'Amerikan Yüzyılı'ndan 'Amerika’yı Yeniden Büyük Yap'a!

2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist blokta kurulan ABD eksenli düzenin (Pax Americana) yıkılmasının ardından yeni düzen arayışı ve güç mücadelesi gündemde olan bir konu. Geliştirilen söylemde artık ABD’nin eski hakimiyetini hızla yitirdiği ve yeni bir strateji geliştirerek gücünü korumaya çalıştığı vurgulanmakta ve tartılmaktadır.  Trump yönetiminin aşırı milliyetçi, ırkçı, buyurgan ve tehditkâr söylem ve uygulamalarının genel hedefler açısından ABD’nin politika zincirine yeni eklenmiş olmakla birlikte arızalı bir halka olmadığı da ortadadır. Neoconların tasarımını yaptığı ve 1997’de ortaya somut olarak koyduğu 21. yüzyılı Amerikan Yüzyılı’na (Project for New American Century, 1997) dönüştürme projesi, başlık ve içerikte günün koşullarına göre değişiklik yapılarak yeniden uygulamaya konulma aşamasındadır. Şöyle ki ilk kez Ronald Reagan tarafından telaffuz edildikten sonra Trump’ın 2016 seçim kampanyasında sahiplendiği MAGA (Make America Great Again - Amerika’yı Yeniden Büyük Yap) ve MASA (Make America Safe Again - Amerika’yı Yeniden Güvenlikli Yap) sloganları ABD yönetiminin uygulamaya koymayı planladığı (neo-)emperyalist ve güvenlikçi politikaları açık seçik ortaya koymaktadır. Trump 1 ve 2 dönemlerinden önceki başkanlık dönemlerine kısa bir bakış genel hatlarıyla zincirde kırılma olmadığını göstermektedir. Amaç aynı olmakla birlikte Cumhuriyetçi Parti’den R. Reagan ve  G. Bush’un “komünizme karşı savaş” strateji ve politikaları, G. W. Bush döneminde değişen uluslararası siyasi ve ekonomik konjonktür nedeniyle “uluslararası terörizme karşı savaş”a dönüşmüştür. Kısacası ABD sürekli düşman yaratma ve yok etme politikasını ve hegemonik gücünü koruma stratejisini sürdürmüştür. Demokrat Parti mensupları Bill Clinton, Barack Obama ve Joe Biden’ın uyguladığı politikalar birbirini tamamlamaktadır. Clinton’un iki dönem boyunca  evrensel düzeyde insan hakları ve demokrasiyi geliştirme yönünde hareket ettiği ifade edilse de bir bütün olarak ABD çıkarlarını korumaya, emperyalist sömürüyü derinleştirmeye odaklanmıştır. Başkanlık dönemindeki dış politikayı birkaç sözcükle açıklamak güç olsa da ABD’nin etkinliğini korumak ve geliştirmek doğrultusunda “iyicil hegemon” (benign hegemon) rolüne soyunduğu yerinde bir saptama olacaktır. Bu nitelendirme ihtiyatlı olarak kullanılabilir çünkü Clinton döneminde uluslararası terörizmle mücadele kararlılıkla sürdürülürken ABD’nin emperyal gücünü askeri yöntemler yerine daha çok diplomatik yoldan sağlamayı ön plana aldığı görülmektedir. Kuşkusuz ABD’nin Irak’tan çekilmesi, Afganistan’daki asker sayısını azaltması (iki ülkedeki yaklaşık 150 bin dolayındaki askeri personel zamanla 15 bine çekilmiştir), özellikle 2014 sonrasında İran ile nükleer konusunda uzlaşma, Küba ile ilişkilerin göreli olarak düzeltilmesi, Çin ile iklimsel değişikliğe karşı önlemler konusunda uzlaşmaya varılması olumlu adımlar olarak kayda geçmiştir. Obama yönetiminin uyguladığı politikanın doğrudan askeri müdahalenin yerine daha çok diplomatik yöntemlerle “hafif ayak izi” (light footprint) bırakarak sorunların çözümüne odaklandığı kabul edilmektedir. Bu değerlendirme ABD’nin tamamen barışçıl bir tavır sergilemesi anlamına gelmemektedir. Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Yemen, Somali ve Pakistan’da hava saldırılarıyla ABD dişlerini göstermeyi sürdürmüş ve yeni teknolojinin kullanıldığı SİHA ve siber silahlar devreye sokulmuş, donanımlı özel kuvvetler operasyonları yürütmüştür. Bu nedenle Obama yönetimi “kadife eldiven içinde demir yumruk” diplomasisini yoğun ve yaygın olarak kullanmanın yanısıra AB ile ilişkileri yumuşak zeminde sürdürmüştür. Biden ABD’yi, Rusya ve Çin’in meydan okumaları karşısında demokratik rejimle yönetilen ülkeler nezdinde, Trump-1 yönetiminin tahribatını gidererek güvenilir lider konumuna getirmeyi ve NATO’yu güçlendirmeyi hedeflediği ölçüde emperyalist politikaların sürdürülmesinde yerini almıştır. Özetle ABD 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana farklı başkanlık dönemlerinde uluslararası ilişkilerde stratejisi ve uyguladığı politikalar değişen siyasi-ekonomik konjonktür ve bizzat başkanlık ofisi ve başkanın mensup olduğu partinin uluslararası ilişkilerdeki tercihleri ve temsil ettiği değerlere göre değişiklik gösterebilmektedir. Değişmeyen tek öge ise emperyalist amaç ve politikalardır. Rusya ve Çin arasındaki işbirliği ötesinde Avrasya eksenli önemli bir güç cephesinin hızla oluşturulma aşamasında olduğu gözlenmektedir. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün kuruluşunda dört olan üye sayısı kısa bir sürede beşe, Eylül 2021’de dokuza ve 2025’te ortak statüde katılımla onsekize ulaşmıştır. Her ne kadar örgütün türdeş olmayan yapısı ve üye ülkelerin birçoğunda burjuva demokrasisine uyumlu olmayan siyasi rejimler dikkat çekse de Avrasya’nın hegemonya mücadelesinde yadsınamaz öneme sahip olması, ABD’nin emperyalist politikalarına karşı bir duvar örülerek işbirliğini geliştirme girişimi olarak özetlenebilir. Nitekim siyasetçi, stratejist ve Jimmy Carter‘ın ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski tarihsel olarak Avrasya’dan tüm küresel iktidar adaylarının çıktığını, Avrasya’ya hakim olan gücün dünyanın ekonomi açısından en üretken üç bölgesinden ikisinde belirgin etkinlik kazanacağını vurgulamıştır. Avrasya İşbirliği Örgütü’nün oluşturulması sürecinde karşıt taraf olarak kartlarını açan ABD Trump dönemlerinde bir taraftan Çin’e karşı yanına çekmek için bir dizi ülkeye “havuç ve sopa” politikası uygulamakta, özellikle sağ, hatta aşırı sağ partilerin yönetimde olduğu ülkeler ile yakın işbirliğine girerek ödüllendirmektedir. ABD, Rusya’ya karşı doğrudan ve Britanya’nın yanısıra AB’deki merkez ülkelerin yönetimleri aracılığıyla ekonomik ve siyasi engeller çıkarması, Çin ve Rusya’ya karşı yürütülen politikayı sergilemektedir. ABD Yüzyılının farklı bir versiyonu olan MAGA projeleri ve politikalarının yürütülmesi ancak ekonomi, bilim ve teknoloji alanlarında güçlü olmanın ötesinde ABD’nin dünya ölçeğinde en üst sırada yer almasını gerektirmektedir. Ancak sloganların ötesine geçildiğinde gerçeğin farklı olduğu saptanabilmektedir. Yeni dünya düzeni çerçevesinde şekillendirilmeye çalışılan dünya ekonomisindeki gelişmelerin doğrusal olmadığı, merkezkaç güçlerin varlığı, kapitalizmin doğası gereği hassas dengelere dayalı düzende kırılganlıklar, çalkantılar ve krizlerin kaçınılmazlığı dikkate alınmalıdır. Bu ortamda Nobel İktisat ödülüne sahip (2001) ve geçmişte Dünya Bankası Başkan yardımcılığını üstlenmiş Profesör Joseph Stiglitz’in tanısıyla Trump “ABD ekonomisinin ayağına kurşun sıkmaktadır”. Stiglitz istihdam yaratmanın durduğunu, özellikle göçmenlerin ve ABD yurttaşı olmakla birlikte beyaz olmayanların sınırdışı edilmeleri ve baskı altında yaşamaları sonucunda emek gücü arzının durma noktasına geldiğini vurgulamaktadır. Özellikle yabancıların istihdam edildiği inşaat sektöründe, tarımda, otelcilik, tedavi ve bakım hizmetlerinde aksamaya yol açtığını belirtmektedir. Bütçedeki kesintiler hizmetlerin aksamasına yol açarak bireyleri ve işletmeleri oluşan belirsizlik ortamında ihtiyatlı davranmaya sürüklemektedir. Korumacılık doğrultusunda gümrük vergilerinin tehdit olarak kullanılması üretim ve tüketim maliyetini artırmakta, üretici ve tüketicileri belirsizliğe sürüklemektedir. Kısa erimdeki yukarıda sıralanan olumsuz gelişmelerin ötesinde uzun erimde ABD’nin karşılaştırmalı üstünlüğünün araştırma, teknoloji ve yüksek öğretimde bulunduğunu belirten Stiglitz üniversitelerin yararlandığı fonlardaki siyasi gerekçelerle yapılan kesintinin araştırmayı aksattığını vurgulamaktadır. Yalnızca Stiglitz değil, diğer tanınmış akademisyenlerin özenle vurguladıkları husus “ulusların zenginliği” kurumlar ve özellikle hukuk devletinin geçerliliğine bağlıdır. Trump döneminde ise Nvidia’ya ihracat izni ve Intel’e sübvansiyon verilmesi gibi uygulamalarda görüldüğü üzere şirketlerin beklenen kârından pay alma koşulu getirilmektedir. Bu nedenle ABD ile iş yapan ülkeler yeni ticari anlaşma olanaklarını ABD dışında aramaya yönelmiştir. Bu olumsuz koşullarda borsada yükseliş, enflasyonun beklenenin altında seyri, GSYH’deki zayıf olmakla birlikte artış Alphabet, Amazon, Apple, Meta, Microsoft, Nvidia, Tesla gibi çok sınırlı sayıda şirketin iş hacmine ve kârlılığına bağlıdır. Ancak bu şirketlerin değerlendirilmesi gelecekte elde edileceği beklenen tekelci/oligopolcü kâra dayanmaktadır. Dolayısıyla spekülatif beklenti söz konusudur çünkü mevcut şirket değerlendirmeleri ve kâr beklentisi borsayı ve tüm ekonomiyi geçici olarak olumlu etkilemekte ancak şişirilmiş bir köpüğe benzemektedir. Yapay Zekâya yönelik yatırımlar köpüğü kabartmakla birlikte geçmiş örneklerde görüldüğü üzere köpüğün patlaması da kaçınılmaz gözükmektedir. ABD’de başkanlar değişmekte ancak emperyalist politikalar yeni uygulamalarla sürdürülmektedir. Bununla birlikte uluslararası ilişkilerde ve dünya ekonomisinde kaçınılmaz dönüşümler yeni bir düzene doğru güçlükler arasından yol alındığını da işaret etmektedir. 2026’nın dayanışma içinde umut, direnç ve aydınlık günler getirmesini diliyorum.