklarını hatırlamaları gerekli. Kadınlara, LGBTİ+’lara, Kürtlere, Alevilere, muhaliflere, sokaktaki tüm canlılara, masum ve mazlumlara, güçsüze dönük şiddetin prova alanı hâlâ tribünler. Tribün, erkekliğin sınandığı ve tahkim edildiği bir alan. Tribünlerde Leylâ Zana’yı hedef alan küfürler de Fenerbahçe kulübünün kaderini biçimleyen müdahaleler de Gezi Direnişi sürecinde “Çarşı herşeye karşı” sloganının kriminalize edilmesi, tribünlerin ya bastırılması ya da iktidar çizgisine çekilmesi, “Makbul taraftar / makbul olmayan taraftar” ayrımı gibi bütünlüklü bir çerçeveden okunmalı. Ben değişimi bu bütünlüklü bakışta ve kendi hedef alındığında olsa da başka mağduriyetlerin farkındalığıyla hak arayan taraftar vicdanında görüyorum. Bu yazımı Selçuk Candansayar’ın bu hafta gazetemizde yayınlanan yazısıyla birlikte okuyun isterim. “Ali İsmail Korkmaz, Fenerbahçe yıkılmaz” sloganı tam da halkın bağrından kopup geldi diyor ya Candansayar; biz 2013 yılında Sivas Katliamı davası zaman aşımına uğratıldığında mitingimize binlerle omuz veren Fenerbahçe taraftarının katılımını, Çarşı’nın dayanışmasını unutmayız. Ama işte bakın o günlerden bugüne nasıl geldik? Hüküm giymiş suçu sabit olan katillerimizin tamamı serbest bırakılırken tribünlerde kimlere küfür ediliyor! Kimler gözaltına alınıyor? Kimler susturuluyor? Kimler gizli tanık? Kimler makbul? Unutmayın; her şey bir bütünün parçası ve bütünü görmeden ne barış mümkün, ne adalet, ne de gelecek.