Yeni bir yıla girerken süslü temennilerle oyalanacak bir yerde değiliz, gerçeklerle yüz yüzeyiz. Ülkemizde her yeni yıl, bir öncekinin hukuksuzluklarının üzerine eklenerek geliyor. 2025, adaletin sistematik biçimde tasfiye edildiği ve yargının, siyasal iktidarın doğrudan bir aygıtına dönüştüğü bir yıl olarak hafızalara kazındı. Sorun tek tek yanlış uygulamalar değil; emekçilerin, kadınların ve muhaliflerin haklarını hedef alan bütünlüklü bir düzenin inşa edilmesidir. 2025’te de yargı, bağımsız bir erk olma iddiasını fiilen yitirdi. Tutuklama, bir yargılama tedbiri olmaktan çıkarılıp peşin cezaya dönüştürüldü. Gazeteciler, avukatlar, sendikacılar, hak savunucuları ve muhalif siyasetçiler hakkında açılan davalarda delil değil, niyet yargılaması esas alındı. Uzayan tutukluluklar, gerekçesiz kararlar ve talimatla verilen hükümler olağan hale getirildi. Yargı, adalet dağıtan bir kurum olmaktan çıkarılıp siyasal disiplin mekanizmasına dönüştürüldü. Bu tabloyu tamamlayan bir diğer uygulama, hukuksuz soruşturma pratiklerinin normalleştirilmesi oldu. Resmi gözaltı prosedürleri işletilmeden yapılan çağırmalar, saatlerce alıkonulan kişiler, avukata erişimin bilinçli biçimde geciktirilmesi 2025’in sıradan uygulamaları haline geldi. Fiili gözaltı yoluyla habeas corpus ilkesi askıya alındı; kişi özgürlüğü anayasal bir hak olmaktan çıkarılıp idarenin keyfine bırakıldı. TELE1’e kayyum atanmasıyla birlikte bir televizyon kanalına fiilen el konulmuş oldu. ∗∗∗ Hukuksuzluğun en ağır sonuçları ise kadına yönelik erkek şiddetinde ortaya çıktı. 2025, kadına yönelik erkek şiddetiyle mücadele etmeme halinin artık gizlenmediği bir yıl oldu. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin bedelini kadınlar hayatlarıyla ödedi. Koruma kararları etkisizleştirildi, failler lehine iyi hal ve haksız tahrik indirimleri sürdürüldü. Kadın cinayetleri ve şüpheli ölümler karşısında yargı caydırıcı bir güç olmak yerine seyirci kaldı. Bu tablo, erkek şiddetinin bireysel değil, açık biçimde politik bir tercih sonucu sürdüğünü gösterdi. 2025’in ‘Aile Yılı’ ilan edilmesi, bu politikanın ideolojik çerçevesini tamamladı. Kadınlar birey ve yurttaş olmaktan çıkarılıp aile içine hapsedildi. Laik hukuk sisteminin yerine, muhafazakâr değerleri esas alan bir anlayış bilinçli ve ısrarlı biçimde dayatıldı. Bu yaklaşım, kadını şiddetten korumadı; aksine şiddetin aile içinde tolere edilmesini meşrulaştırdı. Laiklikten her uzaklaşma, kadınların yaşam hakkından biraz daha vazgeçilmesi anlamına geldi. ∗∗∗ Şüphesiz, tüm bu hukuksuzluklar, emek-sermaye çatışmasından bağımsız değildir. 2025’te kamu ihaleleri ve büyük kaynak transferleri yargı denetiminin fiilen dışına çıkarıldı. Sayıştay raporları etkisizleştirildi, kamu zararları cezasız bırakıldı. Yargı, kamusal denetimin bir parçası olmak yerine rant düzeninin sigortası gibi çalıştı. Emekçiler yoksullaşırken sermaye grupları hukuki koruma kalkanıyla zenginleştirildi. Hukuk, emeği değil sermayeyi koruyan bir araca dönüştürüldü. İfade ve örgütlenme özgürlüğü de bu düzenin hedefindeydi. Barışçıl protestolar kriminalize edildi, toplantı ve gösteri hakkı keyfi yasaklarla engellendi. Grevler ertelendi, sendikal faaliyetler baskı altına alındı. Emekçilerin itiraz kanalları kapatılırken siyasal iktidar sınıfsal tercihlerini açıkça ortaya koydu. Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmadığı, düşünce suçlularının hukuksuzca cezaevinde tutulduğu koşullarda yapılacak ilk ve zorunlu iş, hukuka dönmektir. Ancak bu dönüş, göstermelik reformlarla değil; laiklikten, eşitlikten ve sınıfsal adaletten yana açık bir siyasal iradeyle mümkündür. 2026 yılına girerken talebimiz nettir: İnsan hürriyetinin gerçek bir kıymetinin olduğu, kadınların yaşamak için mücadele etmek zorunda kalmadığı, emeğin sömürülmediği, hukukun iktidarın değil halkın yanında durduğu bir ülke. Umut, adaletin yeniden kurulabileceğine dair inadı kaybetmemekte; yeni yılı bu inatla karşılıyoruz. Yeni yıl dileğimiz değil, mücadelemizdir; adaletin, laikliğin ve özgürlüğün yeniden hayat bulacağı bir ülkeyi mümkün kılmak için.