Suriye efsanesinin canlı yayında çöküşü

Sahne çok trajikti. Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı, komşu bir ülkede, o ülkenin dışişleri bakanıyla basın toplantısı yaparken, sözünü bitiremeden, bir yetkili basın toplantısının bittiğini söylüyor. Bakan Fidan şaşırıyor, ne yapacağını bilemiyor, süreci yönetemiyor ve hiçbir şey olmamış ya da her şey normalmiş gibi mevkidaşıyla tokalaşıp ayrılıyor. Oysa, siyasetçiler konuşurken hiçbir idari, teknik personel bir toplantının bittiğini ilan edemez. Bir teknik sorun varsa, o sorunu bildirebilir. Ses gelmiyorsa, sesin ulaşmadığını, çeviride aksaklık olduğu bilgisini iletebilir. Sonuçta dışişleri bakanları, bir basın toplantısı düzenlediklerinde, mesajı o salondakilere değil, dünyaya verirler. Bu olay bir yıl sonra, Türkiye’nin Suriye’de geldiği noktayı özetleyen bir görüntü, bir özet oldu. Türkiye adına çok üzüntü verici bir özet. Oysa, bir yıl önce tablo “çok etkili” görünüyordu. Bütün dünyanın terörist olarak kabul ettiği Şara ve örgütü HTŞ’yi Türkiye altı yıl boyunca Esad yönetimine karşı korumuş, zamanı gelince de, HTŞ İdlib’ten çıkıp bir uluslararası operasyonla Şam’ı ele geçirmişti. İktidarın yarattığı imaj, artık Suriye’nin Türkiye’den sorulacağıydı. Güya AKP azmetmiş, sabretmiş ve muradına ermişti. Halep’te Türk bayrakları dolaşıyordu. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve MİT Başkanı İbrahim Kalın alelacele soluğu Şam’da alıp, Şara ile namaz kılıp, şehre hakim Kasyun tepesinde çay içme görüntülerini paylaşıyorlardı. Dahası iktidar tarafı Suriye şehirlerine trafik plakası tahsis ediyordu. HİÇBİRİ GERÇEKLEŞMEDİ Trump bile, Erdoğan Suriye’yi aldı demişti. Hele Dışişleri Bakanı olan Şeybani, Türkiye’de okumuştu, “bizdendi”. İktidarın söyleminde; İdeolojik olarak, Şam’da kendisine yakın bir rejim kurulmuştu, Stratejik olarak, Türkiye, Suriye’ye hakim olmuştu, Ekonomik olarak, Suriye’nin yeniden imarı süreci Türkiye’ye büyük katkı sağlayacak, sığınmacılar geri dönecekti. Hiçbiri olmadı. Bir yılda nereden nereye geldik… Şara, ne içeride ne de dışarıda ideolojik bir tutum aldı. Son derece pragmatik davranmaya başladı, başka seçeneği de yoktu. Daha en başında, Türkiye, kurulan geçici hükümete bir Türkmen alınmasını sağlayamadı. ŞARA HER YERE OYNADI Dış politika açısından, Şara geçici hükümetiyle Türkiye arasında bir diplomatik trafik vardı ama bu Türkiye’ye özel değildi. Şara, zaman içinde sadakatini, kendisini İdlib’te koruyanlara değil, arka planda Şam’ı ele geçirme operasyonunu gerçekleştirenlere göstermeyi tercih etti. İran’ın ve Rusya’nın etkisi azaldığında bu boşluğu doldurmaya hevesli AKP iktidarı, Suriye’de birden bire çok sayıda aktörle karşılaştı ve ülkede giderek marjinalize olmaya başladı. İsrail hızlı bir şekilde güneyde karadan yayılmaya başladı. Hava sahasına hakim oldu. Fransa gecikmeden SDG’ye angaje oldu. İngilizler çeşitli araçlarla zaten hep oradaydı, Şara’nın arkasından hiç ayrılmamışlardı. Suudiler ülkeye hızlı bir giriş yaptılar. Riyad’da Şara’yı Trump ile görüştürdüler. Para musluğu onların elindeydi. Rejim değişikliğinden sonra Suriye artık yalnızca ABD müttefiklerinin birbiriyle nüfuz mücadelesi yürüttüğü bir ülke haline gelmişti. ABD’nin politikası müttefiklerinin rekabetini yönetme meselesine dönmüştü. Türkiye açısından sorun şuydu: Şara yönetimi dahil hiçbir aktör Türkiye’nin Suriye’de hakim güç olmasını istemiyordu.  Ne Mısır, ne Suudi Arabistan, ne İngiltere, ne Fransa, ne de İsrail… Trump yönetimi ise Suriye dosyasının bir an önce halledilmesiyle ilgileniyordu. İSRAİL SINIRI ÇİZDİ Türkiye’ye kontrol ettiği kuzey hattı bırakılmıştı ve orasıyla yetinmesi bekleniyordu. Bunun ötesinde ne karasal yayılmasına ne de Şara yönetimi üzerinde belirleyici bir siyasal etkiye izin veriliyordu. Türkiye’nin, ülkenin güneyine doğru inmeye çalışıp Palmira civarındaki eski bir tesis olan T4 üssüne askeri varlığını yerleştirme planına İsrail, orayı bombalayarak cevap vermiş, kırmızı çizgiyi çekmişti. Şara yönetimi ise her yere oynuyordu. Lazkiye limanını Fransızlara verirken, Moskova ile yeniden temas kurmuşlardı. Zaten, Türkiye’nin Dışişleri, Milli Savunma Bakanları ve MİT Başkanı ile görüştükten bir gün sonra, Türk heyetini karşılayan aynı heyet, bu kez Moskova’nın yolunu tuttu ve orada Putin tarafından kabul edildi. Şara İsrail’e dokunmuyor, Suudi Arabistan’a üç kez gidiyor, Türkiye’nin rekabet içinde olduğu Birleşik Arap Emirliklerini iki kez ziyaret ediyor, Körfez ülkeleri ve Mısır ile ilişkilerini iyi tutuyordu. Şara, yönetimi Türkiye ile ilişkilerini bir ideolojik ortaklık üzerine kurmadı. Kendisini AKP iktidarının uzantısı olarak konumlandırmak yerine, SDG’yi dengeleyecek, bir yıldır devam eden müzakere sürecinde elini güçlendirecek bir faktör olarak gördü. Yeniden imar konusunda ise iktidara yakın müteahhitlerin boy göstermesi dışında önemli bir gelişme yaşanmadı. Katar ve Suudi Arabistan’ın kağıt üzerindeki anlaşmaların ötesinde dikkat çeken bir faaliyet yaşanmadı. NAKLEN DİBE VURUŞ Fidan’ın sözünün kesildiği sahneye dönersek. Sonuçta, söz konusu olan Türkiye’nin itibarıydı. Daha bir yıl önce başa geçmiş, devlet yönetme deneyimi olmayan, dünyanın her yerinde para arayan, ülkesi üzerinde tam egemenlik kuramamış bir yönetim, her ortamda devlet geleneğine sahip olduğunu iddia eden ve kendisini Esad yönetimine karşı korumuş olan komşu ülke dışişleri bakanını, kameraların önünde, sözünün yarıda kesilmesi gibi bir muameleye tabi tutma cesaretini kendisinde bulabiliyor. Hem de Türkiye’de eğitim görmüş, iktidar cenahının “Suriye’deki adamımız” olarak bahsettiği bir bakanın yanında. Türkiye’de bütün kurumlar, hukuk sistemi, ekonomi ve etik kodlar çökerken diplomasi de bundan payını aldı. Diplomasinin dibe vuruşunu Şam’dan bütün dünya izledi, tanık oldu.