Geçen sabah uyandığımda, kendimi Kovalyov’un federe burnuyla, Samsa’nın dönüştüğü ifrazatlı böceğin bileşimi olarak bulduğumdan ve bütün “dik dur, devrilme!” telkinlerimin beyhudeliğini anladığımdan, çok kısa tutacağım bu yazıyı (alkışlar, sürekli alkışlar)… Eskiden, bizim gibi dar gelirli ailelerin, kelimenin tam sözlük anlamıyla “züğürt tesellisi” denilen türden şükür gerekçeleri arasında, “zengin”lerin mağduriyetleri de olurdu. Vehbi Koç mesela, bak o kadar parası vardı, ama, midesi hastaydı, sürk peynirine hasretti. Sabancı ailesi, onca serveti içinde, fiziksel ve zihinsel engellerle boğuşan fertlere sahipti. Yaaa, parayla olmuyordu her şey, onların da ne dertleri vardı, yiyemiyorlardı ki paralarını öyle ferah feza. Şarkılar bile bunu söylüyordu… Halbuki biz… “Zengin”lerin gastritindeki ve “hasret kaldıkları”ndaki eşitliğimize bakar, şükrederdik. Hiç değilse, çorbamız kaynıyordu ve höpürdeterek içiyorduk. “Açın mezarı yok” diye öğretilmişti bize. Bizim yoksulluğumuz, bizim hastalanmalarımız, bizim ölmelerimiz, fıtrattan, kaderden, kafasızlıktandı, Cenab-ı Hak revasıydı… “Zengin”lerin dertleri ise vergi gibi bedeldi… Onlar üç kuruş için birbirlerinin gözünü oyardı, halbuki bizler sevgi yumağıydık. Azıcık aş, kaygısız baş… Geçenlerde, Ali Sabancı, bir başka eşitlik çıtası koydu toplumun önüne. 41 milyar lirası vardı, (40’a yuvarlamadan), takriben 9 milyar doları yönetiyordu (10’a yuvarlamadan) ve geçinemiyordu. Milyonlarca insan gibi biriydi yani. Geçinememekte eşittik. TÜİK’e göre, yüzde 20'lik zengin grubun toplam gelirden aldığı pay, 2025'te bir önceki yıla göre 0,1 puan azalarak yüzde 48’e “düşmüş”tü. Bu payı “fakirler” çalmıştı! Sabancılar’ın Ali, darlanmıştı bizim yüzümüzden. Enflasyondu, faizdi, büyümeydi, Japonya’da suşi yerine kebap yiyenlerdi, adamın derdi çoktu. Biz öyle miydik ya? Eskiden “var da yiyemiyorlar” diye onlara üzülür, yok halimize şükrederdik, şimdi “bak onlar da geçinemiyorlar” diye teselli bulacağız. Kıvançta değilse de tasada birlik! Herifin birinin, bileğinde “3+1 daire” diye kodlanan fiyatta bir saatle oturduğu masada, emekçilere “açlığa bile yetmeyen ücret” belirlenirken, Sabancı’nın yuvarlanmayan milyar dolarlık küsurlarına karşı, bizde “artııı 75 lira” ya da iki simit vurgulanırken, eşittik geçinememekte. E, “büyük başın derdi de büyük olur”du ya hani, adamın istediği düzey nedir aklımız eremezdi ki, sıkıntısını anlayalım. Bizim ufkumuz, Yılmaz Güney’in tanımladığı kadardı: Soba, pencere camı, iki ekmek… Yani, hep şükür, hep tahammül düşerdi payımıza, hep teselli ve “zengin”e vah vah… Ama inanır mısınız, bunun bile adabı vardı. Hulusi Kentmen’de cisimleşmiş patron tipi boşuna girmemişti kordelalara. Türedi zengin ya da ezelden sermaye bu kadar fütursuz, alaycı, göze sokucu davranamaz, gelecek “destuur”dan çekinirdi. Kınanırdı varlıkla övünmek. Televizyondaki sosis reklamı “alamayan var” tepkisiyle geri çekilirdi mesela. Şimdi, mücevher, villa, otel, tatil reklamlarında oluk oluk akan pespaye görmemişlik, böyle şeyleri dert etmiyor. Çünkü günümüzün kaale alınır kesimi değil “alamayan”lar; onlar, zenginlerin, ağaların beylerin konaklı villalı dizilerinde, dertleriyle dertlenebilir, araya fakir kız da girmesiyle avunabilir. Olmazsa, sokak çetelerinin “delikanlı mafya”nın kötüleri dize getireceği düşüne kapılan çocuklarını kapkaranlık bir dünyaya salabilir. Reklamlar onların zaten imkânsız tüketimi için değildir, özenip sınıf atlama yolu araması içindir. Çok fena gribim, berbat grip, kusuruna bakmayın bu yazının. Yine eskiden, “paçavra” gribi derdik, cuk da otururdu halimize. Şimdi bilimsel adları, varyant kodları var ezberimizde, geliştik. Geliştik desek de, “soğan kabuğu kâküllü” şehzade, “babadan oğula taht” zamanının kültürünü yeniden inşa etmek, şöyle yayılıp rahat oturtacak, havadar şalvara dönmek, Batı kompleksinden kurtulmak, gençlerin memuriyet değil, nüfuz alanları kovalaması gereği temalı filan yön gösterdi sağ olsun. O geriletici aydın sınıfın tasfiye edildiğini çok şükür, şimdi yine millî ve yerli yeni aydın tabaka oluşacağını müjdeledi! Bu “paçavra gribi” berbat bir şey. Bilâl Oğlan’ın tepeden tırnağa sıvandığı zırvasına değinecek mecal de, sabır da bırakmıyor, zaten Kovalyov JR nefes alamazken. Ama, genetikçilere, “babadan oğula tevarüs” ne demekmiş, gösteriyor. Aile şirketlerinin mi desek, siyasal iktidarlarının mı doğurduğu, beslediği, büyüttüğü melanetleri sayıp döküp, sonra bunların devasını da kendilerinde gösteriyorlar maharetle. O melanetlerden biri de, sporda şike, doping, bahismiş. Batı sporlarında tabii! Hep o hain aydınların ve hatta “iki sarhoş eliyle kurulan” düzenin bizi “özümüzden” uzaklaştırmasının suçu! Kuponlara cirit, okçuluk, yağlı güreş eklesek, millî ve yerli hale döner mi iddia diye düşünürken, piyangolarda, bahislerde kımız dışı zararlı maddelerde “ailenin payı” nedir derken, iki mendil arası, karşı apartmanda çam ağacı ışıkları yandı. Aha “jingle bell”… Futbolda bahis, şike, kara para aklama vesaire gündemiyle geçti 2025’in son demleri… Her zamanki gibi, yine söyleyip gösterecek çok şey var, ama bu önemli konuyu uzun yıllardır somut takipte olduğumuzu belirtmekle yetinip, bu mecrada üzmeyelim kimseyi “taraftarlığımız”la. Bataktan uzakta, es geçelim konuyu bu yazılık. Yargı Paketi’ni, Pandora’nın kutusu gibi, bir çamın dibine koyup bir açtılar, ışıl ışıl kadın, çocuk, işçi cinayetleri, tacizler, istismarlar uçuştu. “jingle bell…” Çamın dibi deyince, milliyetçi-mukaddesatçılar olanca alıklıklarıyla sokak ortasında şişme plastiklerini bıçaklayalıberi, Noel Baba efsanesine ilişmez oldum, hatta, çocuk düşleri süslemesinde sakınca bulmayıp, “kara gerçekçi” vaazlar vermedim. Ama, ışıklı, yaldızlı, pamuklu, köpüklü cayırtılardan, artık “tüketim çılgınlığı” riski kalmasa da, oldum olası hiç hoşlanmadığımı söylemeliyim. Anlamlı ya da anlamsız, insanların bir araya gelme, bir süreliğine dertleri umutla örtme, oyalanma geleneklerine laf edecek, şapşalca yasaklarla, günahlarla, saldırılarla buluşacak değilim hoş. Tersine, sofrada yerimi alacağım. Ama gönül, şu garip gezegen, insanların olanca yok etme çabasına hâlâ direnip bir başka gezegenin etrafında dolaştı diye, hiçbir katkımızın olmadığı bir doğa döngüsünü kutlamaya, kadeh kaldırıp çınlatmaya değer bir şeyler armağan ederek girmek ister. Bu sefer olmazsa, 365 gün sonra… Biz, “zengin”lerin alaylı yakınmalarını, sırtımızdan kazandıklarını boğazlarına dizerek susturacağımız; işçinin söz hakkı olmayan masada, bileğinde emeklilerin toplam ücretiyle sadaka belirleyemeyeceği; Bilâl Oğlan’ın, Cumhuriyet ve sonrası aydın - sanatçı kuşağımıza dil uzatma cüretini bulamayacağı; futbolun Metin Kurt’un arsasına, Lefter’in 5 Eylül’üne, Baba Hakkı’nın köşe gönderine döneceği ve yeniden seveceğimiz gün olarak kutlayalım 365 takvim yaprağı sonrasını. Bunun için de, her gün her saat, emekçilerin örgütlü güce dönüşerek sahneye çıkması için çalışacağımız bir yıl olsun 2026. Bu umutla, bu azimle, hepinize iyi yıllar!