NASA Mars’ta sıra dışı kayaçlar bulunduğunu, bunun bir zamanlar kızıl gezegende yaşam olduğuna dair şimdiye kadarki en güçlü işaret olduğunu açıkladı. Bilim dünyası heyecanlandı. Ajanslar “Tarihi keşif!” diye yazdı. Sanki orada yaşayan bakterinin fosiline ulaşınca insanlığın dertleri bir anda çözülüverecekmiş gibi. Oysa dünyada yaşamın kendisi, tüm canlı çeşitliliğiyle birlikte yok oluşun eşiğinde. Ormanlar yanıyor, buzullar eriyor, denizler plastik doluyor. İnsanlar savaşlarda, açlıkta, sellerde, depremlerde ölüyor. NASA’nın 25 milyar dolarlık yıllık bütçesi var. Avrupa Uzay Ajansı, Çin, Rusya, Hindistan derken, insanlık her yıl yüz milyarlarca doları gökyüzüne savuruyor. Bu paraların yalnızca küçük bir kısmı bile, dünyadaki açlığı sona erdirmeye, iklim krizine karşı gerçek çözümler üretmeye yetebilir. Ama hayır. Daha cazip olan şey, Mars’ta taş toplamak, Ay’da bayrak dikmek, uzay turizmi biletleri satmak. Mars’ta keşfedilen kayaçlar, bilim insanlarına göre geçmiş yaşamın izlerini barındırıyor. Peki ya Dünya’daki yaşamın izleri? Her geçen gün biraz daha silinmiyor mu? Bir zamanlar Amazon’da milyonlarca hektarlık orman vardı, şimdi kül oldu. Bir zamanlar denizlerde balık sürüleri vardı, şimdi mikro plastik yutuyoruz. Bir zamanlar gökyüzü masmaviydi, şimdi karbon bulutlarıyla kaplı. Eğer yaşamın izlerini arıyorsak, Dünya’nın kendisi zaten devasa bir laboratuvar. Fakat biz onu yok ederken aynı anda başka gezegenlerde “fosil” arıyoruz. *** Ve tabii, unutmamak gerek: Uzay da artık eskisi gibi masum değil. Yörüngede yaklaşık 40 bin insan yapımı nesne dönüp duruyor. Bunların 11 bini aktif uydu geri kalanları roket parçaları ve enkaz. Küçük parçacıklardan, çarpışmalar sonucu oluşan milyonlarca minik enkaza kadar her şey yörüngede dönüp duruyor. İnsanlık her adımda hem kendi evini hem de gökyüzünü kirletmeyi başarıyor. Hem dünyayı hem de gökyüzünü o kadar kirlettik ki artık yıldızları bile göremiyoruz. Kara mizah şurada: İnsanlık kendi evini yıkıyor ama başka gezegende eski bir mikrobun taşlaşmış izini bulunca coşuyor. Belki de Mars’ta hayatın olduğuna sevinmemizin tek nedeni, Dünyadan umudumuzu kesmiş olmak. Uzay araştırmaları elbette bilime katkı sağlar. Ama önceliklerin bu kadar ters yüz edilmesi, insanlık tarihinin en büyük ironilerinden biri. “Dünya’da açlık ve iklim krizini çözemedik, bari Mars’ta bakteri bulalım” yaklaşımı bilimsel merak değil, kolektif kaçıştır. Ve bu kaçışın faturası ağırdır: Hem milyarlarca doların heba olması hem de yeryüzündeki hayatın daha hızlı çöküşe sürüklenmesi. *** Belki de asıl mesele, bilimin hangi sorulara cevap aradığıdır. Mars’ta geçmiş yaşam izlerini bulmak heyecan verici olabilir, evet. Ama daha zor, daha yakıcı ve daha insanca olan soru şudur: “Bu gezegende yaşamı nasıl sürdürebiliriz?” İnsanlık, kendi evinde barışı, adaleti, eşitliği ve doğayla uyumu kuramadığı sürece, başka dünyaları fethetse ne olur? Üstelik unutmayalım: Uzay araştırmaları yeni değil. İnsanlık yüzyıllardır gökyüzüne bakıyor, teleskoplarını kuruyor, roketlerini gönderiyor. Onca masraf, onca şatafatlı proje… Bugün geldiğimiz noktada Ay’a birkaç kez inebildik, Mars’a birkaç robot yollayabildik. Hepsi bu. Ama dünyayı kirletmekteki hızımızı hiç azaltmadık. Hatta yetmedi, uzayı da bir çöplüğe çevirdik. Üstelik bu durum uzaydaki aktif uydular için de bir tehlike oluşturuyor. Geçen yıl NASA uzayda biriken maddi atıkların nasıl geri dönüştürüleceğine dair yenilikçi fikirler için 3 milyon dolar ayırdı ama sonuç alınamadı. Harvard’lı bir bilim insanı da Dünya’ya hızla yaklaşan gizemli bir cismin uzaylılara ait olabileceğini söyledi. Mars’ta ayak izimizi bırakabiliriz; dünyaya hızla yaklaşan cismin ne olduğunu anlayabiliriz ama bu keşifleri yaparken dünyayı yok etmek, tarihe ironik bir not düşmekten öteye geçmeyecek.