Çocuklukta Edebiyatın İzleri

Okuma yolculuğu kimi zaman çatallaşır.  Kendinize tarif ettiğiniz güzergâhtan sapar, başka patikalarda kayboluverirsiniz bazen. Merak, heyecan, kaygı, sevinç ile yol boyunca çiçek toplar, yabani böğürtlenleri mideye indirmek ister, elinize batan dikenlerden huylanır, ağaç kabuklarının bin bir şekilli suratlarına şaşırarak bakarsınız. Avarelik etmenin hazzına, yeni tanışıklıkların neşesi karışır. Böyle durumlarda aklıma hep Memduh Şevket Esendal’ın o öyküsü gelir. “Hayat ne tatlı, insanın ömrü olmalı da yaşamalı…”  Öykünün sonunda Hafız Nuri Efendi’nin bu sözünü hatırladığım öykü, yıllardır benimle beraberdir. Detayları unutsam bile bende uyandırdığı duyguları, dinginliği, sevinci taşırım içimde. Kâh babamın boncuk gözlerini üzerime diktiği çimleri suladığım o yaz öğleden sonrasını hatırladığımda bitiverir başucumda, kâh güzel bir müzik parçasını dinlerken yudumladığım şarapta. Edebiyat tuhaf bir şey; bizi etkileyen sözcükler, durumlar, çağrışımlar, anı parçaları yazarın sözcükleri ile, yarattığı atmosfer ile buluşarak hepimizi kucaklıyor ve bambaşka bir gerçekliğin parçası hatta yaratıcısı olarak bizi bize öylece iade ediyor. Edebiyat ne veriyor? Edebiyatta ne arıyoruz? “Yaşadığımız karanlık günlerin kesif çürük kokusu genzimi yakarken elinde feneri ile insan aramaya çıkan Diyojenlerden biriyim. Gerçek insan, gerçek insanlık nerede? Fenerle arandığında bulunabilecek mi? Yoksa “yeni insan” ancak yeni bir hayattan mı mayalanacak?” Alın size bir büyük soru? Yanıtını kim, hangi disiplin, hangi kuram, hangi öykü parçası verebilir? Nasıl da birbirine karşıt duygu gelgitleri içindeyim, bir yandan Esendal’ın içimi serinleten öyküsünü her hatırlayışımdaki gibi alçakgönüllü bir iyicillik içinde öykünün özseverlik (narsisizm) çağını alçakgönüllülüğü ile şamarladığını görüp keyifleniyorum ama öte yandan gündelik haber akışının acılı, ağır bombardımanı karşısında öfkeden ve çaresizlikten damla damla eriyorum. Edebiyat ne işe yarar, sorusunu sormak istiyorum işte tam da bu karışıklık içinde. Edebiyat bizleri iyi insan yapar mı? Edebiyat metinlerinin bizimle; geçmişimiz, bugünümüz ve belki yarınımızla kurduğu bağ bizi olgunlaştırıp derinleştirir mi? Buradan hareketle de olayların görünen yüzünü değil ardındakini, içindekini, özündekini irdelememizi tetikler mi? Bu sorular havada asılı kalmasın, birlikte düşünelim. Sizi siz yapan şeyler arasında okuduklarımız ne kadar yer kaplar? Okuma güzergâhından sapıp patikalara girmekten çekinmemeli demiştim ya, işte; tarih, cumhuriyet, Millî Mücadele, İttihat ve Terakki… konularında yazılmış hem kuramsal hem kurmaca okurken kimi zaman yandan yandan başka kitaplarla da gönül eğliyorum. Böyle olunca da bir insan nasıl “çakılır”, bir insan nasıl “olunur”, bir insan nasıl “kurulur” sorularını sormak istiyorum. “İnsanlaşmada” paylardan büyüğü karşılaşmalara aittir dersem bilmem karşılığı olur mu? Karşılaşmalardan süzüp çıkarılan özsu ile beslenmek bizi daha insan olmaya yaklaştırır mı? Ama önce belki de en başta “insan olmak” nedir onu tanımlamak gerekmekte: Erdem, dürüstlük, hakkaniyetçilik, paylaşımcılık, kendin için istediğini tüm canlılar için istemek… neler ekleyebiliriz başka? İşte, edebiyatın kapısından girdiğimizde sözünü ettiğimiz karşılaşmalar dört bir yandan bizi kuşatır. Bir insan teki olarak kırık dökük, renksiz ya da dingin hayatımıza yaşamın yeşili, alı, karası bocalanır. Edebiyat karşılaşmaları iyidir. “Yıllar önce okuduğunuz bir öykünün anısını sizde yıllar yılı saklayan iz nedir? Dönüp bakıldığında bu iz nereye kadar sürülebilir, derinleştirilebilir. Özellikle çocukluğunuzda, yeniyetmeliğimizde, ilk gençliğimizde okuduklarımızın izi daha derindir ve okuduklarımız niye daha keskin çizgiler, daha berrak imgelerle saklı kalır, hatırlanır?”  Bunu soruyor Murathan Mungan. Devam ediyor. "Bazen okuduğunuz bir öykü sizi birkaç yaş birden büyütür. Çoğu kez edebiyat, hayattan daha çabuk büyütür. Yaşama ilişkin birçok şeyi, kendi deneyimlerinize gerek kalmadan edebiyat yoluyla öğrenirsiniz.” diye devam ediyor kitaba yazdığı önsözde. “Büyümenin Türkçe Tarihi” bir öykü seçkisi ve öyküyü seçen yazarın denemesi olarak tasarlanmış. Örneğin Füsun Akatlı “Bir Dil Gurbetinde…” denemesinde henüz yedi, sekiz yaşında iken okuduğu Refik Halit Karay’ın “Eskici” öyküsünü yıllar sonra boğazında yumru ile hatırlayışını, öyküyü ve yazarını arayışını anlatıyor. Meğer o insanın içini delip geçen Hasan’ın öyküsü Refik Halit’in imiş. Duygu ve bize kattığı anlam yerli yerinde olsa da neyin buna yol açtığı hatırlanamıyor kimi zaman. Murathan Mungan titizliği ile oluşturulmuş bu öykü-deneme seçkisini coşkuyla okuyorum. Örneğin Ayfer Tunç, Orhan Kemal’in “Çikolata” öyküsünü seçmiş ve öykünün kendisinde bıraktığı etkiyi yazmış. “Büyümenin, insan oluşun aşamaları bedensel acılarla değil, sarsıcı ruhsal karşılaşmalarla yazıldı bende. Merhametle karşılaşmam gibi. Her çocuk çocukluğunun bir yerinde merhameti öğrenir. İçine tanımadığı bir eziklik veren bu duygudan hem hoşlanır hem tekrarından korkar; tıpkı büyümenin işareti bedensel acılar gibi. Çekilmese iyidir ama çekilmesi halinde büyümeye ulaşılacaktır.” Okumadığım bir öyküsü “Çikolata” Orhan Kemal’in. Ayfer Tunç devam ediyor: “Çikolata adlı öyküsü, bana sanıldığı gibi, yoksulluğu değil, merhameti ve onuru derin bir iç sızısıyla öğreten büyük öykülerden oldu.” Yoksul, onurlu, uykuya hasret, oyuna hasret, ağız dolusu gülüşe hasret, ekmeğe, ete, süte, eğitime, ısınmaya, barınmaya, güvenli bir ortama, sevgi dolu ebeveynlere hasret, çikolatanın tadı nedir bilmeyen çocukların öyküsünü anlatır Orhan Kemal. Hakikaten "Çikolata” öyküsü Ayfer Tunç’u sarstığı, ona öğrettiği gibi beni, bugünümde, bu yaşımda tokatladı. İçimi ezdi, utandırdı, acıttı. Hele küçük kız çocuğunun öyküdeki o son vurucu eylemi… Okuyun. Anımsamaya çalışın. Sizin kişisel tarihinizde sizde derinden iz bırakan, sizi olduran, büyüten, inciten, olgunlaştıran, kanatan, sevindiren o karşılaşma neydi? Sizdeki hangi anıları, duyguları, olayları tetikledi? Siz neyi hatırladınız? Siz kimi hatırladınız? Büyümenin Türkçe Tarihi, Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle, Metis Yayınları, 2015.