‘Araf’ta gövdeler gezerken…

Sohbet, tartışılan bir konuya, bir analize kaymışsa, orada en bilindik, en dile düşmüş, hünersiz kelime bile, kavrama, sıfata dönüşmüş olduğunda, Aziz Nesin derdi ki, “açıp bakalım önce sözlüğe, değil mi?” Bunu öğrenmiştim ya, Fide Lale Durak’ın “Araf” başlıklı sergisinden döndüğümde de çok sıradan bir kelimeye bakasım geldi. Yok, “araf” değil. Tül! “Çok ince gözenekli pamuk, ipek veya sentetik dokuma ve bu dokumadan yapılmış perde” demiş, benim eski TDK Sözlüğü, yaygın kullanım alanını anlama dahil ederek. Sonra, “bir de cümle içinde geçirelim…” istemiş: “Bütün pencereler eskisi gibi çiçekli ve tül perdeliydi.” Örneklemeye takıldım kaldım. Eskisi gibi… Bütün pencerelerde çiçek…. Ve tül. O kelime nasıl huzurlu, sarı ışıklı bir sıcaklığı tamamladı, nasıl o çiçeği eflâtun açtırdı değil mi, cümle içinde geçince? Kendiliğinden hem. Öylece. Buraya döneceğiz, ama baştan, “hiç de öyle değil, o senin bakışın” da diyebilirsiniz. Nitekim sergi de öyle dedi sanırım… Neden bu uzamış tül girizgâhı? Figürlerini tamamen tül katmanlarından oluşturmuş Durak çünkü. Söylemek istediği söz, böyle yoğun emek gerektiren bir “materyal”e vardırmış onu. “Şekil verilmesi zor bir malzeme” oluşuyla da içeriğe katkı eklemiş. Tül dokumanın, tığ işleme, dantel misali çok şeye hısımlığı muhakkak. Tülbentte de var duvakta da, raksta da mesela… Ama ışık kaynağıyla oynaşırken gösterme / gizleme özelliği, perdeliğini öne geçiriyor. Barındırdığı bu çelişki nedeniyle materyal olarak seçilmiş. Tülün en temel kullanımı da bu çelişkiye dayalı zaten. Bulunduğu yerin arkasını göstermez. Penceredeyse sözgelimi, içeride olanı saklar, dışarıdan bakanlardan. Buna karşın, içeriden dışarıyı görmek mümkündür. Ama bunun şartı, dışarıda ve içeride ışığın dengeli oluşudur. Dışarıda karanlık içeride ışık varsa, tül saydamlaşır. Bu durumda, güneşliklerin, süslü perdelerin örtüsü girer devreye, ama bu ayrı konu… Anlayacağınız, sayısız metafor, “sosyo-politik” gönderme mümkün tül bahsinde… Aslında örterken de, gösterirken de, her iki yanı, bakanı ve bakılanı flulaştıran bir şey tül, yapısı gereği. Ben bu fluluğu, serginin başlığına yamadım: Tülden Araf... Sergi, her ne kadar adını Dante’nin “İlahi Komedya”sından bir bölümden alıyor ve oradan bir pasajla, “gövdesiz bir gölgeyle kucaklaşma” sahnesiyle  sunuluyorsa da, evet, garip olacak, ama ben bundan biraz kopacağım. Dante’nin “Araf”ı, ilham verici bir epik şiir olarak, güçlü alegorilerle, yazıldığı dönemin panoramasını kendince süzerek verir. Tamam.  Ama, “ölümcül günahlardan arınma”daki tasvirlerden “gölgesizliğin”, tül kullanımına rehber olmasıyla, “maksadın hâsıl olduğu”,  böyle sınırlamanın yeteceği kanısındayım. Durak’ın “gölgesi düşmezlik” kavramı, ayrıntılarla “gölgelenmemesi” gereken farklı bir “alegori”nin eşiğinden geçiyor çünkü. “Araf”ın çeşitli dinsel tanımlarından koparak, gündelik dile girmiş hali “arada kalmışlık”lığıyla yetineceğim. Sonuçta, eleştirmen değilim ki! Nalıncı keseriyim sırattaki bir ülkede… Yeri gelmişken, yakında okuyacağımız bir romandaki Seferis şiiri alıntısını da burada mealen kullanmaktan çekinmem. … senin yurdunum ben; / kim olmamı istersen o olurum / şu anda kimse olmasam bile… Araftan çekilip çıkarılma çağrısı gibi ürpertici değil mi? Figürler de… Tüllerle örülmüş bu figürler, sokaktan, eylemden, etkinlikten, toplu taşımadan, “doğal hallerinde” fotoğraflanmış insanları yansıtıyor. Kimi tuvalden bakıyor size, siz ona bakarken; kimi, yukarıdan sarkan gerçek boyutlu bir tülde durup, sizi arkadaki bir başka insana, o insanı da size kendi içinden geçirerek gösteriyor. Birbirinize bakarken, o “gölgesiz üçüncü şahıslar”la da hemhal oluyorsunuz. Hareketinizden doğan hafif bir esinti bile, tülü, figürü dalgalandırıyor! İşte orada gerçekle gerçek bütünleşiyor, Dante’nin “boşluğu kucaklaması”yla yol ayrımına geliniyor. Sergiyi gezerken, sermaye düzeninin “insanı çürütmesi” başlığı vardı gündemde. “Emekçi sınıfın da azade olmadığı” bu toplumsal gerçeklikle yüzleşme çağrısı yapılmıştı. Kökenine ve çözümüne inilmişti. Çürümeye yüz tutmuş hücrelerin, zihinlerin yeniden ya da ilk kez sağlığına kavuşması, daha doğrusu kavuşturulması mücadelesi, bugünden yarına son bulmayacaktı. Bu durumun “araf”a, hangi yönün galebe çalacağını göreceğimiz bir sürece benzediğini düşündüm. Figürler, bir dokunuş, bir ardını gören bakış açısı bekliyorsa, çürümeyle durağan kabullenişin bağını kurabildiklerindendi bu. Belki, salıncakta uçuşan sarı saçlarda bile sezilen hüzün, bizi harekete geçmeye çağırıyordu. Böyle dalmışken, durup duran, biraz mahzun ve kabulle bakan “gölgesiz” bir figürün arkasından geçen, kanlı canlı bir arkadaş gördüm. Baksa, o da beni görecekti. Demek, o insanların gölgesi olmuştuk bir an ve onlara kendi gölgeleri için gövde verme uğraşıydı bizi bakıştıracak olan. Tülden oluşmuş, ilk bakışta ifadesiz insan figürlerine, işte o tülün büyüsüyle dahil olurken, başınızın, gözünüzün hareketleriyle, ışık açısı değişimleriyle, ifadeler farklı içerikler alıyorken, figürler sessiz bir çığlık da atıyor. Ya onu duyuyorsunuz ya da sadece bir uğultu. İçten vuran bir ışık kaynağı doğuruyorsunuz o zaman, anlamak için. Figürü ören tüller saydamlaşıyor katman katman. Uğultu, söz oluyor. Bu, sizin nasıl ve nereden baktığınıza göre değişen ifade, “materyal”e baktığınızdaki ifadesizliğin sırrını veriyor. Orhan Kemal’in, Sait Faik’in, “İnsan Manzaraları”nın tanıdığınız insanları her biri. Bakarsanız göreceğiniz “gömülü töz”leri, lk görülenin, kabuğun ardı var… Ben sergiyi gezerken, gündemde “toplumsal çürüme” başlığı vardı… Bakışıyorduk. Her birimiz her birinin gölgesinden geçerken. Flulaşır ve flulaştırırken gövdeleri tül ardında. Bir ton balçıktan bir miligram radyum damıtmaya adanmışlığı düşüyor akla, Madam Curie’nin. Dünyayı değiştiren, balçığa sevdalanıp cevherini keşfetme iradesi… Farkındayım, sergiden, tuvalden, “resmedişten” koptum. Ama zaten amacı bu değil mi sanatın? Gölgesizlere gövde vermek, gölgeye gövde olmak. Dante, realitenin fantastik anlatımıyla epikte büyürken, tüle nakşedilmiş insanlar, şu pazar yerinde, şu metroda, şu statta gerçeğe vararak büyümeye, sahne almaya, destanlaşmaya aday… Tül, dışarıyı gösterir, onlar da bakar ardına, unutmayın. Figürlerdir. “yurdunum ben, kim olmamı istersen, o…” Bizim çocukluğumuzda,  he, Balkan Harbi civarı, çikletlerden o zamanlar “üç buutlu” denilen resimli kartlar çıkardı. Şimdi bu teknoloji curcunasında kalmamıştır sanırım. Bu üzeri tırtıklı kalın plastik karttaki figürde, diyelim Hawaiili bir kız, öylece size bakıyor olurdu. Kartı azıcık arkaya doğru yatırırdınız, aa, göz kırpardı. Az öne, ifadesiz. Az daha öne, hop, gülümserdi… YouTube, Reels, halt etmiş. Yok yok, o kadar da kopmadım. Diyeceğim o ki, bakış ve görüş, ifadeleri derinleştirir, değiştirir, ama figür hep o olarak kalır. Siz de siz. O tülün cilvelendiği, kâh örtüp kâh gösterdiği gerçekliğe ya da o gerçeklikte göreceğiniz tutamak açısına varmak, edilgenlikten çıkarmalıdır sizi. Zaten uğultuya kulak verince anlarsınız ki, o tutamak, Orhan Kemal’in yoksula, çıplağa, kayırmasız bakışıdır. Ve  tıpkı tül gibi, aydınlanan ardını aşikâr ederken, bir de görev yükler omzunuza. O “üç buutlu” oyuncak, işlevini yerine getirmek için sizin temasınızı beklerdi. Dokunun, tutun, değişik yönlere sevk edin ki, göz mü kırpar, gülümser mi görün. Değişmesi için ataletini yıkın, değiştirin, o bulanık görüntüdeki ifadelerin potansiyelini arayın. Toplumu kendisine uyduran bir sermaye düzeninin balçığına gömülmüş emekçinin bile çürümeden pay alışı… Bir sergi… Bir de Madam Curie’ye balçığı damıttıran sevda… Bir de komünistler… Şey de var, çerçevelerde yumruklar da göreceksiniz. Kimlerin kolundan uzandığını, desenlemeyle yorumlayacağınız yumruklar. Müteredditliği tülde ışık yanılsamasından gelen. İneceği nokta arayan. Yönünü, sıkıldığı kola girmekle vermenizi bekleyen. Umut mu, kahır mı, direnç mi, çare mi, siz aralayın tülü. “yurdunum ben… ne istersen…” Mahzun bir yüz, bir topluluk, o ânın fotoğrafı. Ardını görmek, hayata bakışınızın “büyük hüner”idir. Gölge veren gövdelendirme de, örgütünüzle, partinizle figürlere dokunmakla mümkün. Dante’nin değilse de, Fide Lale Durak’ın “Araf”ında, tülden görülen insanlı hayat, bana bunları düşündürdü: Beğenmediğini değiştir! Değiştir ki, pencereler tüllü olsun, sarı sıcak ışıklı, eflâtun çiçekli. Sözlükler böyle yazsın hayat maddesinde… “Eskisi gibi” değil, “yeniden, yepyeniden” desin. Bir de etekleri dantel masa örtüsü…