Bazı sözcükler dilimize tam yerleşmez, örneğin ajanda der geçeriz ancak “andaç” çok daha derinlikli, çok anlamlı aslında çağrışım açısından da benim derdime tam olarak derman olacak nitelikte bir sözcük. Andacın; ajanda, hatıra, yıllık ve bir yerde geçirilen süreyi anımsamak için düzenlenen fotoğraflı kitapçık anlamları bulunuyor. Tam da bu istediğim, birkaç anlamıyla dolu dolu, metaforlu bir kullanım çünkü yeni bir yıla minik bir adımla atlarken bir bakıma ileri, yüksek bir sıçramayı hayal ederiz. Umudu tüm karaçalılara karşın korumak, yarım kalmış işleri tamamlamak; düşleri ve geleceğe yönelik niyetleri gerçekleştirmek isteriz. İnsan, yeni başlangıçlara ihtiyaç duyar. Tazelenmektir bu. Bu evrendeki konukluğumuzu doldururken bir yandan da onu alabildiğine yaşamak isteriz. Elbette herkesin “yaşamak” kavramına yüklediği anlam farklıdır, kendine özgüdür, biriciktir ya da son derece sıradandır. İnsanız ve toplumsal varlıklarız. Toplum içine doğar, toplumdan beslenir, toplum tarafından şekillenir, yapıp-etmelerimizle toplumu şekillendiririz. Diyalektik bir ilişkidir söz konusu olan. Böylece canlı, kıpır kıpır, etkileşimli (interaktif diyorlar), vermek/almak üzerine kurulu, beslemek-beslenmek eylemiyle destekli muhteşem olması gereken ve insana yaşıyor olmaktan kaynaklı ezginlik değil ağırlıklı olarak neşe veren geleceğe doğru bir yolculuk olmalıdır bu konukluk hâli. Geriye dönüp bakılır elbet zaman zaman. “Ne yaptım?”, “Ne dedim?”, “Neleri/kimleri ardımda bıraktım?” gibi sorular eşlik eder bu bakışa. Düne bugünden, bugünün bilinci ve değerleriyle bakmaya retrospektif deniyormuş. Düne bakacağız ancak oradaki seni azarlayıp durmak olmaz. İnsan değişir, insan gelişir, olgunlaşır; insana dair umulan bu en azından. Dün, dünde kaldı. Bugünse yeni şeyler söylemek için bir eşik, bir fırsat, bir kapı. Elbette dünden öğrenilecek, belki dün de zaman zaman özlenecek ama bizler “şimdi”de yaşıyoruz. Bugünün koşullarında, bugünün bilgisini idrak ederek, bugünü anlamlandırmaya çalışarak. Oldum olası sevinçleri bulup çıkarmada, iyimserliğimi ve umudumu korumada kendimi usta görürüm. Hep bardağın dolu tarafına bakmayı yeğlerim, hasetliği kendimde barındırmam, tamahkâr olduğumu düşünmem. Elimdeki ile yetinir, onu kıymetli bulur, sevinecek ille de bir şeyler bulurum. Gözüm başkasının tavuğunda değildir. Dizginsiz hırslarım yoktur, “İşte yaşıyoruz.” der geçerim. Geçmişimi bugüne kapı açan, yaşamam gerekmiş bir süreç olarak değerlendiririm. Huzurun anahtarının biraz da bu bakışla ilintili olduğunu düşünürüm. Ancak huzurlu muyum bugün? İşte, bundan pek emin değilim. İç dinginliğimi her ne kadar korumaya çalışsam da mizacımdan kaynaklı munisliğim yine de beni korumuyor, koruyamıyor bugünlerde. Peki, dedik ya yaşıyor olmaktan kaynaklı bezginlik değil sevinç duymalı, özellikle yeni bir yıla girerken en azından buna dair bir iyimserlik beslemeli insan diye… Beslemeli elbette. Ama dediğimiz üzere insan toplumsal bir varlık. Dağ başında bir başımıza ilkel dönemlerdeki gibi yaşamadığımıza göre pek uzunca bir süredir bir düzen altında yaşıyoruz. Toz ve gaz bulutundan sınıflı topluma neredeyse astronomik zamana göre bir şimşek çakımı ilerlemişiz. Bakıyoruz Mavi Yuva’ya, 2025 itibariyle durumlar içler acısı. İnsanın insanı sömürdüğü düzen olan kapitalizm başlangıçtaki “ileri”liğini çoktan geride bırakmış, çürümeye ve çürütmeye sürdürülemez bir biçimde hunharca devam ediyor. Son noktayı bugün yaşıyoruz, tarihe bakıyoruz analojiler kuruyor ve geleceği öngörmeye çalışıyoruz ancak ortaya çıkan en azından benim için şimdilik, eldeki verilerle distopik bir gelecek. Nereye gitti benim iyimserliğim? Nereye gitti benim umudum? Başkaları adına utanıyorum sıklıkla diyeceğim bu aralar. Yanlış. Başka bir söz/deyim gerek çünkü başkaları adına utanmak öyle ya da böyle bir gönül bağı kurduklarınız için olur. Kendinizden bir parça bulduklarınız ya da bir bağlılık hissettikleriniz için geçerlidir bu duygu. Oysa ben alev alıyorum, çileden çıkıyorum, içimden ateş çıkıyor kimilerinin eylemleri ya da söylemleri karşısında. 2026’ya girerken tüy dikeni şu oldu: Ali Sabancı Beyefendiler “Yönettiğimiz 9 milyar dolarlık varlığın yüzde 50'si yurt dışında” dedikten sonra konuşmasının bir yerinde “Herkesin maddi emelleri var, benim de var. Ben geçinemiyorum. Arzu ettiğime kıyasla ben geçinemiyorum” diye eklemiş. Midemden kalkan bir şeyler, beni çileden çıkaran bir şeyler, hakikaten yüzümün o ekşimik buruşmasına neden olan bir şeyler… Heyhat, tarihe geçecek bir konuşma olabilir. İbret-i âlemlik bir densizlik olabilir. Öte yandan bir sınıfı temsil etmesi, onu simgelemesi olarak bakılırsa hiç de şaşırtıcı değil elbette. Ama bir insan tekinin bu söylemi… Bilmem ki ne denir? Vay, vay, vay vay, vay vay. Sonuç olarak asgari ücretin 28 bin lira olarak açıklandığı günlerde yaşam bir şenlik olmalıdır, bunu hep birlikte yaşayalım, diyecek hâlleri yok egemenlerin. Aksine, milyon dolarlık servetleri ile karşımıza geçerek, siz bizim neler çektiğimizi biliyor musunuz? tiradını atmaya teşebbüs ediyorlar. Cüret ediyorlar. Söyleyecek tonla söz var. Bir bakıma her şey de söylendi. Anlayacak olanlara ancak söz söylenir. Gerisi boş. Anısı güzel Doğan Görsev şöyle demiş “Bizler verebildikçe zenginleşenlerdeniz.” Değil mi ki “Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde.” Umudu yitirmeden, insan olmanın dingin sevincini kaybetsek de zaman zaman, bulmaya gayret ederek; yalnız kalmayarak, asla yalnız yürümeyerek devam edelim. Tarafımız insanlığın büyük yürüyüşüdür, tarafımız bellidir ve şüphesiz ki güzel günler henüz yaşamadıklarımız olmalıdır. Şimdiden mutlu mutlu yıllar…