Emine Uçar İlbuğa Bugünlerde dijital platformlarda Lefter: Bir Ordinaryüs Hikâyesi gösterimde. Fenerbahçeli kimliği ve futboluyla efsaneleşmiş spor insanı Lefter Küçükandonyadis’in yaşamını anlatan film, 6-7 Eylül Olayları sırasında Adalar’da yaşayan futbolcunun evinin saldırıya uğramasını ve memleketinde bir anda hayatının nasıl tehlikeye düştüğünü çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Bu olaylar elbette tekil değildi. Farklı dönemlerde, farklı biçimlerde ötekileştirilen bu ülkenin “yerli yurtsuzları”, kendilerini artık güvende hissetmedikleri kırılma anlarında evlerini, mallarını, mülklerini ve sevdiklerini geride bırakarak göç etmek zorunda kaldılar. Bu dönemin yarım kalan hikayeleri, resmi tarihin ötesinde edebiyatta, sinemada, tiyatroda zaman zaman yer bulsa da bu denli güçlü bir göçün nedenleri, sonuçları ve koşulları üzerine söylenecek çok söz, yazılacak çok roman, çekilecek çok film olmalı! Örneğin Gürsel Korat, Sokakların Ölümü kitabında özellikle Kayseri ve Nevşehir’de yüzyıllar boyunca bir arada yaşamış Ermeni, Rum ve Müslüman toplulukların zorunlu göçler, sürgünler ve mübadelelerle nasıl yok olduklarını; bu yok oluşların mekâna ve kültüre bıraktığı derin boşluğu anlatır. Çünkü insanlar gidince evler boşalır, sokakların dili değişir, çok kültürlülük silinir ve şehir artık hiçbir zaman eski şehir olmaz. Kaybolan insanlarla birlikte şehrin hafızası da yok olur. Bugün, yüzlerce yıl boyunca örülmüş o ortak kültürün nerede olduğu sorusu hâlâ cevapsızdır. Nesim Ovadya İzrail de Düşler Sahnesinde adlı kitabında 1850’lerden itibaren Anadolu’da tiyatronun temellerini atan Ermeni tiyatro sanatçılarının hikâyesini aktarır. Yazar Erzincanlı Aşod Madatyan’ın yaşamını merkez alarak 1902–1962 arasında Osmanlı’nın çok dilli tiyatro dünyasından Türkiye’nin ulusal tiyatro projesine geçiş sürecindeki kültürel dönüşümü gözler önüne serer. Türkiye’de sahne sanatlarının kurucu kadın figürlerinin büyük ölçüde Ermeni, Rum ve kısmen Yahudi kadınlardan oluşmasına karşın, bu sanatçıların hem tiyatro hem de sinema alanlarında zamanla nasıl görünmez kılındığını anlatır. Oysa Türkiye’de sinemanın ilk yıllarında Sedat Simavi’nin çektiği Casus ve Pençe (1917) filmlerinin, 1919’da Ahmet Fehim’in yönettiği Binnaz’ın başrolünde dönemin ünlü oyuncusu Eliza Binemeciyan vardır. Ancak değişen siyasi iklimle birlikte Ermeni ve Rum sanatçılar ya ülke dışına çıkmak zorunda kaldılar ya da sahneden çekildiler. Bugün İstanbul’un bazı semtlerine sıkışmış ve sayıları giderek azalan Rumların, Ermenilerin ve Sefaradların hikâyesi ne yazık ki sinemamızda çok sınırlı yer buluyor. Özellikle kurgusal uzun metrajlarda bu konuya cesaretle yaklaşan çok az film var. Bununla birlikte son yıllarda belgesel sinemacılar, Türkiye’nin resmi tarihinin uzağında, sözlü tarihe yaslanan geçmiş hikâyeleri bugüne taşıyorlar. BİREYSEL BELLEKTEN TOPLUMSAL TARİHE UZANAN BİR YOLCULUK Rıza Oylum’un 62. Altın Portakal Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü alan belgesel filmi Yerli Yurtsuz da bunlardan biri. Yerli Yurtsuz Türkiye’de “yerli ama yurtsuz” olma halinin sarsıcı, travmatik boyutunu Derikli bir Ermeni olan Yervant Demirci’nin yaşamı üzerinden gündeme getiriyor. Oylum, 1930’lara dek Ermeni nüfusunun en yoğun olduğu yerlerden biri olan Mardin’in Derik ilçesinde, Tehcir Kanunu ve ardından gelen devlet politikalarıyla yaşam alanları giderek daralan; bu nedenle ailece İstanbul’a göç etmek zorunda kalan insanların hikâyesine kamerasıyla eşlik ediyor. Bir zamanlar ilçenin en büyük nüfusunu oluşturan Ermeni toplumundan bugün sadece iki ailenin yaşıyor olması ise filmin en çarpıcı gerçeklerinden biri. Yervant Demirci’nin soyadı aile mesleğinden geliyor ve o ailenin bu mesleği sürdüren dördüncü ve son kuşağı olarak 1980lerde Derik’ten taşınır. İstanbul Samatya’da açtığı demirci dükkanında uzun yıllar çalışır. O artık İstanbullu Ermeni cemaatinin bir üyesidir; ancak yaşamının son dönemlerini geçirmek için Ermenistan’ın Ayntap bölgesinde satın aldığı arazide kendine yeni bir hayat kurmayı düşler. Çünkü o, doğup büyüdüğü Derik’te Ermeni, İstanbul’da Kürt, Türkiye’de ise “yerli yurtsuz”dur. Yervant, Kınalıada’da yaşayan annesini ziyaret ettiğinde Derik’teki eski yaşamlarına dair sohbet ederken anne/oğul Kürtçe konuşur. Annesi çocukluk anıları ve hatırladıklarıyla geçmişi bugüne taşır. Mardin’in Derik ilçesinde hala ayakta olan ve 1650’lerde inşa edilen Surp Kevork Ermeni Kilisesi, uzun yıllar hem ibadet hem eğitim amacıyla kullanılmıştır. Ancak 1915 Tehciri’nin ardından devlet hazinesine devredilmiş, farklı amaçlarla kullanılmış ve zaman içinde ahıra dönüştürülmüştür. Kilise, Ermeni cemaatinin girişimleriyle 1957’de 5.200 lira karşılığında yeniden satın alınmış ve Derikli Garabed Keçeci adına özel mülkiyete geçirilmiştir. Yervant’ın annesi o güne dair anılarını oğluna aktarırken her iki kuşakta kendi deneyimleri üzerinden geçmişi yeniden yaşar. Nüfusun oldukça azaldığı bölgede birkaç Ermeni aile tarafından bakımı üstlenilen kilisenin o yıllarına ilişkin Yervant annesine sorular sorarken, annesinin anlatıları üzerinden kökleri ile bağ kurmaya, kırılma dönemlerinde yaşanan kayıpların izinden aile/soy ağacını kurmaya çalışır. Annesi kiliselerini yeniden almak için aralarında para topladıklarını, kiliseyi temizleyip, yeniden Derik’te yaşam alanlarını kurduklarını anlatır. Ancak bu dönem de uzun sürmez ve çoğu Ermeni nüfusu kasabadan göç eder. Yervant’in annesi giyimiyle, konuştuğu dil ile İstanbul’da kendine o kadar kolay yer edinemez. Yervant annesine sorar: “Şimdi Derik’e gitmek ister misin?” Bir sessizlik olur; önce “evet” diye yanıt verir yaşlı kadın, sonra hüzünle “gidemem, orada ne yapacağım” diye yanıtlar oğlunu ve “sen beni buradaki kiliseye götür” der. Yervant: Peki Derik’teki kiliseyi görmek istemez misin? diye sorar, annesi: “Çok güzeldi, çok güzel bahçesi vardı, onu aldılar…” diye yanıtlar. BİR ZAMANLAR DERİK: KAYBOLAN İZLERİN PEŞİNDEN GEÇMİŞE BİR BAKIŞ Yervant uzun yıllar sonra kendisine eşlik eden kamerayla birlikte Derik’e döndüğünde, çocukluğunun sokakları onu hem tanıdık hem de derin bir sessizlikle karşılar. Bir zamanlar mahallelerin her köşesinden gelen Ermeni ustaların sesleri uzaklaşmış, üzüm bağlarıyla, zeytin ağaçlarından geriye bir şey kalmamıştır. Oysa İlçenin ekonomik belleğinde zeytincilik, Derik’te yaşayan Ermeni halkının emeğiyle büyüyüp gelişmiş ve Zeytinpınar ve Xab’daki bahçeler hâlâ onların isimleriyle anılır. Yervant çocukken koşturduğu bahçelere, zeytin ağaçlarından geriye kalanlara bakar; ne eski üretim ne de sabun atölyelerinde o geçmişin hareketliliği kalmıştır. Bugün o kalabalık nüfustan çok az tanıdık yüzle karşılaşır. Oysa çocukluğunun Derik’inde bahçesinde koşturduğu okullar gibi, Ermenilerin kurduğu sinema salonları, manifaturacılar, şarap üreticilerinden ve zeytinyağı sabunu imal eden o hareketli atölyelerden eser yoktur. Yervant’ın Derik’e yaptığı yolculuğa eşlik eden kamera Derik’in geçmişini bugüne taşırken, sadece tek tük kalan o eski mekânların değişimini göstermeyi değil; bir halkın, bir kültürün, bir emeğin zaman içinde nasıl sessizce silindiğine de tanıklık ediyor. Yervant’ın yolculuğu ile Derik’in geçmişi ve bugünü yan yana getiriliyor ve hafızalarda kalan hikâyeler hala silikte olsa oradalar. Yeter ki anlatacak biri kalsın! HATIRALARDA, BELLEKTE KALAN ANI PARÇALARIYLA GEÇMİŞİ BUGÜNE TAŞIMAK MÜMKÜN MÜ? Yervant; “Derik’te Kürtçe konuşuyorduk, okula gittik Türkçe öğrendik ama herkes bizim Ermeni olduğumuzu biliyordu, Kürtçe de konuşsak” der. 1985lerde göç ettikleri İstanbul’da Ermeni Cemaatinde Kürt, Ermenistan’a gittiklerinde ise Türk muamalesi gördüklerini söylerken de aslında, bu tutum ve davranışların nedeninin ana dillerini bilmemelerinden kaynaklı olduğunu söyler. Yönetmen Rıza Oylum Yervant’ın İstanbul’da gündelik yaşamına kamerasıyla eşlik ederken, onun her gün gelip geçtiği yolları, Kuvayi Milliye, İzci Türk gibi sokak isimlerini de kadrajına alır. Yervant yorgundur; “artık demokrasiye, devrime olan inancımı kaybettim, yaşlılığımı Ermenistan’da geçirmek istiyorum” der. Bu kez Ermenistan’ın Ayntap bölgesinde yeni evinde, yetiştirdiği bitkilere, yeni diktiği ağaçlara arkasını, yönünü de Ararat’a döner. Dağın öteki yanından bu tarafa geçen Yervant yer yurt edinmiş midir? Geçmişin ağırlığı ile dağa bakarken yükü hafiflemiş midir? Son söz yerine; Rıza Oylum Yerli Yurtsuz belgeselinde, demir ustası Yervant Demirci’nin kişisel hikâyesinden yola çıkarak Türkiye ile Ermenistan arasında uzun zamandır bastırılmış, karmaşık bir kimlik tartışmasını sinemanın odağına yerleştiriyor. Oylum, Demirci’nin yaşamını anlatırken sadece bir bireyin kendi geçmişiyle yeniden yüzleşmesine değil, aynı zamanda bölgenin çok kültürlü ama parçalı tarihine de ışık tutuyor. Film, Derik’te başlayan bu yolculuğun izini dil üzerinden sürüyor. Çocukluğunun Kürtçesi, okul yıllarının Türkçesi ve yıllar sonra yeniden öğrenmeye çalıştığı Ermenice… Bu üç dil, Demirci’nin hem aidiyet hem yabancılık duygularının sinematografik bir haritasına dönüşüyor. Belgesel, çevresinin onu sık sık Kürt-Ermeni ya da Türk-Ermeni gibi etiketlerle tanımlamasına karşın, Yervant’ın bu kimlikleri aşarak kendi köklerine ulaşma çabasını derinlikli bir anlatımla işliyor. Oylum’un kamerası, Derik’in Ermeni izleri taşıyan mahallelerinden İstanbul’un çok katmanlı Ermeni semti Samatya’ya, oradan da Ermenistan’ın Ayntap kırsalına doğru ilerledikçe, izleyici de bu coğrafyalar arasında bir belleğin izinden Yervant’ın hikayesinin özelinde tarihi bir yolculuğa çıkıyor. Film, mekânlar arası geçişleri yalnızca fiziksel bir hareket olarak değil, aynı zamanda parçalanmış bir hafızayı bir araya getirme denemesi olarak kuruyor. Yerli Yurtsuz, belgesel sinemasının sakin ritmini korurken, politik ve kültürel kırılmaların birey üzerindeki etkisini görünür kılmayı başarıyor. Bunu yaparken de ne melodramatik bir duygu sömürüsüne girişiyor ne de tarihsel travmaları didaktik bir dille açıklamaya çalışıyor; bilakis Yervant Demirci’nin duygularında karşılığını bulan sade ama sarsıcı bir deneyimi izleyicilere yaşatmayı başarıyor. Bu anlamda film, sadece Ermeni bir demirci ustasının kimliğini yeniden kurma hikayesi değil; bölünmüş bir hafızanın, sessizce gün yüzüne çıkma çabasına dair güçlü bir belgesel portresi de ortaya koyuyor.