Annus horribilis bis repetita

Latince ölü bir dil. Roma imparatorluğunun resmi diliymiş. Katolik Kilisesi hala kullanıyor. Hukuk alanında da kullanımı var. Bu çerçevede diplomasiye de sızmış çok sayıda Latince deyim ve sözcük var. Herkesin çok duyduğu ve şu sıralar özellikle ABD Büyükelçisi Tom Barrack’ın ismiyle aynı cümle içinde geçtiğini duymayı çok arzu ettiği bir örnek vereyim. Persona non grata . İstenmeyen kişi anlamına gelen bu  deyim Latince. Yeri gelmişken anımsatayım, bu deyimi okurken Amerikalılar gibi “nan” diye telaffuz etmeye gerek yok. Yazıldığı gibi okuyabilirsiniz. Benim Latince’ye aşinalığım biraz buradan biraz da Fransızca öğrenirken zorunlu olarak gördüğüm temel Latince derslerinden. Bir kaynağım daha var en az o kadar önemli: Asteriks maceraları. Çocukluğumdan beri okuduğum Asteriks çizgi romanlarının Fransızca orijinallerinde kullanılan çok sayıda Latince sözcük ve deyim. Çizgi romanın kötü karakteri Sezar’ın gözlerini patlatarak “ Alea jacta est ” demesi örneğin. Yenilenin vay haline... Amma baydın Latince muhabbetiyle diyenler haksız değil ama başlık seçiminin nedenini açıklamak istedim. Bir de monşerlik meselesi var elbette. Biraz ukalalık etmezsem eksiklik hissediyorum. Konumuza dönelim. Annus Horribilis , korkunç yıl demek. Yüzyıllardır tarih yazıcılarının, eski deyimle vakanüvislerin kötü geçen bir yıl için kullandıkları terim. Bis repetita ise kabaca tekraren veya kendini tekrar eden anlamına geliyor. Hemen söyleyeyim başlığı uydurdum. Muhtemelen hiçbir yazılı Latince metinde bu dört sözcük bir araya gelmemiştir. Bu kabalığım için Romalılardan özür dilerim. Yalnız 2025 hakkında bir değerlendirme yapmaya soyunduğumda bu sözcükler arka arkaya dizildiler kafamda. Korkunç bir yıl mı? Evet. Bu ilk kez mi oluyor ya da önceki yıl daha mı iyiydi? Hayır. O halde,  “ Annus horribilis bis repetita ”. Tarih kişilerin üzerinden okunmaz ama tarihte kişilerin belirleyici rolü de yadsınamaz. ABD Başkanlığını Ocak ayından itibaren üstlenen Donald Trump böyle bir kişilik. 2025 yılına damgasını vuran adam bu. İkinci kez seçildiğinden beri ABD bir yıl bile dolmadan İran, İrak, Nijerya, Somali, Suriye, Yemen gibi ülkelere doğrudan saldırılar gerçekleştirdi. Venezuela açıklarında terör ve korsanlık faaliyeti yürütüyor. Dünyanın en güçlü donanması büyük başarıyla balıkçıları öldürüyor, petrol tankerlerine çıkıp mallarına çöküyor. Benzer eylemler Kolombiya açıklarında da yaşanıyor. Donald Trump’ın bu saldırganlığının ulaştığı seviye öncekilerden farklı. New Yorklu emlakçı hiç demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi bahanelere ihtiyaç duymuyor. Grönland bana lazım, Venezuela petrolleri zaten ABD şirketlerindi filan deyip istiyor. İşin en kötü yanı, dünyada bunu engelleme güç ve niyetine sahip bir rakibi yok. Yılın korkunç sıfatını fazlasıyla hak etmiş olmasının ana sebebi Trump ise, en az o kadar önemli bir sebep de İsrail. 1948’de başlayan ama 2023 yılından itibaren hız kazanan İsrail’in Filistin halkına yönelik soykırımı 2025’te neredeyse dünyadaki bütün devletler tarafından meşrulaştırıldı. İsrail milyarlarca insanını gözlerinin önünde Filistin çocukları diri diri yaktı, bebekleri katletti, hastaneleri bombaladı. Siyonist rejim salt Gazze’de değil, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te de Müslüman Hristiyan demeden Filistinlileri evlerinden, topraklarından, canlarından etti. Halklar direnirken devletler Trump Planı adı verilen Filistin direnişini imha planına ya destek verdiler ya da sessiz kaldılar. BM Güvenlik Konseyi’nde yapılan ilgili oylamada ne Rusya ne de Çin veto kartını kullanmadı. Trump yönetimi baş düşman olarak gördüğü uluslararası kurum, kuruluşlar ve hukuka adeta savaş açtı. İsrail’i kovuşturan, Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Galant hakkında tutuklama kararı alan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yargıç ve savcılarına bir dizi yaptırım getirdi. Keza BM Filistin Özel Temsilcisi Francesca Albanese’nin BM’nin merkezinin bulunduğu ABD’ye girişini yasakladı. Trump ve İsrail’in kötülüklerinin ana odağı ise elbette Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu bölgesi. ABD bölgede İsrail’e ve uluslararası sermayeye daha fazla alan açacak bir tasarım peşinde. Bu tasarımda 13 yıllık kolektif bir emperyalist çaba sonucunda devletsiz bırakılan Suriye ve Lübnan da karıştırıldı, karıştırılıyor. Irak yıllardır “tay tay” duruyor. İran’ın bir sonraki hedef olacağında herkes hemfikir. Bu korkunç yılda İran iki kez İsrail ve bir seferinde doğrudan ABD’nin yoğun saldırısına uğradı. Rejimi hakkında ne düşünürsek düşünelim, İran bu saldırılara elinden geldiğince karşılık verdi. Bir kısmı mezhepçilikten kör olmuş eli sopalı yorumcu tayfasının iddialarının aksine İsrail’e soba borusu filan atmadı. İran ağır kayıp verdi ama özellikle süpersonik ve hipersonik füzeleriyle ABD, İngiltere ve Fransa tarafından da canhıraş şekilde savunulan, beş katmanlı olduğu söylenen bir hava savunma sistemine sahip olduğu söylenen İsrail’in canını yaktı. Gözlerden kaçmasın. Son İran-İsrail savaşında ateşkes talebi İran’dan değil İsrail’den geldi. ABD’nin bu yılın sonunda açıkladığı Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi yılın bir başka önemli gelişmesini oluşturdu. Belge aslında Trump yönetiminin göreve geldiğinden bu yana sürdürdüğü politikaların bir çerçevesini çiziyor, bir anlamda “yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır” mesajı veriyordu. 19. yüzyılın Monroe Doktrini'nin Trump versiyonu olarak da adlandırılan belgede Batı yarımkürede ABD hakimiyetinin tesisi önemli bir yer tutuyordu. Bunun pratikteki uygulamasını esasen Eylül ayından beri Venezuela’da görmeye başlamıştık. Trump ve suç ortakları Venezuela’da rejimi değiştirip ülkenin kaynaklarına çökmek için fırsat kolluyorlar. Bu noktada çuvaldızı ABD’ye batırırken “Batı” denen toplamın önemli bir kısmını oluşturan Avrupa’ya da mıh çakmak gerekiyor. Trump yönetiminin paldır kültür siyasetini görünüşte “ayıplayan” sözde medeni Avrupa aslında o politikaların sinsi bekçiliğini yürütüyor. Trump’ın Venezuela konusundaki edepsizliği, seçimlerle oturamadığı koltuğa ABD’nin bomba ve mermileriyle oturmayı hayal eden bir kompradora, Maria Machado’ya Nobel Barış ödülü veren Norveç Nobel Komitesi'nin ahlaksızlığıyla eşdeğer. Norveç. Hani o işlerin yolunda gitmemesini olağan karşılarken “canım burası Norveç mi” diye andığımız “süper kurallı, demokratik ve şahane” ülke. Aynı Avrupa’nın İsrail’in yürüttüğü soykırım konusunda halklarının içten ve yoğun tepkisine rağmen topu nasıl taca attığına bu yıl birinci elden tanıklık ettik. Almanya’da kefiye takanlar, Filistin sözcüğünü telaffuz edenler ölçüsüz polis şiddetine maruz kaldılar. Aynı çerçevede “demokrasinin beşiği” İngiltere’deki sözde solcu İşçi Partisi hükümetinin Filistin halkıyla dayanışmak isteyen kendi yurttaşlarına reva gördüğü insanlık ve hukuk dışı muamelenin de tanığı olduk bu yıl. Bunları görmeden Türkiye’de İngiltere’den demokrasi mücadelesine destek isteyenlerin şaşkınlığı ayrı bir başlık gerektirir elbette. 2025 çeşitli ülkelerde çoğunluğu gençlerden oluşan ve biraz da yanıltıcı bir genellemeyle “Z kuşağı” diye adlandırılan kitlelerin iktidar değişimi talebiyle sokağa çıktıkları bir yıl oldu. Bana ne güzel isyan ediyorlar diye hayranlıkla bakılan eylemlerin sonunda çoğunlukla iktidar bir oligarşiden diğer bir oligarşiye devredildi. İlk aklıma gelen örnekler Nepal ve Madagaskar. Bu da görmek isteyenlere, bir program ve ideolojiden yoksun iktidar değiştirme girişimlerinin akıbeti hakkında net bir fikir vermiş olmalı. 2025 yılında dünyada neler oldu sorusuna yanıt arar ve korkunç bir yıldan söz ederken Türkiye’ye de değinmemek olmaz. Kimi zaman, kimi çevreler Türkiye sanki başka bir gezegendeymiş gibi analizler kassalar da hayatın gerçeği farklı. ABD’nin halk düşmanı ve sermaye dostu Ortadoğu tasarımının Türkiye’ye uzanmadığını savunmaya çalışanları kendi adıma ibretle ve biraz da acıyarak izledim. ABD’nin bütün dünyada emperyalist, yanı başımızda Filistin’de soykırımcı olduğu tartışılmıyordu ama -yerseniz- Türkiye halkının iyiliğini istiyordu. Barış sözcüğü önündeki betimleyiciden ayrıştırılarak kutsanınca ortaya böyle garabetlerin çıkmasına da şaşırmamak gerekiyor. AKP/MHP düzenin ABD/İsrail tasarımının ortağı olma telaşıyla başlattığı ve PKK’nın kurucu önderinin ideolojik mucitlik örnekleri ve oportünizmiyle de desteklenen süreç Türkiye’nin hem iç hem dış politikasında ağırlıklı bir yer buldu. Başından beri bu süreçle bağlantılı olduğunu bildiğimiz Suriye’deki iktidar paylaşımı mücadelesi AKP’yi yıl boyunca sıkıştırdı. PKK silah bırakıyor algısı ile PKK Suriye’de iktidar ortağı oluyor olgusunun çarpışması önümüzdeki yıl da Erdoğan yönetimini hem içeride hem dışarıda zorlayacak gibi görünüyor. ABD’nin ağır baskısıyla yürüyen Suriye’deki sürecin bir süreliğine de olsa başarı kazanması ve orada suların bir miktar durulması Türkiye’deki ne kuş ne deve hikâyenin başarılı olacağının garantisi değil. Burada hedeflenen din kokulu otoriter ve mümkünse iktidarın babadan oğula devredildiği devlet yapısını Türk ve Kürt halklarının kabul etmesi mümkün değil. Türkiye’nin sorunları ne yazık ki bununla sınırlı değil. Kuzeyimizde devam eden Rusya-Ukrayna savaşı salt jeopolitik değil, ekolojik açıdan da Türkiye’de yaşayanlar için büyük bir tehdit haline geldi bu yıl. Doğal hayatın ince bir çizgide durduğu Karadeniz’de devam eden yük gemilerine yönelik saldırıların bir çevre felaketine dönüşmesi an meselesi. Esas itibariyle NATO’nun kışkırttığı bu savaş türüne Brüksel’de onay veren ama Ankara’ya dönünce olası sonuçlarından kaygılanan bir iktidar yapısı var. Halkı açlığa mahkûm  eden AKP/MHP ortaklığının ABD ve NATO’ya bağlılık gösterileri yapmak, burada yitirdiği meşruiyetin kırıntılarını Washington’da ve Brüksel’de aramak  dışında bir seçeneği yok. Bu da Türkiye açısından en büyük tehdit. Türkiye halkının karşı karşıya bulunduğu tehditlerin bir de hava savunmasıyla bağlantılı boyutu var. Bu da yılın son günlerinde kendini anımsattı. Gökten üç dron düştü. Daha doğrusu biri düşürüldü, birini bir çoban, diğerini köy muhtarı buldu. Entegre hava savunması herhalde böyle bir şey değildir. Aynı kapsamda S400 füzelerini tartıştık. ABD’nin gözüne girebilmek için alınabilen tek bataryanın Rusya’ya iadesi konuşuluyor. Uzatmadan şunları söyleyelim. Alınan tek bataryanın zaten ülkeyi savunacak hali yok. Kimi, nereyi savunacağını herkes biliyor. S400 alımını stratejik özerklik, bağımsızlık filan diye yorumlayanlar da, geri verirsek Rusya çok kızar diyenler de yanılıyorlar. Birinci durum en az 10 batarya alıp NATO’dan bağımsız tam teşekküllü bir hava savunma sistemi alsaydık geçerli olurdu. İkinci durum, yani Rusya’yı kızdırma meselesi ise doğru değil. Rusya S400’leri kısıtlı sayıda üretebiliyor ve elini öpene kuyrukta satıyor. Geri versek Savunma Sanayi Başkanlığına teşekkür plaketi dahi verebilirler. Daha değinemediğimiz bir sürü konu başlığı var ama ana fikri zaten herkes biliyor. 2025 korkunç bir yıldı. Örgütlü ve kararlı bir mücadeleden kaçmaya devam edersek  2026 daha da kötü bir yıl olacak. Yapmamız gereken bir şey daha mevcut. Umudumuzu ve mücadele azmimizi yitirmemek. Bu ülkenin başta insanı olmak üzere çok zenginliği var. Enseyi karartmayalım. 100 yıl kadar önce çok daha zor koşullarda yaptığımızı yine yaparız.