Geçen yıl bu zamanlar ne güzeldi ya, hâlâ hırka giyiyorduk. Şimdi bu bitmeyen kışa mı yanalım, yoksa yaşanan onca saçmalığa mı bilmiyorum. Bütün bunların iklimle ilgisi var mı emin değilim ama iklim değiştiği için de hatıra defteri okunmaz ki. Okunur mu yoksa? Aman neyse... Bunları kalem kağıtla yazıyorum, dijitale zerre güvenim yok. Yazıp kütüphanede bir kitabın arasına bırakacağım, belki yüz yıl sonra, tüm bunlar geçtikten sonra okunacak. Dijitalde her şeyi değiştirilebilir ve yüz yıl sonra yaşayanlar her şeyi o değişmiş haliyle öğrenebilir. Bu nedenle baştan anlatayım. Kağıt en iyisi ve kalem. Bir şeyler olacağı zaten belliydi ama biz bütün lise keyfimize bakıyorduk. “İklim değişikliği ve olası sonuçları” gibi programlar yapılıyordu ama bunların tamamı bir tek yavru kedi videosu kadar ilgi çekmiyordu. Liselileri bilirsiniz, çoğumuz dalgacıyızdır ve durup dururken kahkahalar atmaya başlarız. Biri bize “çocuk” dese sinirleriniz ama “yetişkin” olmanın gereklerini yerine getirmek de istemeyiz. Aslında liseliler işlerine gelince küçük, işlerine gelince büyük gibi davranma lüksüne sahip şanslı bir gruptur. Bir zamanlar müdür odası lise binasının içindeymiş, ben o zamanları hiç bilmiyorum. Rahmetli babam da bu liseden, o söylerdi. O zamanlar müdürler ders aralarında öğrencilerle konuşan, bahçedeki banklarda oturup çay filan için bizim gibi normal insanlarmış. Sonra şimdiki o görkemli “Müdüriyet Binası” yapılmış ve o günden beri müdür ve müdür yardımcılarını öğrencilerin arasında gören olmamış. Müdüriyet Binası, bizim lise binasından daha görkemli, her zaman bakımlı, ışıl ışıl. ∗∗∗ Geçen yıl tam bu zamanlarda haber duyuldu. Neymiş efendim, ilkokul ve liseler kapatılacak, yerine “tekokullar” açılacakmış. Tekokul dedikleri de on yıllık bir ilkokul. Çünkü, okuma fişleri, çarpım tablosu gibi konular hızla geçildiğinden çoğunluğun aklında kalmıyormuş, bu nedenle bu konuları “hazmede hazmede” öğrenmemiz için ilkokul süresi uzatılacakmış. Biz tabi önce anlamadık bunu, sadece bir isim değişikliği diye düşündük. Ama öyle değilmiş işte, bize, koskoca liselilere eni konu sekiz yaşında çocuk gibi davranacaklarmış. Bir açıdan bakınca, fizik, kimya, biyoloji, türev, integral, edebiyat, tarih, felsefe gibi ömrümüzü yiyen tüm kazık derslerden kurtulacaktık. Hep derdik ya, “Bunları gerçek hayatta ne yapacağız?”. Zor dersler yerine çok basit bir Türkçe dersi, çarpım tablosu ve kümelerden ibaret matematik, oh mis... Müdüriyet bir istatistik paylaştı: Dahi anlamında de da’ları ve soru eklerini ayrı yazmanın oranı şu anda %10 civarındaymış, sadece bu konu üzerinde üç yıllık dil bilgisi eğitimi vererek oranı %50’lere çıkartmayı hedefliyorlarmış ki bu güzel, çünkü çağımızda bir insanın kültürlü olup olmadığını anlamının tek yolu bu. Öte yandan “ben gencim bana karışamazsın, üstüme fazla gelme ergenim, hatalar yapmama fırsat ver ki doğruyu bulayım” gibi bizi kurtaran cümleler tedavülden kalkacakmış. Doğru ve yanlış, müdüriyetin net tanımlarıyla ilan edilecek ve “yanlış yapan” en sert şekilde cezalandırılacakmış. İstatistiksel olarak lisemizin bir türlü gelişememesinin nedeni buymuş. Doğruyu ve yanlışı düşünerek gereksiz verim kaybı yaşıyormuşuz. Bize düşen düşünmemek, tıpkı bir ilkokul öğrenicisi gibi, emir ve kurallara sıkı sıkıya uymak, bunları asla sorgulamamak ve nihayet tüm uslu çocuklar gibi sevilmeyi hak etmekmiş. Çocukken ilkokul iyi. Ama bizim yaşımızda olur mu hiç bu? Biz zaten şu anda baskılara dayanamıyoruz, tek hayalimiz tamamen özgür olacağımız üniversiteye kapağı atmak. Rahmetli babam derdi, “Rüyalarımda üniversitede, kâbuslarımda lisede olurum” diye. Gerçek üniversite özgürlüktür. Mesele şu ki müdür özgür olmamızı istemiyor. Benim rüyam onun kâbusu. ∗∗∗ Ocak şubat bunun tartışmasıyla geçti, şaşırtıcı biçimde neredeyse yarımız “ilkokul çocuğu” olmaya onay verdi. “Yapmayın, etmeyin bunun sonu ne olur?” desek de bir baktık, sınıf başkanları görevden alınıyor. Sınıf başkanları kurulunun başkanı bir arkadaşımız vardı, mart ayında bunu okuldan attılar. Bir yandan da bir soğuk ki, akıllara zarar. Ben hayatımda ilk kez içlik giymeye başladım, kat kat kazaklar, yine de donuyoruz. Birbirimizi “hay gayret, martın sonu bahar” diye avutuyoruz ama nisan daha beter soğuk yaptı. Mayıs geldi, en ufak bir değişiklik yok havada. Yaz aylarını Eskimolar gibi geçirdik, kesilecek odun, yakılacak kömür kalmadı. Dünyanın ayarları bozuldu, herkes kafayı yedi. Eylülde yapacak bir şey olmadığını için tekrar liseye döndük. Müdüriyet o soğukta tüm hademeleri çalıştırmış, okulun her tarafı “Ali topu at, Ayşe okula git” gibi fişlerle donatılmış. Önlük ve yaka giyme mecburiyeti geldi. Girişte hepimizin saçlarını tırnaklarını kontrol ettiler. Her yere dijital panolar ve kameralar koymuşlar. Bir de ne görelim, bu dijital panolarda isyankar öğrencilerin hatıra defterleri paylaşılıyor. İnanılmaz bir şey. Bilgisayarlarımızdaki hatıra defterlerimizin şifrelerini kırmışlar, hepsini okumuşlar ve şimdi en sivri olanlarımızdan başlayarak bunları ifşa ediyorlar. 11C’nin sınıf başkanı Hasan meğer 10B’deki Neşe ile sevgiliymiş. Bundan bize ne? Niye ekranlarda onların yazışmaları var? O kahraman bildiğimiz Hasan, Neşe’ye ne diller döküyor. Bu nedenle herkes onunla alay etmeye başladı. Hasan lisenin çatısından aşağı düşüp öldü. İntihar diyenler var, buzdan kaydı diyenler var. Çatıda ne arıyordu peki? Hatıra defteri nasıl okunur? Ve okulun dijital panolarında bu yazışmalar niye paylaşılır? ∗∗∗ Çok konuşmasam mı? Ne düşünürsem düşüneyim bunu dijital ortamda paylaşmamalıyım. Yarın ne olacağı belli olmaz. Geçen yıl hatıra defterime yazdığım bazı şeyler paylaşılacak diye ödüm patlıyor. Aslında olumlu yönden bakarsak, fizik ve kimyada berbattım ve fiş okumada üstüme yok. Bir de ben soru eklerini ayırabiliyorum, kendimi hiç zorlamadan günümü gün edebilirim. Zaten kara kış devam ediyor, önümüzdeki yıl nasıl geçecek? Artık kimsede kantinden alışveriş yapacak para kalmadı ama okul müdürümüz herkese bedava yarım simit dağıtmaya başladı. Allah ondan razı olsun. Allah benden alıp ona versin. Allah başımızdan eksik etmesin. Ali koş, Ayşe coş. Mehmet oyuna gel. Gel babası gel gel gel...