Kemalizmin tarihi düz bir çizgi değil. Sanırım artık çoğunluğun kabul ettiği gibi, bu tarihte en kritik dönemeç Kemalizmin iktidar sistematiğinin dışına düşmesiyle alındı. Bu hareket, Osmanlı’nın dağılışı sırasında “ikili iktidarın” bir kanadı olarak doğmuştu: İşgalin ve saltanatın İstanbul’u ile Milli Mücadele’nin Ankara’sı… Kurtuluş Savaşı emperyalizme karşı verildiği kadar, Kemalizmin içeride kendi iktidarını inşa etmesidir de. Dahası, savaş bir bakıma ikinci boyutta başarılı olunduğu için kazanılabilmiştir. 30 Ağustos sadece bir askeri zafer değil, iki yılı aşkın bir politik hegemonya mücadelesinin son noktasıdır. Kemalizmin devletle özdeşleşmesi ise Cumhuriyetin ilanı ve planlı sanayileşme ile zirve yaptı. Sonrası, yani 1930’ların sonlarından itibaren –Demokrat Parti dönemindeki gerilemenin 27 Mayıs rüzgârıyla telafi edilmesi hariç- neredeyse düzenli bir geri çekilme görürüz… AKP iktidarı, zemini artık çok aşınmış olan Kemalizmin devletin dışına atılmasıdır. Halen kendilerini devletin sahibi veya ortağı sayanların gerçeklikle bağı tartışmalıdır. Tabii örtük AKP’li değillerse! Solda bir yorum, Cumhuriyet ile Osmanlı arasında bir sürekliliğe işaret eder. Bunu geçmişe dönük olarak, tarih bilgimizin parçaları olarak tartışmak mümkündür, ama artık sürecin geldiği nokta itibariyle, yani AKP’nin Cumhuriyeti tasfiye etmesiyle birlikte bu yaklaşım politik anlamını kaybetmiştir. Çünkü aralarında ne ölçüde süreklilik olduğu tartışılan taraflar birbirlerinin karşıtı olarak sahnede yerlerini almış bulunuyorlar. Biri diğerini tasfiye etti. Devrimin kazanımlarının birer birer düşüşüne tanık olduktan sonra Kemalist devrimin “efsaneleştirilmesi” de anlamsızlaştı. Karşıdevrimler, hele burjuva devrimlerinde, çoğunlukla gökten düşmez, yani dışsal değillerdir. Devrime eşlik ederler. Türkiye’de de tam öyle olmuştur. Kemalist devrim eski düzeni süpürme gücüne sahip olamamış, somut olarak radikal zorlamalar Mustafa Kemal’in, frenci eğilimler diğer önde gelen kadroların hanesine yazılmıştır. Ortaya çıkan bileşkenin belirleyenleri arasında emperyalist kuşatma vardır, statükocu taşra burjuvazisi vardır, feodal veya kapitalist büyük toprak sahipleri vardır, ilkel sermaye birikiminin yağmacı vahşi taşıyıcıları vardır, “aferist” liberaller vardır, saltanat ve hilafet geleneğinden kopamayanlar vardır, laikliği lüks bulanlar, siyasallaşmış dini elden bırakmamakta direnenler vardır, mandacılığın mirasçısı kah İngilizci kah Almancı anti-Sovyet, antikomünistler vardır. Bunlar karşıdevrim dinamikleriydi ve uzun süre Cumhuriyet’e “tutundular.” Tertemiz bir devrim yoktur. Olsaydı zaten saflarında büyük bir enerji birikir ve yaşadığımız gibi tırmalana tırmalana tüketilemezdi. Bir “Asrısaadet” anlatımı bugüne ve yarına ışık tutmayacaktır. En önemlisi, karşıdevrim dinamiklerinin anti-Kemalist karakterinin belirginleşmesi AKP’ye kadar istisnaidir. Ne İkinci Dünya Savaşının ırkçıları, ne 50’lerin liberalleri, ne 12 Eylül cuntacıları Kemalizmi açıktan reddetti. Aslında inkârcısı olmaları gereken Cumhuriyetçilik devlete yerleşikti. Onlar da kendilerini bir Kemalizm yorumu, eklentisi, içeriden eleştirisi olarak sundular. Gizlendiler mi, bu sunuma inandılar mı, önemli değil… Ama sonuçta Kemalizmi de amorf hale getirdiler. Sayısız karşıt versiyonu barındıran bir akım kaçınılmaz olarak etki gücünden kaybeder. Artık Kemalist Cumhuriyetçiler kendilerini devletin gerçek sahibi, bu konumlarını garantili, gericiliği ise geçici zannederken devrimin kazanımları giderek değersizleşmiştir. Aslına bakarsanız, Kemalizmi, köşeleri belirgin kompakt bir ideoloji, net bir politik program haline getirmeyi Atatürk’ün kendisi de tercih etmemişti. Cumhuriyet devriminin sınıf temelleri buna elverecek ölçüde güçlü köklere sahip değildi. Solun geçmişinde bu kökleri toptan yok sayanlar, halkın devrime angaje oluşunu hafife alanlar olmuştur ve bu saçmadır. Öte yandan Kemalizmde başlı başına temel bir ideolojik akım ve politik hareket arayanlar da, açık söylemek gerekirse hayal görmüşlerdir. Yeri gelmişken, Kemalizmi sistem haline getirmek doğrultusunda en ciddi girişim, TKP’den “dönenlerin” Atatürk’ün icazetiyle çıkardıkları Kadro dergisidir ve kısa ömürlüdür. Kadrocular Kemalizmi fazla zorladılar. Bir anlamda Doğan Avcıoğlu’nun, onlardan otuz yıl sonra Kemalizmi “sahip çıkarak aşmayı”, güncellemeyi denediği Yön-Devrim hareketi de benzer biçimde yorumlanabilir. Kadrocu sağ-Kemalistleri oyunun dışına atamadı. Avcıoğlu ise 12 Mart 1971’de, yine kendini Kemalizm zemininde sunmaya uğraşan bir karşıdevrimin mağdurları arasına girdi. Kimlerin Atatürk’ün çizgisine daha fazla uyduğu tartışmaya açık olsa da, bu mücadeleler gerçektir ve Kemalizmin tarihi sağa sola çekiştirmelerle yoğrulmuştur. Sol ise geçmişte bu ayarları gözden kaçırabilmiştir. Cumhuriyet karşıtlığına düşen liberalleri geçiyorum. Diğer uçta ise, sol zaman zaman sınıfsallığı ihmal edecek ölçüde burjuva devrimine angaje olmuştur. Bu tutum devrimin ilerlemesine destek vermek adına yapıldıysa da, sosyalizmi/ komünizmi bir alternatif olmaktan çıkartmak bu amaca hizmet etmez. Burjuva devrimin ilerlemesi, solunun ana akımın içinde erimesiyle değil, tersine bağımsız bir sınıf hareketi olarak güç kazanmasına bağlıdır. Burjuva devrimi demişken; aslolan sınıfsallıktır ve Fransız Devrimi nasıl burjuva karakter taşıdıysa, bizim Cumhuriyetimiz de bir burjuva devrimidir. Marksizm ilerlemelere sahip çıkmak için, onun tarihselliğini ve dolayısıyla sınıf karakterini görmezden gelmez. Aydınlanmayı, insanın kaderini eline almasını, eşitliği ilan eden burjuva devrimi “bizimdir.” Gerisine düşemeyeceğimiz bir eşik, ileri yürümek için ayaklarımızı basmamız gereken temeldir bu. Hele bugün, Cumhuriyet’in ayağa kaldırılması gereği ile “sınıfsızlık-imtiyazsızlık” iddiasını yan yana getirmenin faydasızlığı bütün açıklığıyla ortadadır. Cumhuriyet artık ancak emekçi karakteriyle, sosyalizme bağlanarak ayağa kaldırılabilir. Bugün kendilerine öyle desinler demesinler, sol-Kemalistlerin emekçi halka yüzlerini dönmekte olması da çok yerindedir. İdeolojik politik amorfluktan söz etmek de, Cumhuriyet devrimine burjuva karakter atfetmekte olduğu gibi bir aşağılama sayılmamalıdır. Atatürk’ün faili olduğu bir yanlıştan değil, çok taraflı bir sürecin ürününden söz ediyoruz… Ama amorfluğu, farklı dönemlere ve gereksinimlere adaptasyon imkânı veren bir olumluluk sayanlar yanlış yapmaktadır. Kemalizmin köşeli ideoloji ve siyasi hareketlere oranla hayli “esnek” olması, reel politikada avantaj sağlasa da, ucu açık bir pragmatizm uzun erimde zaaf oluşturur. Öyle ki, yukarıda işaret ettiğim gibi, türlü sağcılık Kemalizmin sahasında cirit atma olanağını bu sayede bulmuştur. Geçmişte somut durumda “gereğini yapan Atatürk” bugüne ışık tutmaya yetmez. Günün ihtiyacı karşıdevrime set çekecek ilkelerdir. Emperyalist dünyada çağdaşlık aramakla, İslamcılığı halkçılığın kapsamında görmekle Cumhuriyetçilik artık bağdaştırılamaz. İki hafta önce de söyledim, bu yazıya bir “Kemalist Rönesans” gerçeği vesile oluyor. Bu, aynı zamanda şiddetli bir tartışma ve hesaplaşmanın güncelliğini anlatır. Söz konusu olan bir geçmiş tartışması değildir. Dolayısıyla sorunun özü, “asıl gerçeği” keşfetmek değil, halkçı, devrimci bir yorumun önünü açabilmekte düğümleniyor.