Üretim iyi gidiyor

Üretim iyi gidiyor

Türkiye’de üretime giren veya gelecek yıl girecek yeni modellerle ilgili haberler gelmeye devam ederken, mevcut üretimde de artışlar yaşanıyor. Nitekim Ocak-Ağustos döneminde üretim yüzde 4, ihracat yüzde 12 arttı. Türkiye’de kurulu tesislerde üretilen ya da gelecek yıldan itibaren banta alınacak yeni modellerle ilgili haberler birbiri ardına gelmeye devam ederken, mevcut modellerin üretiminde de olumlu bir tablo dikkat çekiyor. Türkiye otomotiv endüstrisinin en önemli 13 oyuncusunun çatı kuruluşu konumundaki Otomotiv Sanayii Derneği’nin (OSD) açıkladığı verilere göre, 2025 yılının Ocak-Ağustos döneminde üretim ve ihracat adetleri artmaya devam etti. Yılın ilk 8 aylık döneminde toplam otomotiv üretimi bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 4 artışla 908 bin 238 adede ulaşırken, otomobil üretiminde yüzde 1’lik azalma dikkat çekti. 564 bin 482 adet otomobil üretimine karşılık, aynı dönemde ticari araç grubundaki üretim bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 13, hafif ticari araç grubunda da yüzde 15 arttı. Ağır ticari araç grubunda ise yüzde 6’lık bir gerileme göze çarptı. Bu dönemde, otomotiv ana sanayisinin kapasite kullanım oranı yüzde 64 olarak gerçekleşti. Araç grubu bazında kapasite kullanım oranları ise hafif araçlarda (otomobil + hafif ticari araç) yüzde 65, kamyon grubunda yüzde 54, otobüs-midibüs grubunda yüzde 64 ve traktörde yüzde 40 seviyesinde oldu. 26 milyar $’ı aştı Yılın ilk 8 aylık döneminde otomotiv ihracatı ise geçen yılın aynı dönemine göre adet bazında yüzde 7 artışla 682 bin 743 adet olarak gerçekleşirken, bu dönemde binek otomobil ihracatı bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 6 düştü, ticari araç ihracatı yüzde 29 arttı. Türkiye İhracatçılar Meclisi verilerine göre, toplam otomotiv sanayi ihracatı, 2025’in ilk 8 ayında yüzde 17 ile sektörel ihracat sıralamasında liderliğini korudu. Uludağ Otomotiv Endüstrisi İhracatçıları Birliği (OİB) verilerine göre, ilk 8 aylık dönemde toplam otomotiv ihracatı 26,1 milyar dolar oldu. Bursa’ya önemli konuklar Kısa süre önce Stellantis ile “K9” kodlu (Fiat Doblo, Peugeot Partner, Citroen Berlingo, Opel Combo) hafif ticari araç modelinin ticari ve combi versiyonlarının “Türkiye ağırlıklı” üretimine yönelik stratejik anlaşmaya imza atan Tofaş, geçtiğimiz hafta üst düzey konukları ağırladı. Nitekim Yönetim Kurulu Başkanı John Elkann, CEO Antonio Filosa, Orta Doğu ve Afrika COO’su Samir Cherfan’ın olduğu Stellantis üst yönetimi, Tofaş’ın Bursa fabrikasını ziyaret etti. Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer M. Koç, Koç Holding CEO’su ve Tofaş Yönetim Kurulu Başkanı Levent Çakıroğlu, Otomotiv Grubu Başkanı Haydar Yenigün ve Tofaş CEO’su Cengiz Eroldu’nun ev sahipliğindeki ziyarette konuklar tesiste kapsamlı incelemelerde bulundu. 256 milyon Euro’luk yatırımla hayata geçirilecek “K9” projesinin, demonte araçlar (CKD) dahil, yıllık 150 bin adetlik üretim kapasitesiyle, 2026 yılının üçüncü çeyreğinde üretime başlaması planlanıyor. Bilgi aldı Öte yandan OYAK Genel Müdürü Murat Yalçıntaş da, Bursa’daki Oyak Renault fabrikalarını ziyaret ederek Duster, Clio ve Boreal modellerinin üretim süreçleri hakkında bilgi aldı. Renault Group Türkiye CEO’su Lionel Jaillet’nin eşlik ettiği ziyarette, Yalçıntaş, aynı zamanda OYAK HORSE’un hibrit araçlar için ürettiği HR18 motorunu yakından inceledi. TEKNOFEST için Türkiye’deler BYD Türkiye, 17 Eylül’de gerçekleşecek TEKNOFEST İstanbul’da sergilemek üzere, ses getiren YANGWANG U8 ve YANGWANG U9 modellerini getirdi. Öncesinde basına yapılan ve Avrupa’da ilk kez Türkiye’de gerçekleştirilen etkinlikle, amfibik (hem suda hem karada hareket edebilen) özellikli YANGWANG U8 göle girerek suda yüzerken, dünyanın en hızlı seri üretim elektrikli aracı YANGWANG U9 ise 360 derece Tank Dönüşü, zıplama ve dans etme yeteneklerini gösterdi. Inster’in ‘cross’ kardeşi de geldi Hyundai, A-SUV segmentindeki kompakt elektrikli modeli INSTER’in arazi aracı görünümlü yüksek versiyonu “INSTER Cross”u da Türkiye’de satışa sundu. Kardeşi INSTER’dan daha kaslı duran INSTER Cross, “Mat Amazon Yeşili” gövde rengi, 17 inç alaşım jantları ve siyah çamurluk kaplamalarıyla beraber tipik bir SUV havası veriyor. İçerideyse “limon sarısı” detaylara sahip özel kabartmalı gri kumaş koltuklar, ön konsol ve orta konsolda aynı renk vurgular da dikkat çekiyor. INSTER Cross’un elektrik motoru, 84,5 kW (yaklaşık 115 PS) güç ve 147 Nm tork sunuyor. Araç, 49 kWsa bataryayla birleşik kullanımda (WLTP) yaklaşık 360 km menzil sunuyor ve DC hızlı şarj desteğiyle %10-%80 şarj süresi 30 dakika.

Ücretteki vergi yükü ne kadar?

Ücretteki vergi yükü ne kadar?

Çoğu insan için ücretler üzerindeki vergi yükleri pek de hoş karşılanan bir konu değildir. Ücretler üzerinden alınan vergiler, çalışan açısından, alın teriyle kazandığı ücretin daha azı cebine girmesi; işveren açısından ise işe alım maliyetlerinin artması anlamına geliyor. Ama devletler açısından tablo farklı: OECD ülkelerinde toplam vergi gelirlerinin ortalama yarısı işgücü vergilerinden sağlanıyor. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’nın (OECD) her yıl yayımladığı Ücretlerin Vergilendirilmesi raporu, ücretlilerin ödedikleri vergilerin ve kesintilerin fotoğrafını çekiyor. Bu yılki raporun odağı ise kişisel gelir vergilerinin yapısı ve bunları şekillendiren indirim ve muafiyetler. Yani hükümetlerin uyguladığı vergi indirimleri ya da muafiyetlerin, çalışanların cebine nasıl yansıdığı ayrıntılı biçimde inceleniyor. 38 ülkeyi kapsayan rapor, gelir vergileri, sosyal güvenlik katkıları ve devletin sağladığı destekleri ayrıntılı biçimde inceliyor. 2025 baskısı, COVID-19 sonrası dönemde enflasyonun hafiflediği, reel ücretlerin toparlandığı ama aynı zamanda yaşlanan nüfus nedeniyle kamu gelir ihtiyacının arttığı bir ortamda işgücü vergilerinin nasıl evrildiğini gözler önüne seriyor. 2024 yılına ilişkin bulgular, yalnızca çalışanların ödediği gelir vergilerini değil; aynı zamanda işverenlerin yaptığı sosyal güvenlik katkılarını, bordro vergilerini ve devletin sağladığı nakit yardımları da kapsıyor. Vergi takozu nedir? Bu sayede ülkeler arası kıyaslama yapmak da mümkün oluyor. Örneğin, farklı gelir düzeylerindeki bekar çalışanlar, evli ve çocuklu ya da çocuksuz çiftler gibi sekiz farklı hane tipi için ortalama ve marjinal vergi yükleri hesaplanıyor. Ortalama vergi oranları, ücretin ne kadarının vergi ve primlere gittiğini gösterirken; marjinal oranlar, ücrette küçük bir artış olduğunda bu artışın ne kadarının devlete aktarıldığını ortaya koyuyor. Kısacası rapor, vergilerin, sosyal güvenlik primlerinin ve yardımların bir bütün olarak çalışanların hayatına nasıl dokunduğunu ve uluslararası alanda Türkiye’nin de dahil olduğu tabloda nerede durduğunu anlamamıza imkân veriyor. Raporun merkezinde vergi takozu denilen gösterge var. Yani, bir işçinin işverene toplam maliyeti ile eline geçen net gelir arasındaki fark. OECD, bu oranı farklı gelir düzeylerinde ve sekiz farklı hane tipi için hesaplıyor. Vergi takozu yükseldikçe hem işe girme hem de işe alma teşvikleri azalıyor; düşürüldüğünde ise tam tersi oluyor. Veriler ne söylüyor? 2024 yılında ortalama ücret kazanan bekar bir işçi için OECD genelinde vergi takozu yüzde34,9 oldu. Bekâr işçiler için en yüksek oran yüzde52,6 ile Belçika’da görülürken, onu Almanya ve Avusturya izledi. Kolombiya ise sosyal katkıların sınıflandırılması nedeniyle yüzde0 vergi takozu kaydeden tek ülke oldu. Çocuklu ailelere yönelik vergi indirimleri birçok ülkede ciddi fark yaratıyor. Slovakya, Polonya, Lüksemburg ve Belçika’da tek kazançlı iki çocuklu ailelerin vergi yükü, bekar işçilere kıyasla 15 puandan fazla daha düşük çıktı. Genel sıralamada ise tablo büyük ölçüde sabit: Avusturya, Belçika, Fransa, Almanya ve İtalya üst sıralarda; Şili, Kolombiya, İsrail, Yeni Zelanda ve İsviçre alt sıralarda yer alıyor. 2024’te ortalama ücretli bekâr işçinin vergi takozu 38 OECD ülkesinin 20’sinde artarken 15’inde düştü. Bu değişim, ülkelerin vergi ve sosyal yardım sistemlerindeki güncellemeleri yansıtıyor. Artışlar sonucunda OECD genelinde ortalama vergi takozu yüzde35,1’e çıktı; bu, 2017’den bu yana en yüksek seviye. Yine de çalışanların çoğu kendini daha iyi hissetti. İki yıl üst üste yaşanan gerilemenin ardından net gelirler yükseldi. Türkiye’nin durumu Raporda Türkiye ile ilgili değerlendirmelere göre tablo şu şekilde: Bekâr, çocuksuz çalışanlarda Türkiye (yüzde39), OECD ortalamasının (yüzde34,9) üstünde bir vergi yüküne sahip. Türkiye 38 OECD ülkesi içinde 19. sırada. Çocuklu hanelerde (tek kazançlı, iki çocuklu aile) Türkiye, OECD’de ikinci en yüksek vergi yüküne sahip. En çarpıcı nokta ise şu: Çocuk sahibi olmanın Türkiye’de vergi yükü üzerinde hiçbir avantaj yaratmaması. Çoğu OECD ülkesinde çocuklu ailelerin vergi yükü düşürülürken, Türkiye’de bu yönde bir avantaj yok. Yani, iki çocuğunuz da olsa, tek ücretle geçiniyor da olsanız, vergi yükünüz bekâr bir çalışanla aynı kalıyor. Dolayısıyla, OECD ortalamasında bu aileler için ciddi vergi indirimi/yardım uygulanırken Türkiye’de böyle bir avantaj söz konusu değil. Raporun da ortaya koyduğu gibi, ücretlerin vergilendirilmesinde bir yanda bütçe dengeleri, diğer yanda gelir dağılımı kaygıları ve büyüme hedefleri var. Ancak kesin olan şu ki, ücretin ne kadarının devlete gittiğini izlemek, yalnızca çalışan için değil, politika yapıcılar için de her zamankinden daha kritik bir gösterge haline gelmiş durumda.

Cevabını bilmediğin soruyu sorma!

Cevabını bilmediğin soruyu sorma!

2009 yılında, şu satırlarını okuduktan sonra bu kişinin yazdıklarını elimden bırakmadım: “2010’larda ABD ve İslamcı köktendinciler arasındaki çatışma ortadan kaybolacak ve ABD ile Rusya arasında ikinci bir Soğuk Savaş olacak. Bu dönemde Rus jeopolitik tehditleri sebebiyle Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ABD’ye yakınlaşacaklar. 2020’lerde Rus tahakkümünün çökmesi ve Çin’in parçalanması Avrasya’yı genel bir kaosa sokacak; Çeçenistan ve diğer Müslüman bölgeler ve Tibet bağımsız olurken, Tayvan Çin’e karşı etkili hali gelecektir…2030’larda Avrasya’da üç ana güç ortaya çıkacak: Türkiye, Polonya ve Japonya. Türkiye, nüfuz alanını genişletecek ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde olduğu gibi bölgesel bir güç haline gelecektir. Türk nüfuz alanı, eski Osmanlı toprakları ve kuzeyde Rusya ve diğer eski Sovyetler Birliği ülkelerine giderek parçalanmış Arap dünyasına uzanacaktır.” İnsan boş yere George Friedman olup, bu satırları yazmıyor! Ama aynı kişi, İsrail’in Katar saldırısını, Amerika’nın bırakın onayı, haberi bile olmadan yaptığını öne sürerse, orada durmak gerekiyor. Friedman, Holokost’tan kılpayı kurtulmuş bir Macar ana-babanın çocuğu; jeopolitik tahminci ve uluslararası ilişkiler stratejistidir.1996 yılında gizli bilgi yayıncılığı yapan danışmanlık firması Stratfor’u kurmuştu, şimdi Geopolitical Futures’ı yönetiyor. İsrail ile ilgili analizleri çoğu kişinin saygıyla izlediği bir çizgideydi. Amerika’yı koruma arzusundan mı, İsrail’in hedef şaşırtma siyasetine destek amacıyla mı? Friedman, bir dürtüyle İsrail’in terörizmle bir ölüm kalım-mücadelesi içinde olduğunu söylemeye başladı. Bu mücadeleyi, gerçekte, rüşvet aldığı ve kamu varlığını çaldığı iddiasıyla açılan davadan mümkün olduğu kadar kurtulmak için aşırı Siyonist partilere taviz vererek iktidarda kalma amacıyla yapan Netanyahu. Bu gerçek,İsrail’de bir çok parti lideri tarafından dile getirilirken, Friedman’ın bunu İsrail’in varlık mücadelesi olarak sunması, en hafif ifadesiyle ona yakışmadı. Netanyahu’nun bu mücadeleden İsrail’i “yıkarak” çıkacağını söylüyor; ama meseleyi İsrail’in tümünün mücadelesi olarak sunmak, olası çözümleri de görmemizi engelliyor. Friedman’a göre, Netanyahu Trump’a, Katar’a saldırıp saldırmamayı sormadı; hatta söylemedi bile. “Çünkü” diyor Friedman, “Cevabını bilmediğin soruyu sormazsın!” Yani, Friedman’a göre, Netanyahu, Trump’tan Katar’a saldırmak için izin isteseydi, “olumlu cevap alması garanti değildi; bu yüzden sormadı. Bu mantık silsilesi, ABD’nin İsrail’in yüzde 100 destekçisi olduğu kanısını reddediyor; ve bana sadece, Katar nezdinde ABD’yi bir şekilde “tenzih etme” (temize çıkartma) operasyonu gibi görünüyor. İsrail’in Katar’a saldırısı, (ne kadar yalanlasa da uçakların hava hareketi haritalarıyla bizzat İsrail’in Kanal 14 Televizyonu tarafından ifşa edildiği üzere) ABD ve İngiliz tanker uçaklarının İsrail jetlerine 1700 kilometrelik uçuşlarında havada ikmal yapmış olması, sadece Katar’ın değil, Amerika’yı güvenilir bir müttefik olarak gören bütün Arap ülkelerinin güvenini (haydi, “yok etti” demeyelim, ama) derinden sarstı. Nasıl sarsmasın? Katar, ABD’nin hala Orta Doğu’da bir bağımsız sözüm-ona Kürt Devleti kurdurtmak için, Irak ve Suriye’yi bölmek üzere hazırolda bekleyen Merkezi Kuvvetler Komutanlığı (CentCom) biriminin kurulu olduğu ülke. Suudi Arabistan ve bütün Körfez ülkeleri, İran’ın Yemen’den Lübnan’a kadar kurduğu Şii Hilali korkusuyla CentCom’a üsler vermiş, savunma iş birliğinden tutun İbrahim Anlaşması’na kadar imzalamadıkları belge bırakmamışlar! Ve Gazze Soykırımı ve Filistin’deki etnik temizlik harekatı sebebiyle halkıyla hükumetleriyle Arap ve Müslüman dünyasının düşmanlık odağında olduğu anda İsrail’in gelip Katar’ı vurmasına karşı, Trump havaya bakarak, “Hiç haberim olmadı!” diyor. Kapalı kapılar arasında İsrail ne dedi veya ne sordu bilinmez. Ama Trump’ın “Sen bize sormuş, söylemiş olma!” dediğini tahmin edebilmek için bir Friedman olmak şart değil.

Zihnin sınırlarını zorlayan teknoloji

Zihnin sınırlarını zorlayan teknoloji

Ölümsüzlük arayışı son yıllarda dünya liderlerinin de dikkatini çeken bir konu. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in, uzun yaşamın sırrı ve insan ömrünün uzatılması üzerine sohbetleri basına yansımıştı. İnsanlığın binlerce yıldır peşinde koştuğu bu hayal, sadece biyolojik ömrü uzatmakla sınırlı değil. Elon Musk’ın Neuralink girişimi ise bu hayalin farklı bir boyutuna işaret ediyor. Yaşlanmayla birlikte gelen unutkanlık, zihinsel yavaşlama ve hafıza sorunlarının önüne geçebilmek mümkün olabilir mi? Beyne yerleştirilecek cihazların, ilerleyen yaşlarda beyin fonksiyonlarını desteklemesi ve hafızayı güçlendirmesi, ölümsüzlük kadar iddialı olmasa da zihinsel gençliği koruma yolunda büyük bir adım olabilir. Bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz insan–makine birleşimi artık sadece hayal değil. Elon Musk’ın kurucusu olduğu Neuralink adlı şirket, beynimiz ile bilgisayarlar arasında doğrudan bir köprü kurmayı hedefliyor. Peki bu teknoloji neler vadediyor, bugüne kadar hangi aşamalara gelindi? Bilgisayardan beyne sinyal Neuralink’in temel fikri çok basit gibi görünüyor: Beyne yerleştirilen küçük bir cihaz, sinir hücrelerinin elektriksel sinyallerini okuyup bilgisayara aktarıyor ya da bilgisayar da beyne sinyal gönderebiliyor. Neler yapılabilir? ■ Felçli bireyler sadece düşünerek bilgisayar kullanabilecek, tekerlekli sandalyelerini kontrol edebilecek. ■ Görme yetisini kaybetmiş kişiler için sinyaller doğrudan beyne iletilerek görme sağlanabilecek. ■ Beyin hastalıkları (Parkinson, Alzheimer, depresyon gibi) daha iyi anlaşılabilecek ve yeni tedaviler geliştirilebilecek. ■ Uzun vadede ise insanların hafızalarını yedeklemesi, hatta beyinler arası doğrudan iletişim kurması gibi şu an ütopik görünen fikirler konuşuluyor. Şimdiye kadar neler yapıldı? Neuralink bugüne kadar birkaç önemli deneme yaptı: ■ Hayvan deneyleri: Bir maymunun sadece düşünerek video oyunu oynadığını gösterdi. Bu, beynin sinyallerinin bilgisayar tarafından başarıyla okunabildiğini kanıtladı. ■ İnsan üzerinde ilk deneme (2024): ABD’de felçli bir hastaya Neuralink cihazı yerleştirildi. Hasta, düşünceyle bilgisayarı kullanabildi. Elbette bu teknoloji birçok etik tartışmayı da beraberinde getiriyor. Beyin verilerinin güvenliği, insanın bazı özel düşüncelerinin korunması, teknolojinin kimlerin elinde olacağı gibi sorular hâlâ ortada. Ama bir gerçek var Neuralink ve benzeri girişimler, tıp ve teknoloji tarihindeki en heyecan verici dönüm noktalarından birini başlatıyor. Bugün için felçli bir insanın yeniden özgürce iletişim kurabilmesi bile başlı başına devrim niteliğinde. Belki hafızamızı USB belleğe kaydetmemize daha yıllar var ama insan beyninin sınırlarını zorlayan bu yolculuk şimdiden başlamış durumda.

Gölge kadınlar ve önlerindeki duvarlar

Gölge kadınlar ve önlerindeki duvarlar

Yeri geldikçe dile getirdiğim gibi sinemada, ekranda, sahnede kadın karakterlerin hikâyelerinin az anlatılıyor olmasıyla ilgili hep bir şikâyetim var. Hani çok klişe bir cümle vardır; röportajlarda sıkça kurulur; “Herkes kendisinden bir şey bulacak”. Ben bulamıyorum işte. Hâlâöyle dünyalar kuruluyor ki kadın fon perdesinden hâllice, karakter demeye dilim varmıyor. Ama sonra bakıyorsunuz, bu sefer ‘kadın hikâyesi’ adı altında bir şey sunuluyor, yalan değil, kadınlar var odağında ama “keşke hiç denenmese miydi?” diyorsunuz, çünkü bir de bunun ‘nasıl’ı var. O anlatılan kadın maalesef toplumun zihnindeki kadın imajından bağımsız değil. Ve öyle anlatıldıkça da değişeceği yok. Son yıllarda bu alanda bebek adımlarıyla da olsa bir yol alıyoruz, almıyor değiliz. Ve neyse ki bu işe baş koyanlar, dönüşüm için çabalayanlar var. Kadının sahnedeki temsiliyetini, nasıl göründüğünü ve nasıl görünmediğini dert edinen dört oyundan oluşan “Kadınlar, Gölgeler ve Duvarlar” projesi bunlardan biri. Oyuncular Sendikası’nın STDV ve Türkiye Mozaik Foundation’dan Kültür Sanat Fonu alan projesi, sahneye taşınmadan önce yedi ay süren odak grup görüşmelerinden doğmuş. Projenin gönüllü yürütücüsü ve seyirci karşısına çıkan ilk oyunun oyuncusu İris Bilen, belirledikleri dört grup kadına (HIV ile yaşayan kadınlar, DEHB teşhisi olan kadınlar, göçmen kadınlar ve oyuncu kadınlar) sahnede nasıl temsil edilmeyi tercih ettiklerini, nasıl bir oyun ve nasıl bir karakter görmek istediklerini sorduklarını anlatıyor. Bu görüşmeleri yaparken Pozitif Yaşam Derneği, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı, Uluslararası Göçmen Kadınlarla Dayanışma Derneği ve Muhtelif Kafalar’dan destek almışlar. En sonunda da bütün bu görüşmelerden ve yaptıkları uzman toplantısından çıkan sonuçları seçilen dört yazarla paylaşarak startı vermişler. Kadınlar kendi hikâyelerini, kendi karakterlerini kendi sözleriyle oluşturmuşlar yani bir anlamda. Projenin çatı ismi derdini anlatıyor zaten: Kadınların gölge gibi görünmezliği ve önlerine dikilen duvarlar var hedefte. Şu an dört oyun seyirci karşısına çıkmaya hazır. Hatta ilki çıktı bile. Gerisi de peş peşe perde açacak. Oyuncu kadınlar odak grup görüşmesinden çıkan “Yüzüm Güzel Aslında” adlı oyunu Eren Azak, HIV ile yaşayan kadınlar odak grup görüşmesinden çıkan “B Eşittir B”yi Çağla Canbaz, göçmen kadın odak grup görüşmesinden çıkan “Kargo 99 B”yi Aslı Ceren Bozatlı, DEHB tanısı almış kadınlar odak grup görüşmesinden çıkan “Dördüncü Cemre” adlı oyunu da Devrim Pınar Gürbüzoğlu kaleme almış. Yönetmenler Özlem Dilan Atakul ve Baturalp Ali Yavuz. Ayrıca her bir oyunun bir süpervizörü var; saydığım sırayla Özlem Zeynep Dinsel, Cem Yiğit Üzümoğlu, Gizem Erman Soysaldı ve Ali Ömür Ulusoy. Oyuncuları da İris Bilen, Cansu Tekoluk, İpek Elmas Şenol ve Ayşegül Çaylı. Aralık sonuna kadar 10’ar kez farklı mekânlarda (gönüllü olarak bu anlamlı çalışmaya kapılarını açacak mekânlarda) oynanması planlanan oyunlara katılım bilet satışıyla değil paylaşılan bir linkten doldurulan anketle olacak. Bu anketteki soruların amacı seyirci ‘adaylarının’ kadın karakterlere yaklaşımını ve mevcut önyargılarını anlamak. Oyun sonrasında da seyirci röportajlarıyla bu algıda değişiklik olup olmadığı değerlendirilecek.

Fenerbahçe’nin pas kalitesi ve form sorunu

Fenerbahçe’nin pas kalitesi ve form sorunu

Voleyboldan sonra basketbolda da Millilerimiz çıktıkları finallerin son bölümlerinde nefesleri yetmediği için ikincilikle yetindiler. Bizlere turnuvalar boyunca heyecan dolu karşılaşmalarla yaşattıkları için sonsuz teşekkürlerimizi gönderiyoruz. İyi ki varsınız 12 Dev Adam. Bu ülkeye başta voleybol olmak üzere salon sporları çok yakışıyor. Futbola yapılan yatırımların çok daha küçük bir kısmıyla dünyanın tozunu attırabileceğini defalarca kere ispat ettiler. Diğer tarafta konu futbola geldiğinde işlerin nasıl değiştiğini hem milli takım hem de kulüp takımları ölçeğinde tekrar tekrar yüzleşiyoruz. Milli araya teknik direktörsüz giren Fenerbahçe nihayet geçen hafta kararını vererek Trabzonspor karşılaşmasına Tedesco ile çıktı. Sahada da ilk defa forma giyen Ederson ve Kerem Aktürkoğlu vardı. Her şey için kuşkusuz çok taze ancak Fenerbahçe’nin oyununda giden teknik direktör Mourinho’nun izleri olmayı sürdürüyordu. Bunu şöyle özetleyelim; Fenerbahçe, pozisyon alış ve yerleşim şekliyle pas kalitesi üst üste oturmadığı, oyuncuların kilit pas vermede ve oyunu açmada her seferinde eksik kaldıkları için rakibe karşı üstünlük sağlamada büyük sorun yaşamaya devam ediyor. Bunun bir teknik direktör mü yoksa oyuncu “kalitesi” sorunu mu olup olmadığını sezon sonuna kadar tartışmayı sürdürürüz, önceki yıllarda yaptığımız gibi. Fenerbahçe yönetimleri de teknik direktör kıyımına devam ederler. Mourinho zamanında “Fenerbahçe hücuma çıkarken neden ağırkanlı davranıyor, hızlı hareket etmiyor” sorusu her karşılaşmanın merkezindeydi. Dün Trabzonspor karşısında da Fenerbahçeli oyuncuların yavaşlıkları, önlerindeki geniş alana atak yapmada isteksizlikleri yine göze çarptı. Diğer tarafta etkili alana gönderilen topların sürekli rakip savunma tarafından kesintiye uğraması, ağırkanlı atak organizasyonu ile birleşince Fenerbahçe’nin etkinliği ortadan kalktı. Oysa özellikle Trabzonspor bir kişi eksildikten sonra oyunu rakip alana yığan ve neredeyse tek kale ve yarıda oynamaya çalışan bir Fenerbahçe vardı. Trabzonspor kalesini bombardıman etti bu süre içinde oyuncular. 9/29 şut isabeti bir bakıma maçın da özeti niteliğindeydi. Buna Onana’nın yaptığı 8 kurtarışı da ilave etmemiz doğru ve anlamlı olur. Yine fikir vermesi bakımından Talisca’nın yukarıdaki sayısal verilerle ilişkili olarak 2/5 şut ve isabet oranı ile öne çıktığı not olarak eklemeliyiz. Bunların hiçbirinden Fenerbahçe takım halinde bir sonuç alamadı. 1-0’lık skorun bu tarafından bakıldığında fazlasıyla eksik kaldığını söyleyebiliriz. Yani oyun ve skor bakımından daha farklı bir Fenerbahçe izlemeliydik. Olmadı. Hatta haklı olduğu pozisyonlarda dahi yorumlar Fenerbahçe’nin aleyhine yapıldı. Bunun tamamen psikolojik olduğunu anlamak gerekiyor. Trabzonspor’un faul gerekçesiyle iptal edilen golü yine futbol kamuoyunu tartışma cephelerine böldü. Oysa maçın sonucu 1-0 değil de mesela 3 hatta daha yüksek skorla bitmiş olsaydı; bu pozisyon yine tartışılacaktı ancak bol gol her iki tarafa başka şekillerde etki edecekti. Fenerbahçe bu fırsatı kaçırdığı gibi eliyle tartışma motivasyonunu Trabzonspor’a hediye ettiğini belirtmeliyiz. Hatta karşılaşmanın son 7-8 dakikalık bölümünde acemice hatalarla gol yemek için sanki özel çaba harcadığı hissinin dışarıdan fark edildiğini söyleyebiliriz. Form tutması gereken çok sayıda oyuncu var takımda. Fred öylesine merkezi ve önemli bir bölgede görev yapıyor ki formsuz olmasına bir maç bile imkan yok aslında. Oysa değil bir karşılaşma, neredeyse sezon boyunca futbolcunun ortalamayı aşamadığını görüyoruz. Az önce ismi geçti; Talisca… Hem sorumluluk alıyor, adam eksiltiyor hem de rakip kaleyi şut bombardımanına tutuyor! Ama… Bağlaçtan önceki tüm sözler anlamını ve değerini yitiriyor. Göztepe maçında penaltı kaçırdı. Dün skoru artıracak fırsatları cömertçe harcadı. İrfan Can! Bakalım ne zaman o etkin oyuncu profiline tekrar dönecek? En Nesyri. Fikret Kızılok’un şarkısındaki gibi “inişlerim çıkışlarım, o kendimden kaçışlarım, gidişlerim dönüşlerim, içimdeki sır; o kısır döngülerim…” Fenerbahçe o kadar sansasyonel transfere karşın hala hazır bir görüntü veremiyor. Bir de üzerine Yönetim sorunu ile uğraşıyor. Şimdi yine “bu sene Fenerbahçe’yi şampiyon yapacaklar” algısı devreye sokulacakmış gibi bir hava doğdu karşılaşma sonrasında. Bakalım tüm bunların içinden ne kadar hasar almadan yola devam edecek?

İhtiyaç kredisi

İhtiyaç kredisi

Fenerbahçe yeni hocası ve sistemiyle sahadaydı. Lige iyi başlayan Trabzonspor geçen seneden gelen sisteminin yanı sıra savunmasını da toparlamıştı. Sarı-lacivertliler Tedesco ile etkili ve önemli bir başlangıç yapmak istiyordu. Trabzonspor ilk bölümlerde rakibine izin vermedi. Dengede giden bir oyun vardı. Geçiş hücumu yakalayan Trabzonspor aradığı fırsatı yakaladı. Onuachu golü buldu. VAR incelemesi ve Skriniar’a faul tespiti sonrası gol iptal edildi. Birkaç dakika sonra da Okay sert müdahalesi sonrası kırmızı kartla oyun dışı kaldı. 20. dakikadan itibaren eksik oynayan konuk ekip savunmada beşli şekilde dizildi. İlk yarının sonuna kadar da fena getirmedi. Mustafa çıkarken topu kaptırdı. Rakibini dengesiz yakalayan sarı-lacivertli takım Nesyri’nin 45’teki golü ile devreyi 1-0 önde kapadı. Bordo-mavililere gol gerekse de savunmada yapılacak bir hata maçı koparabilirdi. Bu yüzden rakibinin hata yapmasını bekliyordu. Gelen ataklara da direniyordu. 49’da Nesyri’nin şutu direkten içeriye düşse de topun tamamı çizgiyi geçmemişti. İki teknik adam da hamlelerini yaptı. Trabzonspor oyunu kanatlara çekmeye çalıştı ve son bölümlere doğru da risk almaya başladı. 82’de İrfan Can’ın vuruşunda savunmadan da seken bir top direğe takıldı. Trabzonspor maç boyu beklediği anı son bölümlerde iki kez yakalasa da sarı-lacivertli savunma gol fırsatı vermedi ve kazanan taraf ev sahibi oldu.

Turgut Cansever’in İzinde Bir Mimarlık Üslubunun İnşası: Mi’mar Mimarlık

Turgut Cansever’in İzinde Bir Mimarlık Üslubunun İnşası: Mi’mar Mimarlık

Turgut Cansever Müslümanın Varlık telakkisini içselleştirmiş ve doğal bir akış içerisinde mimari eserlerine yansıtabilmiş, yazdıklarıyla ve eserleri üzerindeki tartışmalarla bu yansıma üzerine önemli bir yazın ve birikim oluşturabilmiş nadir mimarlarımızdan biriydi. Aslında mimar tanımlaması yetersiz kalır Cansever için. Turgut Cansever bir aydın ve filozoftu. Akif Emre, Aliya İzzetbegoviç için devlet adamlığından önce düşünce adamlığını öne çıkartır ve devlet adamlığı ile tarih sahnesine çıkmasaydı da bir düşünce adamı olarak önemli katkılarıyla yine tarih sahnesinde olacağına özellikle vurguda bulunurdu. Aynı şey Cansever için de geçerlidir. Mimari te’lifleri olmasaydı da bir Müslüman hassasiyeti ile röportajlarında, yazdıklarında, sohbetlerinde şehre, insana ve yapılara dair bakışının derinliği ve bu bakışı hayatın tamamını kuşatacak şekilde yorumlayabilmesi onu yine ülkemizin düşünce tarihinde öne çıkartacak ve önemli bir yer verecekti. Turgut Cansever’in tek başına yaptıklarını çok daha değerli kılan onun attığı tohumların yeşermesi, karşılık bulması ve bir ekosisteme yol açabilecek şekilde yoluna devam ederek ölçeği ne olursa olsun bir akışkanlığa yol açmasıdır. İşte Mi’mar Mimarlık Ofisi bu mirası tevarüs eden, aynı Varlık telakkisi hassasiyetinin mimarlığa yansımasını dert edinen geleneğin günümüzdeki en önemli temsilcisi. Ofisin 20 yıllık inşa serüvenini içeren ‘Bir Mimarlık Ofisinin İnşası’ kitabı Klasik yayınları tarafından yayımlandı. Kitap, Yusuf Civelek’in ‘Mi’mari Var Mimarlık İçre: Bir “Üslup” Sahibi Olmanın Manası’ başlıklı kapsamlı bir yazı ile başlıyor. Yazıda Turgut Cansever’in düşünceleri ve Mi’mar Mimarlık ofisinin eserlerinin bu bağlamda ayrıntılı bir değerlendirmesi yapılıyor. Bu yazı, kitabın sonunda Ahmet Yılmaz ve İbrahim Hakkı Yiğit’le yapılan uzun söyleşi okunduktan sonra daha anlaşılır hale geliyor. Örneğin, Turgut Cansever ile ilişkileri önce yazıları ve eserleri üzerinden gerçekleşiyor. İbrahim Hakkı Yiğit tıpta okurken Dergâh dergisinde Turgut Cansever’in bir söyleşini okuması sonrasında tıp eğitimini bırakıp mimarlık eğitimine başlaması, sonrasında Ahmet Yılmaz ile aynı bölümde yollarının kesişmesi ve okuma ve üretme serüvenlerinin birlikte bu minvalde devam etmesine yol açıyor. Dolayısıyla, Ahmet Yılmaz’ın ifade ettiği gibi Turgut Cansever’e çırak olma, onun tasarım ve inşa sürecine bir şahitlik söz konusu değil: ‘…Sonuç olarak ofisi kurana kadar ortak okuma ve tartışma platformlarında Turgut Bey’i okuyor ve tartışıyorduk; bize yakın geliyordu. Neticede İslam’dan, İslam şehrinden ve Tevhid’den bahsediyor; yani inancımızla bağ kuruyor. Aslında düşünceleri ve yapıları arasındaki bağı doğrudan kuracak derinliğe sahip olmadığımız gibi, pratik olarak da icrasına şahit olamadık. Yani düşüncelerinin tasarıma nasıl yansıdığını görme şansımız olmadı. Sadece bize yakın geliyor, ilham kaynağına ait sezgilerimiz var ama doğrudan ilişki kuramıyoruz.’ Aslında bu durumun kitaptaki yazılar ve eserler incelendiğinde bir avantaja dönüştüğü de görülüyor. Bu süreçte Turgut Cansever Varlık tasavvuru ve mimarlık arasındaki ilişki düzleminde yazılarıyla, eserleriyle rehberlik ederken bu tasavvuru yeni te’liflerle ilişkilendirmek ve geliştirmek Yılmaz ve Yiğit’e düşüyor. Bu uzun soluklu çabalar ve hassasiyetler nihayetinde bir üslubun şekillenmesine yol açıyor. Aslında, Turgut Cansever ile ofis arasındaki bağ da bu üslup üzerinden sağlanmış oluyor. Civelek’in giriş yazısının başlarında vurguladığı da bu dolaylı bağ: ‘…Ancak ilginç olan İbrahim Hakkı Yiğit ve Ahmet Yılmaz’ın Cansever’in yıllar içinde –Fuzuli’nin tabiriyle “şiir elmasıyla bir inci delmiş” gibi büyük bir çaba harcayarak- temellendirdiği fikirlerden damıttığı mekânsal ve biçimsel formülasyonları dolaylı olarak benimsemiş olmaları…’ Civelek ofisin de te’liflerinde önemli bir yer tutan üniversite yerleşkelerinde iki önemli özelliğe dikkat çekiyor: avlular ve yapıların birbirlerine göre konumlandırılma biçimi. Osmanlı kamu yapılarında önemli bir yer tutan avlular ofisin üniversite yerleşke tasarımlarında tekrar vücud bulurken yapılar bir bütünlüğü teşkil etmesine rağmen bütünün içerisinde her bir yapının ferdiyeti de korunuyor: ‘…Yani Cansever’in kendiliğinden gerçekleşen bir düzensizliği (mahalle) mimar eliyle gerçekleşen bilinçli bir dağınıklıkla (külliye) ilişkilendirerek bunu medeniyete has varlık felsefesi olarak kuramsallaştırması söz konusudur. Mi’mar Mimarlık’ın bu kavramsallaştırmayı benimsediği açıktır. Eski medrese, kervansaray, imaret ve evlerin yerini alan okul binaları, öğrenci merkezleri, toplantı salonları, kütüphaneler ve yurtların oluşturduğu bilinçli karmaşıklık anlamını buradan alır. Bu yeni tür külliyelerde mekân birbirlerine yaklaşıp uzaklaşan duvarların arasında sürekli yön değiştirerek akarken, hâkim olan “düzensizlik”in aslında kendi başlarına epey düzenli kütlelerin içindeki avlularda karşıtını bulması, her şeyin zıddıyla kaim olduğunu vurgulayan bir metafiziğin mecazen mekâna yansıması olarak değerlendirilebilir.’ Ülkemizde uzun dönem Batı medeniyetinin varlık tasavvuruna göre kültürel formların üretildiği hepimizin malumudur. Bu meydan okumaya her alanda kendi Varlık tasavvurumuza göre içerik üreterek yaşamın her alanını kapsayan yeni bir dil inşasını göze almak ve bu niyetle yolda olmaktan başka bir çaremiz yok. Turgut Cansever de tıpkı Kemal Tahir’in romanlarıyla yapmaya çalıştığı gibi mimari alanda bu yeni üslubun arayışında hep yolda oldu. Bu arayış içerisinde yolda olanların üç alanda çaba içerisinde olduklarına şahit oluyoruz. Birincisi Varlık tasavvurunun anlaşılması, ikincisi tarihi tecrübenin bu tasavvur ışığında pratik bir alan olarak detaylı incelenmesi ve karakteristiklerinin yeni üretimler yapacak netlikte anlaşılması ve nihayetinde günümüze gelerek hayatın akışında bir karşılığı olacak şekilde yeni bir formun üretilmesi. Bu nedenle Halil İbrahim Düzenli Cansever’de bu üç arayışa işaret etmektedir: ‘Cansever’in düşünce dünyası ya da kavramsal çerçevesi varlık alanındaki sorgulama ile başlamakta, tarihi tecrübenin anlaşılması ile devam etmekte ve coğrafyaya özel çözüm arayışlarıyla bugüne ait kılınmaktadır.’ (Turgut Cansever (1920-2009), İslam Araştırmalar Dergisi, 2009, 22, sh.165). Mi’mar Mimarlık Ofisini değerli kılan da ülke olarak bu arayışımızın mimarlık alanındaki emektarları olmaları. 20 yıllık serüvenlerinde ortaya koydukları ve kitapta ayrıntılı olarak yer alan eserler bu emeğe şahitlik ediyor. Ofisi değerli kılan önemli bir özelliği de bu üslup arayışında bir okul olmaları. Ofisten belirli dönemlerde çalışarak geçen yüzlerce genç mimar bu arayışın gittikleri yerlerde temsilcileri olarak çalışmaya devam ediyor. Bu bağlamda ofisin kurucuları Cansever’in çırakları olamadan bu üslubu oluşturmak için çoğu zaman deneme yanılma ile inşanın zorluğuna sabır gösterirken bu ofiste yetişmiş genç mimarlar bu üslup arayışına bizzat dâhil olmaktalar. Zaten Civelek te giriş yazısının sonunda bu emeğin hakkını verirken bu genç mimarlara umut olarak ayrıca vurguda bulunuyor: ‘…Nitekim başa Sedad Hakkı Eldem’I, sona da Mi’mar Mimarlık’ta yetişerek kendi kanatlarıyla uçmaya başlayan genç mimarları koyarsak, artık neredeyse beş nesle yayılmış olan bir üslup arayışı, özellikle Cansever’den beri çeşitli varlık katmanlarına yayılmış manaları taayyün ettirecek ilişkileri kuran bir söylemle yoluna devam ediyor…’. Sınırlı sayıda bastırılan bu özel kitabın 200.sü adıma imzalanmış. Bu nezaketlerinden ve 20 yıllık emek ve sabırlarından dolayı Ahmet Yılmaz ve İbrahim Hakkı Yiğit’e teşekkür ediyorum.

VAR’sız maç yönetmek!

VAR’sız maç yönetmek!

Hakem konuşmayı sevmem. Lakin sonuca etki edecek, tartışılacak ve maçın önüne geçecek hatalar varsa susamam. İlki; Onuachu’nun Skriniar’dan sıyrılıp Olaigbe’nin ortasında topu ağlara göndermesi. Karar faul gerekçesiyle iptal, oysa net gol. İkincisi; Okay’ın orta alanda şuursuzca Kerim’in ayak bileğine yaptığı hamle. İlki kart sarı, VAR uyardı ihraç. Kariyerindeki ilk derbisine çıkan MHK’nin yeni prensi hakem Ozan Ergün ve yardımcılarının gözlerine nasıl bir perde indiyse her kritik pozisyonda VAR devreye girdi. 49. dakikada En-Nesyri’nin şutunda topun kale çizgisini geçip geçmediği tartışması? Kararı yine VAR odası verdi. MHK Başkanı Ferhat Gündoğdu’ya soruyorum; VAR’daki Davut Dakul Çelik ve sahadaki Ozan Ergün’ü böylesi önemli bir maçta bir araya getiren yapay zekanın neresindesiniz? Düğmeye siz mi bastınız? Parmağınız acıyor mu? Maçın kaderini VAR belirliyor, hakem tansiyonun yükseldiği anda kriz çözemiyorsa bir sorun var demektir. Temsilciye ve dördüncü hakeme yaka kamerası takmayı devrim sanan ey federasyon başkanı; şov yapmak yerine çipli top teknolojisini getirseniz, bu sanal tartışmalar yaşanır mıydı? Maça gelince; Fenerbahçe’nin ön alan baskısıyla El Nesyri’nin ilk yarının son dakikasındaki bitirici vuruşu skoru belirledi. İlginçtir bu da VAR incelemesinden geçti. Trabzonspor Teknik Direktörü Fatih Tekke’nin yaptığı değişiklikler takıma enerji kattı. Visca ve Onuachu ile eşitliğe çok yaklaştı. Son ana kadar Fenerbahçe’nin yüreğini ağzına getirecek pozisyonlar üretti, çabası yetmedi. Net fikrim; bu mücadele ve fedakarlığın karşılığı yenilgi olmamalıydı. Takımını 80 dakika eksik bırakan Okay kardeşim, seni günah keçisi ilan etmeyeceğim. Karakterini biliyorum. Ancak bu yaşta ders alıyorsan, kendini sorgula. Trabzonspor maçı tek farkla yitirdiyse parantezi yeni transferi kaleci Onana’ya açacağım. Uğurcan gitti diye endişe edenler rahat olsun. Gelen kiralık da olsa, Karadeniz ekibinin kalesi güvende görünüyor.

Zorla kaşınan Fenerbahçe

Zorla kaşınan Fenerbahçe

Tedesco’nun ilk maçı olduğu için bu mücadele F.Bahçe için çok önemliydi. Çok fazla riske girmeden temkinli ve dikkatli oynadı Fenerbahçe. Yaratıcı değildi ama çok önemli olan üç puanı almasını bildi. Fenerbahçe yeni hocası ile ilk maçına çıktı. Doğrusu sistemini, anlayışını bu maçta çözemedim. Hoş bu maç da kafandakileri hemen uygulayacak bir maç değil. Hoca da bunun farkında. Ama ufak dokunuşları dikkat çekti. Örneğin Szymanski sağ iç gibi oynarken o bölgede hem çabukluğunu hem de mücadelesini ortaya koyarak rakip savunmayı çok yordu. Tabii gözler Kerem’in üstündeydi. Ben bu maçta çok şey beklemiyordum. Çocuğa her şey yabancı. Takımda kimseyi tanımıyor ve iki antrenmanla bu zor maça çıktı. Ama ilerleyen haftalarda gerginliğini atınca çok işler yapacağına eminim. Özellikle kırmızı karttan sonra maçın gidişi çok net belli oldu. Kaleci Onana, Saviç ve Ozan çok direndi. Ama gole engel olamadılar. Fatih hocanın 10 kişi kaldıktan sonra Muçi’yi sahada tutmasını anlayamadım. Resmen 9 kişi oynadılar. 2. yarı ise maçın son bölümü hariç tamamen Fenerbahçe’nin üstünlüğü ile geçti. Ancak Fenerbahçe yaratıcı özelliklerini hiç bir şekilde ortaya koyamadı. Bu kısır futbolu yeni teknik direktörün acilen çözmesi gerekir. Maçın yıldızı kesinlikle Onana. Müthiş top oynadı. Buram buram tecrübe o kadar belli oluyor ki. Fenerbahçe’nin kalecisi Ederson’u da unutmamak lazım. Belki dün çok iş düşmedi ama ben kaleciyim diye bas bas bağırıyor. Onun dışında Fenerbahçe’de çıkıncaya kadar İsmail müthiş top oynadı. Ve bir de son 10 dakika. Bir takım kalesinde gol görmek için bu kadar mı kaşınır? O kadar basit hatalar yaptılar ki resmen rakiplerine davet ettiler. İşte o anlarda ortaya Ederson çıktı. Yoksa facia geliyordu.

Doğradılar Trabzonspor’u!

Doğradılar Trabzonspor’u!

Trabzonspor bir eksik kalmasaydı; kalan bölümleri nasıl oynayacağı, karşılaşmanın nasıl biteceğini tahmin etmek o kadar zor olmasa gerek! Zira Okay, kırmızı kart görene dek daha etkili oynayan, istekli olan, pozisyona giren taraf bordo-mavili ekipti. Onuachu ile buldukları, VAR’ın uyarısıyla iptal edilen bir golleri vardı ki, sen gel de şimdi bu ligdeki hakemler ve de VAR’daki beyefendiler için bir şey yazma! Öyle ya bir değil, iki değil… Trabzonspor’un karşılaşmadığı bir durum değil. Maçın hakemi Ozan Ergün, daha önce derbi yönetti mi emin değilim, yönettiğini tahmin etmiyorum, lakin VAR’da görev yapan beyefendinin adını ilk kez duyduğumu söyleyebilirim. Böyle bir derbiye böyle isimler, Allah akıl fikir versin! Anladığımız, gördüğümüz acemi hakemler Trabzonspor’un maçlarına verilerek eğitilmeye devam ediliyor. Başka izahı yok bunun. Lafı uzatmanın gereği yok, dünkü derbinin özeti şudur arkadaş: Trabzonspor’un attığı buz gibi gol iptal edilerek önünü kesmekle kalmadılar, doğradılar, kolunu kanadını budadılar! Evet, sen gel de şimdi bu hakemlere güven! O pozisyon gol sayılsaydı; 20’ninci dakikada Okay da atılmayabilirdi; oyunun seyri, akışı değişecekti çünkü. Bordo-mavili takım 10 kişi kaldıktan sonra tamamen savunmaya geçti, maçın son bölümleri beraberliği bulmak için uğraştılar ama… Trabzonspor’a oranla kadrosu daha güçlü ve geniş olan, tribün desteğini arkasına alarak oynayan Fenerbahçe’ye karşı bir kişi eksik oynamak kolay değil. O anlamda Tekke’nin öğrencileri iyi mücadele etti, her biri canını dişine takarak oynadı. Fazla da bir şey yazmaya gerek; maçın gidişatını, dahası maçın skorunu futbol değil acemi hakemlerin ve de VAR’da görev yapan beyefendilerin kararları belirledi. En iyi özeti Trabzonspor’un çiçeği burnunda kaptanı Savic yaptı desek: Bugün Türk futbolu mağlup oldu çünkü bugün sahada futbol oynanmadı. Çözülmesi gereken sorunlar artıyor Türk futbolunda. Sorumlu insanlar bu konuyla ilgili aksiyon almayacaksa işler her yıl daha kötüye gidecek.

Zirkonyum dişler kırılır mı?

Zirkonyum dişler kırılır mı?

Diş estetiğinde son yılların en çok tercih edilen materyallerinden biri zirkonyum dur. Doğal görünümleri, ışık geçirgenlikleri ve metal destekli porselenlere göre çok daha sağlam olmaları sayesinde birçok kişi bu tedaviyi tercih etmektedir. Peki, merak edilen soru şu: Zirkonyum dişler gerçekten kırılmaz mı? Aslında cevap net: Zirkonyum oldukça dayanıklı bir malzemedir. Yapılan laboratuvar testlerinde yüzlerce Newton basınca kadar dayanabildiği kanıtlanmıştır. Bu değer, günlük çiğneme kuvvetlerinin kat kat üzerindedir. Yani normal şartlarda zirkonyum dişlerin kırılması oldukça zordur. Ancak hiçbir materyal “asla kırılmaz” değildir. Yanlış kullanım ya da ihmal, bu güçlü yapıyı bile zayıf düşürebilir. Peki, zirkonyum diş yapılırken ve kullanırken nelere dikkat edilmelidir? 1. Diş sıkma ve gıcırdatma: Gece uyurken dişlerinizi sıkıyorsanız, zirkonyum da bundan zarar görebilir. Gece plağı kullanmak bu nedenle çok önemlidir. 2. Kapanış dengesi: Dişlerin karşılıklı kapanışı dengeli olmalıdır. Küçük bir yükseklik bile zamanla restorasyona baskı yapabilir. Hekiminiz bu temas kontrollerini titizlikle yapmalıdır.3. 3. Doğru kalınlık: Zirkonyumun dayanıklılığı, doğru kalınlıkta hazırlanmasına bağlıdır. Bu ayarlamanın doğru yapılabilmesi için diş tasarımı sırasında hem diş teknisyeni hem de hekiminiz özen göstermelidir. 4. Pürüzsüz yüzey: Yüzeyi iyi cilalanmış zirkonyum, yıllarca sorunsuz kullanılabilir. Pürüzlü yüzeyler çatlakların başlangıç noktası olabilir. Bu nedenle hekiminiz zirkonyumların cilasının eksiksiz yapılmasına dikkat etmelidir. 5. Günlük alışkanlıklar: Şişe kapağı açmak, kabuklu yemişleri dişle kırmak ya da bakımı ihmal etmek, en sağlam dişin bile kırılmasına yol açabilir. Zirkonyum dişlerin ömrü, hekimin titiz çalışmasına ve hastaların özenine bağlıdır. Hekim doğru hazırlık yapar, uygun materyali seçer ve gerektiğinde gece plağı önerir. Hastalar ise düzenli bakım yapar, kötü alışkanlıklardan uzak durur. Böylece zirkonyum dişler uzun yıllar boyunca estetik ve sağlam bir şekilde kullanılabilir. Unutmayın, en dayanıklı malzeme bile yanlış kullanımda zarar görebilir. Ancak doğru şartlarda zirkonyum dişler, doğal diş kadar güvenilir ve uzun ömürlüdür.