Hatırlarsınız, ezilen sınıfların 'gündelik sömürü süreci'nin acısını bastırmaları, hatta bazen unutmaları için iktidar desteğiyle üretilen kitlesel kültür ürünlerine 'ertesi güne hazırlanma mekanizmaları' diyoruz. Bunun 2300 yıllık sağlam kuramsal kökleri de var: “Tiyatroda iki türlü dinleyici vardır: Biri iyi eğitilmiş soylu baylardan oluşur, ötekiyse aşağı uğraşları olan kimseler, parayla çalışan işçiler ve benzerleri gibi avam takımından. Bu ikinci sınıfın dinlenmesi için de yarışmalar ve gösteriler düzenlenmelidir. Fakat bunların zihinleri çarpılmış, doğa durumundan uzaklaşmış olduğu için, uyumlarında kuraldan sapmalar ve melodilerinin tonunda doğaya aykırı abartmalar vardır. Her grup, kendi doğasına yakın olandan zevk alır. Onun için, tiyatro yöneticilerinin bu sınıf dinleyicilere çekici gelen müzik türünü kullanmalarına göz yumulmak gerekir.” (Aristoteles, Politika, Çev: Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1975, s.245) Aristo bunları yazarken henüz gladyatör dövüşleri icat edilmemiş, daha Roma'daki büyük arena (Kolezyum) bile yapılmamıştı; sömürülenlerin eğlencesi müzik, dans ve tragedyadan oluşuyordu. Kölelerin birbirini öldürmek için dövüşmesi ya da aç bırakılmış vahşi hayvanlara yem edilmesi, halkın da bu yepyeni gösteri türüyle kendinden geçmesi, filozofun ölümünden 60 yıl kadar sonra -M.Ö. 260'lı yıllarda- başladı. Bugün çok 'uygar' olduğumuz için, arenalara doluşup toprağın kanı nasıl bir şehvetle emdiğini izlemiyoruz artık -peh! Hatta 25 yıl öncesine kadar İspanyol televizyonlarında canlı yayınla sunulan boğa güreşleri bile yasaklandı, artık o kadar uygarız işte... 20. yüzyılın en önemli 'ertesi güne hazırlanma aracı' olan televizyonun program tarihine baktığımızda, o dikdörtgen camın nasıl yavaş yavaş bir arenaya dönüştüğünü görebiliriz: Eğitim filmleri ve belgeseller yerini silahlı çatışma sahnelerine -kibar adıyla 'polisiye diziler'e- bırakırken, bilgi yarışmalarından boşalan yeri yarışma görünümlü tuhaf eğlence programları aldı. Kitle kültürü endüstrisi, İngiliz belgeselci John Grierson'ın müthiş bir eğitim potansiyeli olduğuna inandığı televizyonu 'her evde bir kolezyum'a çevirdi. Şimdi, gündüzleyin aile içi katliamları ve tuhaf aşk cinayetlerini, geceleyin de sürekli birbirine racon kesen asabi errrkeklerin öykülerini izliyoruz. İlkinde olaylar gerçek ama kan görünmüyor, ikincisini kan götürüyor ama neyse ki kanlar sahte -şimdilik... Keşke sağlam bir araştırma yapılsa da, gece yayımlanan raconlu dizilerle (Kurtlar Vadisi'nden Ezel'e, Çukur'dan Veliaht'a...) haber bültenlerinin ve gündüz yayımlanan suç programlarının akrabalık oranını görebilsek... *** Televizyonun şiddetle ilişkisine dair anlatılar arasında en sert örneklerden biri, Stephen King'in romanından uyarlanan 1987 yapımı The Running Man/Ölüme Koşan Adam'dır. Başrolünde Arnold Schwarzenegger'in oynadığı, kostümlerinden müziğine, oyunculuklardan diyaloglarına dek tüm unsurlarıyla 1980'lerin vıcık vıcık yapaylığını ve 'kitsch' estetiğini yansıtan filmde, televizyonda canlı yayımlanan bir 'insan avı' yarışması anlatılır. Aslında romanda, kızını tedavi ettirmek için para arayan işsiz bir adamın mecburen yarışmaya katılması ve sisteme karşı mücadelesi özellikle vurgulanırken, Reagan ABD'sine uygun bu Hollywood filminde varoşlar görünmezleşir, mesele sadece medya yalanlarına indirgenir. Olaylar 2017'de -Türkiye için epey anlamlı bir tarih- geçer. ABD'de en çok izlenen program, 'The Running Man'dir. Adalet Bakanlığı'nın izniyle cezaevinden getirilen mahkumlar canlarını kurtarmak için kaçmakta, peşlerinden de onları öldürmek için avcılar gitmektedir. Bu sırada halk, yapımcıların türlü suçlar yükleyerek nefret nesnesine dönüştürdüğü mahkumların öldürülmesini zevkle izler, bahisler oynar vs. Dün sömürüldüğünü, bugün sömürüldüğünü, yarın yine sömürüleceğini unutur. Film boyunca katilleri alkışlayan halkı, finalde 'koşan adam'a tezahürat yaparken görürüz; zalim sömürgenleri yok ettiği için değil, halka olabildiğince kanlı bir seyirlik sunduğu için... Eh, 'show must go on'! *** Bu yıl The Running Man, aynı adla, ama kitaba çok daha sadık bir uyarlamayla yeniden filmleştirildi. Bu sefer Hollywood etkisi epey azalmış, İngiltere ve Kanada sayesinde varoşlar ve direnişçiler biraz daha görünür hale gelmiş. Ama asıl soru şu: Televizyonun gücünü Youtube, Netflix vb. internet platformlarıyla paylaşmak zorunda kaldığı, Instagram gibi uygulamalar sayesinde 'dikey görüntü'nün yatay kadrajın yerini aldığı bir dönemde, bu 'televizyon arenası' vurgusu neden? Olası yanıtları önümüzdeki yıllarda, özellikle de Putin sevmediği medya mensuplarını öldürtürken, RTE gazetecileri hapse attırıp muhalif kanalları 'kayyımlama' yöntemiyle ele geçirirken, Trump yandaşı olmayan TV kanallarına hakaretler ve cezalar yağdırırken görmeye başlayacağız galiba... Belki anımsarsınız, Japonlar bir ara görüntü ve sese ek olarak koku da yayabilen televizyon aygıtları üstüne çalışıyordu. Eğer televizyonunuzda sürekli çiçekli bahçe görüntüleri varsa sorun değil tabii, ama bu bugün gerçekleşecek olsa, evlerimiz her şeyden önce testosteron, barut ve kanın o bakırımsı kokusuyla dolardı galiba...