‘Kütüphane’

21. Yüzyılda “katı olan her şey buharlaşırken” (Berman), tüm kavramlar, kurumlar da bundan payına düşeni alıyor. Şimdi sıra, “kütüphane” kavramında. Herkesin kütüphaneyle ilişkisi farklıdır. Benim ilişkim şu üç soru üzerinden kurulur; Bir: “Kütüphanede kitaplar, rastgele mi dizilmelidir yoksa konuya, yazara göre mi ayrılmalı?” Kolay yanıtı yok. Kütüphane aradığımızı bulduğumuz yer mi, içinde kaybolduğumuz yer mi? İki: “Uzun yola çıkarken kütüphanemden hangi kitabı yanıma alacağım?” Ve üç: “Ölünce kitaplarımın üzerine gömülme işini, yaşarken organize edebilecek miyim?” Tuhaf ama gerçek sorular. Tıpkı, son günlerde, suç ortamı olarak dikkatlerin odağına yerleşen gece kulübünün adının “kütüphane” olması gibi tuhaf ama gerçek. Gizli ilişkiler kulübüne “kütüphane” demek, acı bir ironi midir bilemem ama kavramın algısal yıkımına işaret ettiğini söyleyebilirim. Postmodern dünya, adların aynı kaldığı, anlamların kaydığı bir gerçekliğe denk geliyor. Bauman konuyu, “anne” kavramına kadar götürüyor. Bizim “anne”ye yüklediğimiz anlamın, çocuğumuzun yüklediği anlamla aynı olmadığını söylüyor. Çarpıcı. “Kütüphane”nin, “kirli” ilişkilerin mekânı olarak konuşulması, hayatında bir kez bile kütüphane görmüş kimin içini acıtmaz ki? İnsanlığın varoluşsal serüveninde kütüphaneler, defalarca yıkıma uğradı, yok edildi. İskenderiye Kütüphanesi gibi yakıldı, yıkıldı. Kütüphane yıkmak, kitap yakmak, bilgiye tahammülsüzlüğün somut sonuçları oldu. Zira, raflardaki yazılı eserler, birbirleriyle çelişse bile bilgiyi arama çabasıydı. “Aydınlanma” mekânı olan kütüphane, karanlık ve gözlerden kaçak bir kulüp fikriyle taban tabana zıttı. Bilginin labirentinde kaybolmak üzere yola çıkan insan, bir gece kulübünün gizli kapılarında kayboldu. İsim aynı kaldı, anlam değişti. Benim en merak ettiğim şey ise, soruşturma savcılarının, mekânın sahibini sorgularken, “İşletmenizin adını Kütüphane koyarken, kitaplardan hiç utanmadınız mı?” sorusunu sorup sormadıkları. Bence sormuşlardır. Yeni yıla girerken Bu yazı 2025’in son yazısı. Her yılın sonunda şu üçgenin içinde dolanır dururum; Bir: Giden yılın hep kötü, gelen yılın hep umut dolu olması. Halbuki zaman gidip gelmez, insan zamanın içinden geçip gider. İki: Yeni yıla dilek yüklenmesi. Dilek dilemek, insanı edilgin yapan bir eylemdir, isteklerini kendi dışında bir yere havale etmek gibi gelir bana. Üç: Yılın değişmesiyle hediyeleşme arasındaki ilişki. Tüketim tuzaklarına düşmeden bir yılı bitirip diğerine başlayamıyoruz. İletişim notları Bir, Ekim 2020’de, “Kimler sosyal medyada kafasına göre takılamaz” başlıklı yazımda meslekleri sıralamıştım. Geldiğimiz noktada, sosyal medya düzenlemeleri hayata geçmeye başladı. Geç oldu ama oldu. Listemde öğretmenler vardı. Bugün, MEB fenomen öğretmenler üzerinden de olsa duruma müdahale etti. Barolar Birliği de avukatlar için düzenleme yapıyor. Benim listemde gazeteciler de var. Gazetecilik tam zamanlı bir iştir, gazetecinin sosyal medya kullanımı, yaptığı işten ayrı değerlendirilemez. İki, Bilal Erdoğan’ın “Yerli ve milli olan yeni bir aydın sınıfına ihtiyacımız var” ifadesi bana, 15 yıl önce Akşam gazetesine verdiğim röportajın manşetini hatırlattı: “Türkiye’nin aydından yana şansı yok.” Üç, TDK’nın, 2025 yılının kelime/ kavramı oylamasında bugün son gün. www.tdk.gov.tr adresine girip oyunuzu verdiniz mi? TDK yönetimini, böyle bir uygulamayı başlatarak dilimize dikkat çektikleri için kutluyorum. Dört, dizi yapımcıları 2026’da reyting istiyorlarsa silahı, mafyası, kavgası, yenge aşkı ve şive abartısı az olan diziler yapmalılar. Seyirci sıkıldı. Aile dizilerine ve nitelikli komedilere yönelmeleri şart. AKLIMDA KALAN Mustafa Kemal’in Ankara sevgisi: O sevginin özeti, Dolmabahçe’de, hasta yatağındaki “Beni Ankara’ya götürün, ne olacaksam orada olayım” sözleridir. Atamızın Ankara’yla duygusal bağı, 27 Aralık 1919’ta Ankara’ya gelişi hakkında söylediği şu sözlerde gizlidir: “Ankara’ya ilk kabul olunduğum gün, sadece milletin bir ferdiydim. Hiçbir sıfatım, yetkim yoktu. Buna rağmen Ankaralılar bütün ovayı doldurmuş ve beni karşılamışlardır.” Mutlu yıllar.