Türkiye’nin 2025 yılı siyaseten 1 Ekim 2024’te Devlet Bahçeli’nin TBMM açılış töreninde DEM Parti'li milletvekillerinin elini sıkmasıyla ve hemen ardından da “bu sadece bir nezaket tokalaşması değildir, ben cumhurbaşkanımızın çağrısına uydum” demesiyle başladı. Meclis’in açılışı öncesinde Türkiye siyasetinde bir tür belirsizlik hali gözlemleniyordu. 31 Mart’ta yapılan yerel seçimlerde iktidar sadece bir sene önce cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerini kazanmasına rağmen ağır bir seçim yenilgisi almış, buna rağmen CHP genel başkanlığına yeni oturan Özgür Özel bir “normalleşme süreci” başlatmış, Erdoğan da –en azından görünüş itibariyle- buna karşılık vermişti. Öte yandan Erdoğan, Meclis’in açılışı yaklaşırken, “normalleşme”nin sonu ve yaşanabilecek birtakım yeni gelişmelerin sinyali anlamına gelebilecek açıklamalar yapmaya başlamış, bu esnada da yeni bir kavramı, “iç cephe” kavramını tedavüle sokmuştu; ancak Bahçeli’nin 1 Ekim’deki hamlesine ve sonrasındaki hızlı gelişmelere kadar kimse bunun ne anlama geldiğini anlamayacaktı. Bahçeli’nin “ben cumhurbaşkanımızın çağrısına uydum” dediği çağrı, Erdoğan’ın İsrail’in Gazze ve Lübnan saldırılarından sonra sıranın Türkiye’ye geleceği, bu yüzden de iç cephenin güçlendirilmesi gerektiği yönündeki sözlerine bir atıftı ve sürecin söylemsel zemini de bunun üzerine kurulacaktı. Aynı Bahçeli Meclis’teki tokalaşmadan üç hafta sonra partisinin grup toplantısında neresinden bakılırsa bakılsın “tarihi” denilebilecek bir açıklama yapacak ve “şayet teröristbaşının tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM’de DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün tamamen bittiğini, örgütün lağvedildiğini haykırsın” diyerek Öcalan’ı PKK’ya silah bırakma çağrısı yapması için TBMM’ye ve DEM Parti kürsüsüne davet edecekti. Bu çağrının ardından henüz resmi olarak adı konmamışsa da yeni bir sürecin başladığı anlaşılacak ve yaklaşık bir ay sonra, 28 Aralık’ta DEM Parti heyeti İmralı’ya giderek Öcalan’la görüşecek ve uzun yıllar sonra Öcalan’ın üzerindeki tecrit kalkmış olacaktı. Bahçeli’nin Meclis’teki çağrısıyla heyetin Öcalan’a yönelik ziyareti arasındaki zaman diliminde ise Suriye’de hiç kimsenin beklemediği bir gelişme yaşanacak ve cihatçı teröristler 8 Aralık’ta Esad yönetimini devirip ülkenin kontrolünü ellerine alacaklar, bu da bir yandan yeni-Osmanlıcı dış politikayı bir zafer sarhoşluğuna sokarken öte yandan da süreci hem Suriye’ye bağlayacak hem de hızlanmasını sağlayacaktı. Hem Öcalan’la hem de partiler arasında yapılan görüşmelerin ardından, beklenen açıklama 27 Şubat 2025’te geldi ve Öcalan açıklamasında Kürt siyasetinin tüm tarihsel taleplerinden vazgeçtiğini açıklayarak örgüte kendisini feshetme çağrısında bulundu. PKK ise 5-7 Mayıs günlerinde bir konferans toplayacak ve Öcalan’ın çağrısı doğrultusunda kendini feshettiğini duyuracaktı. Aynı esnada Türkiye ilk bakışta sözünü ettiğimiz bu süreçten bütünüyle farklı görünen ama aslında doğrudan bağlantılı başka bir süreci yaşamaya başlayacak, CHP’nin doğrudan “baş düşman” kategorisine yerleştirildiğini gösterecek bir şekilde belediye operasyonlarına girişilecekti. İlk operasyonun hedefinin CHP ile HDP arasındaki kent uzlaşısı uyarınca Esenyurt’tan belediye başkanı seçilen ve Kürt hareketine yakınlığını herkesin bildiği Ahmet Özer olması ise şaşırtıcı değildi. Özer 30 Ekim günü evine yapılan baskınla gözaltına alınacak ve hemen ardından da tutuklanacaktı. Bunu diğer operasyonlar izledi ve Beşiktaş, Beykoz derken 19 Mart günü Beylikdüzü ve Şişli belediye başkanları ile birlikte İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu gözaltına alındı ve üç belediye başkanı da tutuklandı. Erdoğan 31 Mart yenilgisi sonrası CHP’li belediyeleri kastederek “silkeleyin” demişti ve şimdi belediyeler silkeleniyordu ama esas mesele başkaydı; esas mesele CHP’nin baş düşman haline getirilip düşman hukukuna maruz bırakılması ve cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu’nun siyaseten tasfiye edilmesiydi. Bu süreç, seçimlerin ve sandığın resmen ortadan kaldırılması anlamında değil ama işlevsizleşmesi, sahici bir nitelik taşımaması ve her seferinde iktidarın istediği sonucun alınması anlamında “seçimsizleştirme” anlamına geliyordu. Gelinen noktada iktidar rejim inşasında yeni bir aşamaya geçmeyi ve ülkeyi fiilen seçimsiz bir yere doğru taşımayı amaçlıyordu. Sadece belediye operasyonları ya da çözüm süreci değil CHP kurultayına yönelik “mutlak butlan” davası ve bunun aylarca konuşulması da partinin Kılıçdaroğlu’na devredilmesi arayışları da tamamen bununla ilgiliydi. AKP ile gerçekten rekabet etmeyen, iktidarı istemeyen, güdümlü bir muhalefet isteniyordu ama güç dengeleri buna izin vermedi, plan bu başlıkta şimdilik rafa kaldırıldı. Velhasıl Kürt sorunu başlığındaki yeni süreçle CHP’ye yönelik tasfiye süreci birbirinden farklı ele alınıp değerlendirebilecek meseleler değildi; Erdoğan’ın “ömrü vefa edene kadar” o koltukta oturması ve rejim inşasında yeni bir aşamaya, “seçimsiz” bir aşamaya geçiş adına atılmış adımlardı. Bugün gelinen noktada halkın ciddi bir bölümünün İmamoğlu’na ve diğer belediyelere yönelik operasyonlara ikna edildiğini söyleyebilmek mümkün değil, Öcalan ve PKK’yla yürütülen müzakerelerin de toplumda ciddi bir tepki yarattığı, yeni bir milliyetçi dip dalgayı tetiklediği görülebiliyor. Müzakerelerde durumun ne olduğu ise henüz belli değil; meseleye eğer Türkiye üzerinden bakarsanız ağır aksak da olsa belirli bir ilerleme var, ama Suriye üzerinden bakıldığında sınır ötesi operasyon da dâhil her türlü ihtimalin masada olduğunu söylemek mümkün. Öte yandan Şimşek programında işler istenildiği gibi ilerlemiyor, enflasyon da faizler de halen istenilen hızda düşürülemiyor; üstelik bütün bir bedel yoksul, emekçi halka ödetiliyor ve bu da patlayıp patlamayacağını bilemediğimiz bir öfke birikimine neden oluyor. Örgütlü bir tepki verilemese de yıllar sonra ilk kez asgari ücretin bu kadar konuşulması sözünü ettiğimiz birikimin bir işareti olarak görülebilir. Dahası, herkes Erdoğan’ın adaylığını ve hatta bir dönem daha iş başında kalmasını kabullenmişken, nedenini bilemediğimiz ve erken diyebileceğimiz bir şekilde iktidar içi taht kavgalarının başladığını görebiliyoruz. Magazin programı misali halka izletilen, yolsuzluk, kara para ve uyuşturucu operasyonları bu kavganın birer yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Son olarak, yeni-Osmanlıcı dış politikanın getirdiği güvenlik risklerinin yılın bitimine yakın yoğunlaştığını söyleyebiliyoruz. Azerbaycan-Gürcistan sınırında düşen askeri uçak, Rusya-Ukrayna savaşının Karadeniz’e taşınmasının ardından Türkiye sınırlarından içeri giren İHA/SİHA’lar, Libya Genelkurmay heyetini taşıyan uçağın Ankara’da düşmesi, İsrail-Yunanistan-Güney Kıbrıs arasında imzalanan anlaşma ve son olarak IŞİD hücrelerine düzenlenen operasyonlar/polislerin yaşamını yitirdiği çatışmalar, güvenlik başlığında da bir sıkışmaya işaret ediyor. İktidar Suriye’yi kendisine emanet eden ve Erdoğan’ın doğrudan ilişki kurabildiği Trump’a, “onlara istedikleri meşruiyeti vereceğiz” diyen Barrack tarzı dış politikaya ve Rusya’ya karşı hızla militarize olan, Türkiye’yi de yeni Soğuk Savaş’ta bir kez daha ileri karakol haline getirmek isteyen Avrupa’ya yaslanmaya çalışıyor ama bunun da sınırları var, hepsinde ilişkiler pamuk ipliğine bağlı bir karakter taşıyor. Dolayısıyla iktidarın giderek rıza üretmekte zorlandığı ve çubuğu giderek zor politikalarına/emperyalizme yaslanmaya doğru büktüğü, gözaltı ve tutuklamaların rutinleştiği, çıt çıkmasının istenmediği bir dönemden geçiyoruz. Ancak mesele şu ki iktidarın yaşadığı bu hegemonya bunalımını derinleştirebilecek, onu gerçek anlamda sıkıştırabilecek ve örneğin erken seçime zorlamayı başarabilecek bir siyasal ya da toplumsal muhalefet de ortalıkta görünmüyor. Bu da iktidarın yaşanan çoklu kriz konjonktürüne rağmen bir şekilde yoluna devam etmesini beraberinde getiriyor. Eğer Türkiye 2027’nin ilk yarısı içerisinde, hadi diyelim ki sonlarına doğru seçimlere gidecekse ve iktidar bu seçimlerin serbest seçimlerden başka her şeye benzemesini istiyorsa, 2026 yılının iktidar açısından buna hazırlık yılı olacağı varsayılabilir. İmamoğlu’nun adaylığının engellenmesi, belki aynı şeyi Mansur Yavaş’ın yaşayacak olması, süreçte atılabilecek yeni adımlarla CHP-HDP ortaklığının tamamen imkânsızlaştırılması ya da tersinden sınır ötesi bir operasyonla yeniden milliyetçilik rüzgârlarının estirilmesi, karşı ittifakların bütünüyle dağıtılması, muhalif kesimlere daha çok sopa gösterilmesi, yeni anayasa tartışmaları, seçim yaklaştıkça uygulamaya sokulacak seçim ekonomisi politikaları… Bunların hepsi 2026’da yaşayabileceklerimize dair birer başlık olarak karşımızda duruyor. En az sorulan soru ve en az konuşulan konu ise herhalde bu gidişatı durdurmak için ne yapılacağı, iktidarın oyun planlarının karşısına nasıl bir oyun planıyla çıkılacağı. Oysa acilen bu sorunun sorulması, bu konunun konuşulması gerekiyor; aksi durumda neler olacağını hepimiz biliyoruz çünkü.