Thatcher 1979’da işbaşına gelince seçim öncesi vaat ettiklerini tek tek hayata geçirmeye başladı. Bu İngiltere’nin çok uzunca bir süredir yaşadığı ekonomik ve toplumsal durgunluk ve krizi daha da derinleştirdi. Örneğin Thatcher’ın karşı-devrimi önce İngiltere’yi sonra da ABD’yi pençesine almış olan “endüstrisizleşme” sürecini ivmelendirdi. 1980’ler ve hatta 1990'lar özelde İngiltere, genelde ise tüm Britanya açısından en önemli sorunlardan biri işi ve istihdamı yaratan endüstrinin giderek yok olması olacaktı. İşsizlik, güvencesizlik, devletin mali krizi, göçmen sayısının artışıyla birlikte giderek tırmanan ırkçılık, özellikle genç nüfusta giderek büyüyen umutsuzluk; Thatcher sanki bir kıyamet alameti gibiydi. Aslında süreç kapitalist sermaye birikiminin işleyişinin doğal bir sonucuydu. Sermaye birikiminin zamansal ve mekânsal sabitleri olmaz, olamaz. Sermaye üretimi bir yerde yoğunlaştırdığında orada ebedi-mutlak bir kalıcılığa sahip olmaz. Maliyet avantajları, kriz, lojistik nedenler gibi bir dizi unsur nedeniyle tarihsel olarak mekanı terk ederek başka yerlere, başka evrenlere akar. Geride yüklü bir insani maliyet bırakarak yaptığı göçlerin sayısı çoktur. İnanmayan Liverpool’a, Manchester’a, Leicester’a, Sheffield’a, Bristol’e bakabilir (hatta Amerikan sanayileşmesinin kadim gözde mekanları olan Detroit veya Şikago da adlarını tanık listesine yazdırabilirler). Buraları tarihin ilk tüm ölçekli kapitalistleşme deneyimi olan İngiliz Endüstri Devrimi’nin doğum yerleriydiler. Birilerinin de dediği gibi, o vakitler buraları fabrika bacalarının, yerden pıtrak gibi fışkıran çiçekler ve otlar gibi fışkırdığı yerlerdi. Oysa özellikle 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında sanayi alanları terk edildi, fabrikalar boşaldı, bir zamanlar oralarda çalışsınlar diye toplanan işçilerin yaşam mekanları ise bakımsız, suç oranlarının yükseldiği, umutsuz viranelere dönüşmeye başladılar. Bu lanetli süreç kendisini en fazla 1970’lerin sonu itibariyle hissettirmeye başladı. İngiliz toplumu giderek mutsuz ve umutsuz bir topluma dönüşüyordu. Dire Straits’in Love Over Gold albümü tam da bu toplumsal/tarihsel çerçeve içinde piyasaya sürüldü 1982’de. Öncelikle teknik anlamda ilk üç albümden ciddi farklılıklar içeriyordu. Örneğin 1980’ler popuyla birlikte giderek baskın hale gelen synthesizer, piyano ve keyboard bu albümde daha fazla kullanıldı. İkincisi, kayıt tekniği ve teknik altyapı olarak da önceki üç albümün çok ötesinde bir albümdü. Ancak bunlar işin teknik yanlarıydılar. Asıl büyük değişiklik albümün içeriğiyle ilgiliydi. Albümde temel tema, temel aktör aslında Thatcherist İngiltere’nin kaybettiği zemindi, sanayisizleşmenin yarattığı umutsuzluktu, geçmiş güzel günlere duyulan özlemdi. İlk üç albüme göre daha az parça içeriyordu Love Over Gold (beş parça). Ancak her bir parça yıllar sonra yapılacak tüm “Best of Dire Straits” toplamalarına girecek kadar ünlü ve önemli olacaktı. Genelde tek tek parçalar üzerinde durmadık şimdiye kadar, ancak bu albüm özel bir ilgiyi hak ediyor. Öncelikle albümün açılış parçası, Knopfler’ın elektro gitarın şairi olduğunu, onun eşi bulunmaz maharetini ve yeteneğini kanıtlayan parça; “Telegraph Road”. Parça hüzünlü bir açılışla başlıyor, ve son bölüme kadar anlatılan öyküye hüzünlü bir tını eşlik ediyor. Ancak son bölümde sahne neredeyse sadece Knopfler’a ve gitarına bırakılıyor. Ve rock tarihinin en eşsiz sololarından biri geliyor. Kısacası ortaya kült bir parça çıkıyor. Gelelim öyküye. Parça tam olarak nerede belli olmayan olduğu bir kentin öyküsünü anlatıyor. “Uzun bir zaman önce bir adam bir yoldan çıkageldi – Sırtındaki yükle birlikte 30 mil yürüyerek – Yükünü en iyi olduğunu düşündüğü yere koydu – Ve bu ıssızlığın ortasında evini kurdu”. Böylece bir kent gelişmeye başladı. Adamın ev kurduğu yere gelenler oldu uzaklardan. Daha ileri gitmediler, geri de dönmediler, dönemediler. Yığıldılar. “Sonra kiliseler, okullar geldi – Sonra avukatlar ve kurallar geldi – Sonra trenler ve yüklü vagonları geldi – Ve kirli eski yol (adamın geldiği yol) Telgraf Yolu oldu”. “Sonra madenler, sonra da maden cevheri geldi – O zamanlar zor zamanlardı, ve savaş vardı”. Kent büyüyor durmadan. Sermaye birikimi işliyor, sermaye biriktikçe kentli nüfus da birikiyor. Başta ışıl ışıl parlayan kent endüstrisizleşmeyle birlikte birden işsizliğin ve umutsuzluğun hakim olduğu bir kente dönüşüyor. “İşe gitmeyi severdim, ama kapattılar – İşe gitmek benim hakkım, ama buralarda gidecek bir iş bulunmuyor.”. Burada keselim, anlatılan İngiltere’dir aslında. Umutsuz, mecalsiz. Hangi ülkeden bahsettiğinin farkındasınız değil mi? Kapitalizmin öncüsü, küresel kapitalizmi bir zamanlar lideri. Thatcher bu ortamda mahşerin habercisi gibi ortaya çıktı. Çok müthiş bir parça olduğuna şüphe yok. Hele ki Knopfler’ın solosu. İkinci parça, “Private Investigations” ise nerdeyse bir tür film senaryosu gibi. Bir tür detektiflik öyküsü, ama kısa ve mini olanından. Karanlık bir hava içinde yürütülen bir özel soruşturmanın ilanı gibi. Sonuçta soruşturan kişi herkesin ve özellikle de otoritelerin bir ihanetle ve yalanlarla dolu bir oyun oynadıklarını açığa çıkıyor, ama soruşturan kişinin elinden bir şey gelmiyor. Müthiş bir umutsuzluk içeren parça, estetik olarak ise göz alıcı. Üçüncü parça, “Industrial Disease” (Endüstriyel hastalık) ise hem sanayisizleşmenin işçiler üzerindeki bireysel etkilerini hem de yarattığı çaresizliği anlatması açısından eşsizdir. Fabrikadaki işçiler ve yönetim katında büyüyen bir tür huzursuzluk konu edinilmiş, bu huzursuzluk sonuçta greve yol açıyor. Ama anlaşılan genel olarak İngiliz sanayisiyle ilgili bir durum var. Herkes bir çözüm arıyor. “Felsefe kullanışsız çıktı, teoloji daha da kötüydü – Tarihin tepesi attı, ekonomi dondu.” En sonunda sosyologlar hastalığın adını koydular: Endüstriyel hastalık. Hikayeyi anlatan, ki bir işçi, sonunda doktora gider, o da teşhisi koyar: Endüstriyel hastalık! Sonra işçi bir toplulukla karşılaşır. Kendini İsa zanneden iki kişi vardır (ki ikisinden biri kesinlikle yalan söylüyordu, çünkü İsa tekti) ve bir de protest sanatçı. Protest sanatçı bir şarkı söylemektedir. Şarkısının sözleri şöyle özetlenebilir: Bir savaş istiyorlar fabrikaları çalışabilsin diye, bizi dizlerimizin üstüne çökertebilsinler diye, Japon arabalarını satın almayı bırakalım diye (malum, Amerikan ve İngiliz endüstrilerinin özellikle de otomobil endüstrilerinin çöküşünün suçlusu olarak Japon rekabeti gösterilmişti), endüstriyel hastalık tedavi edilebilsin diye.” Şarkı devam ediyor: “Bize ‘Rule Britannia’ (Britanya ulusal marşı), gazlı bir bira, üçüncü sayfa haberleri, İspanya’da iki hafta, ve Pazar striptizi veriyorlar; enerjimizi emmek ve zihnimizi ele geçirmek için”. Birinci İsa “Ben bu hastalığı tez vakitte tedavi ederim, çabucak Pazartesi sabahlarını ve Cuma öğleden sonralarını iptal edin” diyor, ikinci İsa ise açlık grevine gitmiş, yavaş yavaş ölüyor. Parça şu soruyla bitiyor: Peki nasıl oldu da İsa da Endüstriyel Hastalığa kapıldı? Mizahi bir hiciv tutturan parça Thatcherist sermaye saldırısını ifşa ediyor aslında. Albüme adını veren parça Love over Gold umutsuz bir çağda, tutunulan her şey düşer kırılırken, veya parmakların arasından kum misali kayıp düşerken “altından daha çok sevgiye, maddeden daha çok akla” ihtiyaç duyulduğunu ilan eden bir manifestodur aslında. Kazancı, maddi varlıkları, tüketimi önceleyen ve Thatcher ile birlikte giderek hakim olan kapitalist rasyonaliteye isyandı bu parça. Albümün tüm parçaları toplumun yaşadığı kahredici ve geri döndürülemez dönüşümle ilgili. Muhafazakâr hükümet aslında 1960’ların sonundan itibaren işleyen kriz dinamiklerinin maliyetini toplumun emekçilerine ve yoksullarına kesecek politikaları hayata geçirdi (başka pek çok yerde olduğu gibi). Böylece servet ve gelir eşitsizliğini büyüttü ve bu tayfunun vurduğu toplumsal kesimleri kendi kaderine terk etti. Neticede toplum ortadan ikiye çatladı. Umutlular, zenginler, arkası sağlam olanlar, sermaye ve mülk sahipleri bir tarafta, endüstriyel hastalığa tutulmuş olanlar, yoksullaşan emekçiler, korunaksız toplum kesimleri diğer tarafta. Britanya ulusu artık tek bir ulus bile olmaktan çıktı; ortaya iki ulus çıktı. Ancak bu ikisi birbirinden koparılmış, farklı yerlere savrulmuş iki ulus değillerdi. Varoluşunu diğerine borçlu iki ulustan söz ediyoruz. Bunu o dönemde İngiliz solunda çokça yer tutan bir tartışmayı hatırlatmak için anlattık. Thatcher yönetimi tam istim üzerindeyken, özellikle Thatcher 1983’teki seçimi bu defa daha büyük bir farkla kazanınca (hem de Thatcherist programın yarattığı gizlenemeyecek eşitsizlik ve yoksulluğa rağmen) İngiliz solu Thatcherizmin arkasındaki toplumsal/sınıfsal dokuyu ve başarısının sırrını çözmeye çalıştı. Önderliğini Stuart Hall’un yaptığı ve kökeni Birmingham Üniversitesi Çağdaş Kültürel Araştırmalar Merkezi olan bir aydın grubu bir dolu çalışma üretti. Thatcherizmin sırrını otoriter popülizmde ve uyguladığı (“tek ulusçu” olmayan) “iki ulusçu” baskıcı politikada gördüler (sanki tanıdık bir şeyleri hatırlatıyor değil mi?). Ona cevap olarak Bob Jessop ve arkadaşları, Hall’un ve ekibinin Thatcherizmi basit bir söylem ve politika düzeyine indirgemekle ve arkasındaki ekonomik/sınıfsal belirleyenleri göz ardı etmekle suçladılar. Çok ciddi ve etkisi uzunca sürecek bir tartışmaydı ancak meali biz Thatcherist sağcılığa ve gericiliğe nasıl yenildik sorusuydu. Aslında aynı soruyu sanatsal bir dille Dire Straits veya Pink Floyd gibi gruplar da sormuştu. Love Over Gold ile bu tarihi tartışma neredeyse aynı zaman diliminde ortaya çıktılar. Neticede ortak tarafları her ikisinin de bir yenilgiyi teşhis etmeleriydi. Ancak sanat her zaman bilimden daha çarpıcıdır, daha rahatsız edicidir, ve daha açık gösterendir. Love Over Gold dönemin çarpıcı ve estetik, Knopflervari dışavurumuydu. Grup 1985’te Brothers in Arms albümünü çıkardı. Nasıl, hangi şartlarda çıkardıklarını serinin ilk yazısında anlatmıştık. Albüm hem sanatsal hem de bir ticari zirve oldu grup için. Rock tarihindeki en iyi albümler arasına adını yazdırdı. Bu albümle bir önceki Love Over Gold arasında hem müzikal hem de söylem ve içerik bakımlarından ciddi farklar vardı. Love Over Gold ’da jazz etkileri çok baskınken, Brothers in Arms ’ta, dönemin baskın etkisinin sonucu olarak, pop etkisi çokça hissediliyordu. Pop müzik ve endüstrisi hızla yükselişteydi. Pop müziğin uçucu, şekilsiz ve köksüz etkisini Dire Straits ve Knopfler tarzı rock'ın içine yerinde bir şekilde yedirmişlerdi. Dahası Love Over Gold , bahsedildiği gibi tüm içeriğini dönemin İngiltere’sinin ekonomik ve sosyal sorunlarından alırken Brothers in Arms ’ta iki tema, aşk ve anti-militarizm öne çıkmıştı. Birincisi dönemin çapsız pop müziğinin etkisiydi kuşkusuz, ikincisi ise artık sonuçlanmış Falkland Savaşı’na yönelik bir tepkiydi. Bu albümden sonra grup tarihindeki ilk dağılmayı yaşadı. 1987 yılında dağıldılar. Hatta tüm baskılara karşın birleşmeyeceklerini ilan da ettiler. Ve dahası 1988’de bizzat Mark Knopfler o sayfanın kapandığını iddia etti ama 1990 yılında yeniden birleşerek grubu canlandırdılar. Knopfler bu arada Notting Hillbillies diye bir grupta yer aldı, daha çok eski tüfeklerin oluşturduğu bir gruptu. Dört gitarist (Knopfler, Brendan Croker, Steve Phillips ve Paul Franklin) ve klavyeci olarak da Knopfler’ın nerdeyse her çalışmasında yer alan Guy Fletcher’dan oluşuyordu. Tek albüm çıkardı grup, Missing...Presumed Having a Good Time . Çok dikkate değer bir albüm olmadı, grup da sanki amatörlerden oluşan bir oluşum gibiydi. Son birleşmeden 1991 yılındaki son albümleri, On Every Street doğdu. Oldukça uzun bir albümdü, 12 parça vardı. Brothers in Arms ’ın pop sosu yerini bu defa blues müziğe bırakmıştı. Albümün en göze çarpan tarafı Knopfler ve gitarının diğer tüm Straits albümlerine nazaran daha önde olmasıydı. Albüm bahtsız bir albümdü; eleştirmenler kendisinden önceki iki çarpıcı ve başarılı albümle karşılaştırdılar onu sürekli, ve sürekli sınıfta kaldı. Kimse açısından beklenilen geri dönüş olmadı. Aslında Dire Straits hikayesinin sonunun nişanesi olacaktı galiba albüm. Ancak albümün hakkı yenilmiş olabilir bu satırların yazarına göre. Öncelikle Knopfler’ın gitarı en olgun halindeydi. İkincisi, sevenleri için iyi bir şey, müzik ve riffler daha sert idi. Dönem metal müziğin yükseldiği bir dönemdi, ve müziğin sertliği onu çekici kılıyordu. Üçüncüsü, eğer albüm yeni bir grup tarafından çıkarılmış olsaydı, emin olun yere göğe sığdırılmazdı, şanssızlığı bir Dire Straits albümü olmasıydı. Dördüncüsü ise Dire Straits’in bir zaafını bu albümde düzeltmiş olmasıydı, baterinin, davulun baskın olmaması zaafı. Bu albümde davulları Toto grubunun davulcusu Jeff Porcaro çaldı ve davulun sesi bu defa zayıf ve geri planda kalan bir unsur olmaktan çıktı. Tüm bunları göz önüne alırsak, esasında iyi bir Dire Straits albümü olduğunu anlarız. Albümdeki “Calling Elvis”, “On Every Street”, “When It Comes to You” ve “Heavy Fuel” öne çıkan parçalardı. Ağırlıklı tema bu defa aşktı. Aslında Dire Straits’in temaları da toplumsal gelişmeye paralel gidiyordu. On Every Street grubun son albümü oldu; Dire Straits bu albümle öldü. Ancak Knopfler solo çalışmalarına devam etti. Ancak bir daha hiçbir zaman Straits’in Knopfler’ı gibi olmadı. Bu serinin başlarında bir yerde şöyle bir kelamda bulunmuştuk; Dire Straits bir tarafıyla Mark Knopfler’dır. Şimdi bu eksik kelamı tamamlayalım; Mark Knopfler da bir tarafıyla Dire Straits’dir. Devamında (son olarak) Knopfler’ın solo albümleri ele alınacak. Not: Parça önerileri Kaçınılmaz olarak yeniden Love Over Gold albümünden Telegraph Road https://www.youtube.com/watch?v=1TTAXENxbM0&list=PLyIhNZsfiY8Qbs0bh_PmxfhNzrMnvI-EJ Love Over Gold albümünden Industrial Disease https://www.youtube.com/watch?v=CiT0mUDCRMU&list=PLyIhNZsfiY8Qbs0bh_PmxfhNzrMnvI-EJ&index=3 Love Over Gold albümünden Love Over Gold https://www.youtube.com/watch?v=Ryv5vkPqHUk&list=PLyIhNZsfiY8Qbs0bh_PmxfhNzrMnvI-EJ&index=4 On Every Street albümünden Heavy Fuel https://www.youtube.com/watch?v=YZDBTalnATM&list=PLndx1pUIcUR9Yv16JVcMj1dWH5W39FX2b&index=7 On Every Street albümünden On Every Street https://www.youtube.com/watch?v=P1FsnwYJ3p0&list=PLndx1pUIcUR9Yv16JVcMj1dWH5W39FX2b&index=2