CIA, SDG, DAEŞ şeytanlığı mı?..

CIA, SDG, DAEŞ şeytanlığı mı?..

Terör örgütü YPG/SDG’nin Suriye Ordusu’na entegre olmasını öngören 10 Mart Mutabakatı için zaman daralıyor artık... Geldiğimiz nokta: SDG uyacak mı, uymayacak mı? Daha bir kaç gün önce ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı da çok net bir şekilde uyulmasını istedi, “entegrasyon olmalıdır” dedi. Hatta sanki CENTCOM terör örgütü YPG/SDG’den vaçgeçiyormuş gibi yorumlar da yapıldı... Ama CENTCOM nasıl bir entegrasyon olmalıdır şeklinde bir açıklık getirmedi. Tek bir açıklaması oldu: “Entegrasyonu destekliyoruz... Entegrasyon, daha istikrarlı ve öngörülebilir bir güvenlik ortamına yol açacaktır.” Bu doğru bir tespit, ancak sözün sahibi CENTCOM olunca kafa karıştıran soru şu: Tamam da hangi entegrasyonu destekliyorsunuz?.. 10 Mart Mutabakatı’nın 8 maddesi çok açık ve net. Suriye’nin toprak bütünlüğü adına atılmış çok önemli bir adım olduğu ortada… Bu anlamda da federal/özerk yapı istekleri artık rafa kalktı diye iddialı söylemler de mevcut. Türkiye’de başından beri bu mutabakatı, Suriye’de üniter yapıyı destekliyor. Ama SDG tarafından yapılan açıklamalara bakıldığında ise işine geldiği gibi anlama ,farklı bir adla, federal/özerk bir yapıya istek ve zorlama söz konusu. Silah bırakma ve SDG’nin Suriye Ordusu’na entegre olma konusunda yine farklı anlama ya da yorumlama durumu var... Aynı durum petrol ve doğalgaz gibi yer altı kaynaklarının paylaşımı içinde geçerli… Nitekim Suriye PKK’sının elebaşı diyor ki; “Mutabakata uymuyorum, entegre olmuyorum.” Ne istiyor? “Benim ayrı bir ordum olacak, komutanları ben olacağım, Suriye’nin kontrolümde olan bölgesi yine öyle kalacak. Beni böyle kabul ederseniz edin...” İsrail’in gazı dolduruşuyla tabii... ★★★ CENTCOM Komutanı’nın kulağa hoş gelen ama soru işaretleri içeren entegrasyon açıklamasının hemen ertesinde gerçekleşen Amerikan askerlerine yönelik DAEŞ saldırısı da ister istemez daha farklı düşünceler getiriyor akıllara... Sönümlenmiş olan DAEŞ’i tekrar alevlendirip Suriye PKK’sı SDG’ye durumdan vazife çıkartma ve Ahmet Şara yönetimini “Siz güvenlikte yetersiz kalıyorsunuz” diye baskılayıp, entegrasyon meselesini kendi anladıkları, işlerine geldiği noktaya çekmek hesabı, daha doğrusu şeytanlığı gibi... Terör örgütü DAEŞ denildiğinde üzerine en çok konuşulan tartışılan onun arkasındaki güç, irade malum. Herkesin bildiği ama sır havasına sokulan ABD’nin varlığı yani. Bunu da bizzat ABD’li yetkililer kendi ağızlarıyla deklare ettiler zaten. En başta da Trump ne dedi? “IŞİD’i Barack Obama ve Hillary Clinton kurdu.” Bunu defalarca da tekrarladı. Baştan itibaren DAEŞ’in yaptığı eylemlere bakıldığında da neye hizmet ettiği konusunda çok net mesaj içeriyor zaten... Nitekim Palmira’daki asayiş amaçlı ortak devriye faaliyeti yürüten Suriye ordusu unsurları ile ABD askerleri’ne yönelik saldırının hemen sonrası sözde SDG Komutanlığı’ndan yapılan açıklamada “SDG’nin Suriye’de IŞİD’i yenilgiye uğratma kapasitesini kanıtladığı” yutturmacasıyla şöyle denildi: “Bu savaşı Suriye coğrafyasının her yerine taşımaya ve nerede olursa olsun terörü ortadan kaldırmak için tereddütsüz çalışmaya tam hazır olduğumuzu ilan ediyoruz...” Dünyanın her yerinde olup bitenden haberdan olan ama böyle bir saldırıyı öngöremeyen CIA ve koskoca ABD’ye bir terör örgütünden “merak etme biz varız” tesellisi yani!... ★★★ Dolayısıyla Türkiye sahada net bir durum görmek istiyor artık. Hem ABD’den hem de terör örgütünden. Nedir o? Terör örgütü Irak, İran, Suriye’de bütün unsurlarıyla silah bırakacak. Nerede yuvalanmışsa bütün uzantılarıyla KCK yapılanmasını da tasfiye edecek... ABD de YPG/PYD/SDG’ye karşı yanar döner pozisyon değil, çok açık ve net tavır koyacak... Bu noktada da akla gelen aylardır da konuşulup tartışılan “ABD, YPG/SDG’den vazgeçer mi?” sorusu elbette. Bu anlamda “zor” diyenler olduğu kadar “Geçmişe baktığınızda ABD kimlerden vazgeçti, PKK/SDG onun için hiçbir şey” iddiasında olanlar da var. Bu tezlerini de şu sözlerle destekliyorlar: “ABD, Suriye stratejisinden vazgeçer mi?’ asıl soru bu aslında. ABD karışan, iç savaş yaşayan, kaotik bir Suriye istemiyor bu aşamada. Karışık Suriye işine gelmediği için Türkiye’nin beklentilerini karşılayabilir... Sonuç olarak baktığımızda Türkiye’nin istemediği, onaylamadığı bir Suriye ABD için de kaos olacaktır...” Kaldı ki Trump şunun farkında: Türkiye, Suriye’de istemediği bir sistem olursa ABD’ye rağmen adım atmaya hazır ve bunu kendisinin ilk döneminde 2019’da Barış Pınarı Harekatı’yla da yaptı zaten... O günlerde Amerika’nın kendilerini koruyacağını sanan teröristlere Trump’ın tavsiye niteliğindeki açıklaması da şuydu: “Umarım çekilirler, çünkü yenmek çok zor...”

İki ulusal güvenlik belgesi

İki ulusal güvenlik belgesi

Hafta içinde iki ülke izlemekte olduğu ve izlemeyi sürdüreceği ulusal güvenlik stratejisini ortaya koyan belgeler açıkladı. Birisi, “Yeni Çağda Silah Kontrolü, Silahsızlanma ve Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi” başlığını taşıyor ve şu cümleyle başlıyor: “Barış ve kalkınma, insan toplumunun ebedi temalarıdır. Barış için mücadele edilmeli ve korunmalıdır.” Diğeri, “Ulusal Güvenlik Stratejisi Kasım 2025” başlığı ile yayınlanmış ve ilk cümlesi şöyle: “Göreve başladığım ilk günden itibaren, ülkenin egemen sınırlarını yeniden tesis ettim ve ülkemizin işgalini durdurmak için ordumuzu konuşlandırdım.” Birincide imza yok; sadece yayınlayan dairenin adı var; ikincide bir sayfanın yarısını kaplayan bir imza var!Anladığınız gibi, ikincisi Bay Ego’nun Amerika’sının strateji belgesi; ki 5 gündür atıf yapılmayan, yorumlanmayan bir paragrafı bile kalmadı. Kimine göre bu, ABD Başkanı James Monroe tarafından 1823’te ilan edilen bütün güçlü ülkelere yeni sömürge girişimlerinin kabul edilemez olduğunu ifade eden, yayılmacı ve korumacı Monroe Doktrini’nin bir tekrarıdır; tek kutuplu dünyada Amerikan Barışı denen bir düzeni ilan eden (imzayı saymazsak) 44 sayfalık bir bildiridir. Birincisi ise Çin Devlet Konseyi Enformasyon Ofisi tarafından yayınlanan, içinde yeni tespit ve bildirimden çok, 2012’den beri ülkenin devlet başkanı olan Şi Cinping’in, Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri ve Merkez Askeri Komisyon başkanı olarak daha önce yaptığı açıklamaları topluca tekrar eden 24 sayfalık bir belge. Trump’ın strateji belgesi dikkatle okunduğu zaman tıpkı Monroe’nin, “Bana dokunmayın; Atlantik çevresine ve kuzey yarıküresine silahlı gemi sokmayın; gerisi beni ilgilendirmez” dediği doktrinindeki gibi bir tür izolasyon içeriyor. Ama Trump’ınki, 1823 belgesi gibi yeni bir Amerikan İmparatorluğu ilan etmiyor. Tersine, jeopolitik analizi yapan Amerikalı siyaset bilimcilerin bile aşağı yukarı 30 yıldır geldiğini öne sürdükleri, “Amerikan gerilemesi” sürecinin sonucu olan “içe kapanma” siyasetlerini ilan ediyor. Ama belgenin dili, imza sahibinin egosuna uygun büyük ifadeler, görkemli tasvirler içeriyor. Çin’in mütevazı cümleleri ise adeta nükleer silahlardan yapay zekaya kadar, yeni küresel kuralları yazıyor; hatta yazmakla kalmıyor düzenliyor ve tebliğ ediyor. Ancak bunu göze batmayan, iddiasız bir üslupla yapıyor. Kanımca, 1949’da kuruluşundan bu yana, Çin, kalkınmada sömürgeci değil barışçı, silahlanmada savunmacı politikalar izledi. Çok taraflı silah kontrolüne katılmış olan Çin, çok kutupluluğun teori olmaktan çıkıp gerçeğe dönüştüğü son 20 yılda ABD ile artan rekabetini bir süreden beri gizlemiyor. Her ne kadar bu belgede bile hala iş birliği ve istikrar dili kullanılıyor, isim verilmiyorsa da Çin, “Belirli ülkeleri cephane stoklarını genişletmekten, füzelerini daha ileri hatlara konuşlandırmaktan, yeni ittifakları aramaktan ve nükleer doktrinlerini saldırgan bir üslupla ifade etmekten vazgeçmeye” çağırıyor. Bu “üstü örtülü” ifadelerden Çin’in, ABD-Japonya güvenlik iş birliğine, ABD’nin Asya-Pasifik’teki genişletilmiş mevzilendirmelerine, güçlendirilmiş ittifaklarına ve nükleer yayılmacılığına karşı “Yeter artık” dediği anlaşılıyor Çin, nükleer silahlar konusunda ise kendi pozisyonunu vurguluyor: İlk kullanım yok, yurt dışına konuşlandırma yok ve gerekli asgari kapasite var. Bu ifadelere bakıp da Çin’in bir nükleer melek görünümüne sahip olduğunu da sanmamak gerekir. Çin nükleer gücünü artırıyor, yeni füze silolarını kuruyor ve yeni fırlatma sistemleri geliştiriyor. Çin, bunu “asgari caydırıcılık” diye ifade etse de bunun böyle olmadığı, Japonya üzerinden bir Amerikan nükleer saldırı fikrine caydırıcılık ötesinde bir savunma ve karşılık verme gücü edindiği, bu gücü sürekli artırdığı iddiası daha inandırıcı olsa gerek. Dünya sahnesine, kopyalanmış ikinci kalite ucuz tüketim malı satıcısı olarak değil de bir kutup olarak çıkmakta olan ülkeye de zaten böyle “diplomatik” bir dil gerekli.

Turizm çeşitliliği ile 4 mevsim turizm

Turizm çeşitliliği ile 4 mevsim turizm

Turizmde son rakamlar iyi geliyor.Turizm çeşitliliği, hizmet kalitesi ve dört mevsim turizm ile Türkiye dünyada tercih edilen ülkeler arasındayer alıyor. Bazı bölgesel gelişmeler olmasa Türkiye’yi turizmde geçecek ülke azdır. Türkiye turizm gelirlerini artırmak için başka neler yapabilir? Yeni yol haritaları neler? Bunu dört bölgede dörtoteli olan ve farklı bir konseptle yeni bir otel açmaya hazırlanan Türkiye Otelciler Birliği (TÜROB) Başkan YardımcısıHediye Güral Gür ile konuştuk. Dörtotelindeki hizmetlerden dolayı uluslararası 20 ödül aldıklarını belirten Gür, Türkiye’ye gelen turistlerin hizmeti ve otelleri beğenmesinden ötürü tekrar tekrar gelmesinin çok önemli olduğunu söyledi. NG’nin Antalya’daki otelini Cumhurbaşkanı Erdoğan açmıştı. Gözümüzü dünyaya diktik Turizmde hep kaç turistin geldiğinin sorulduğunu belirten Gür, artık nicelikten çok niteliğe önem verilmesi gereken bir dönemi yaşadıklarını söyledi. Gül, “Yani 60 milyon turist 60-64 milyar dolar gelir. Halbuki biz bu 64 milyar doları 60 milyonla değil 50 milyonla da yapabiliriz. Bizim buradaki amacımız bundan sonra artık nitelikli turizm olsun, katma değeri çok olsun. Bıraktığı kişi başına gelir daha yüksek olsun. Bunu da nasıl yapacağız? Turizmi çeşitlendirerek yapacağız, gastronomi turizmine önem vereceğiz. Çok güzel tesislerimiz var. Doğa turizmine önem vereceğiz. Özellikle kış turizminde mutlaka bir şey yapılması lazım. Tabii kendimize de aynaya da iyi bakmak lazım. Orada yaşanan sıkıntıları biliyorsunuz. O yüzden işimizi iyi yapacağız. Ondan sonra da gözümüzü bütün dünyayadikeceğiz. Her yerden misafir getirmek içinuğraşacağız. Her birimize iş düşüyor” diyor. Antalya, Sapanca ve Afyon’da farklı konseptlerde otelleri olan Gür, şimdi de Bodrum’da mayıs ayında yeni bir otel açacaklarını dile getirdi. Gür, “Burada yine NG kalitesini sunabileceğimiz bir konsept olsun istedik. Ama Bodrum’un yapısına uygun farklı bir şey de yapmak istedik. Orada konaklamalarımız hep villa olacak. 40 tane. Mayıs ayından itibaren biz de Bodrum’daki oyunculardan bir tanesi olacağız” diyor. Kore ilgisi Gür, turizmi artırmada TGA’nın yurt dışında yaptığı ülke imajı ve reklam çalışmalarının da önemli olduğunu vurguladı. Termal otellerin kalış süresini uzattığı için turistlerin kişi başına bıraktığı geliri artırdığını söyleyen Gür, “Yani katma değeri artırıyor. Afyon’daki termal otelimize şaşırtıcı şekilde Koreli misafirimiz geliyor” diyor. Körfez ülkelerinin Sapanca’ya ilgisinin azaldığını dile getiren Gür, Antalya’ya Ruslar, İngilizler, Almanlar ve Doğu Avrupa ülkelerinin geldiğini söylüyor. Gür ile sohbetimizde öne çıkanlar; hizmet kalitesinin önemi, çeşitlilik ve yıl boyunca hizmet verebilmek. Yani dört mevsim turizm. Her bölgesi ayrı güzel olan Türkiye’nin turizmdeki çeşitliliği hiçbir ülkede bulunmayacak şekilde fazla...

Ankara’da şifre: Stratejik sabır

Ankara’da şifre: Stratejik sabır

Devlet aklı tam olarak nasıl çalışır bilmiyoruz ama o aklın stratejik sabır döneminde olduğunu biliyoruz. DEM’in ve Kandil’in tabanı ikna etmek için Terörsüz Türkiye sürecinin başında kurduğu cümlelerin maksimalist taleplere dönmüş hali bir yanda, Öcalan’ın petrol ve elektrik gelirlerinden pay istediği, etnik bölgelerde ana dilde eğitim talebinde bulunduğu gibi gerçekle uzaktan yakından alakası olmayan uydurulmuş bilgiler diğer yanda... Ankara, stratejik sabrının bir gereği olarak, hiç bağırmadan, İmralı’dan gelen ilk açıklamada çizilen çizgiden sapmadan, dezenformasyonun değil, ardındaki motivasyonun ne olduğuna bakarak Terörsüz Türkiye sürecini ilerletiyor. ★ ★ ★ Ankara’nın okumasında Suriye ve SDG’nin durumu önemli bir yer tutuyor, sürecin ağırlık merkezi olarak görülüyor. Türkiye’nin elindeki röntgen çok net. SDG’nin toplam silahlı gücü söylendiği gibi yüz bin kişi değil, hatta yarısı bile değil. Bu rakamın yüzde 80’ini de Arap aşiretleri oluşturuyor. Eğer askeri seçenek kaçınılmaz hale gelirse Türk Silahlı Kuvvetleri gereğini yapacak güce fazlasıyla sahip. Stratejiksabır tam da bu noktada devreye giriyor işte: Araplarla Kürt grupları tek çatı altında toplayan, onların aylık maaşlarını ödeyen ülke ABD. Ankara, Suriye’deki süreçte sadece Şam Yönetimi değil, Washington ile de beraber çalışıyor. Bu konuda mesafe alındığı için CENTCOM Komutanı bu hafta SDG’nin Suriye Ordusu’nun parçası olması gerektiğini söyledi, cumartesi düzenlenen saldırının ardından da Şam Yönetimi’yle çalışma vurgusu yapıldı. Trump’ın ilk başkanlık döneminde asker çekme kararına uymayan Pentagon bu kez bir başka noktada. Suriye’de işleyen bir takvim var, o takvimde biz sadece SDG güçlerinin Suriye Ordusu’na entegrasyonunu konuşuyoruz. Oysa gümrük kapılarının Şam Yönetimi’ne devri, petrol gelirleri gibi başka konular da var. Görünen o ki önümüzdeki günlerde çeşitli adımlar atılacak. “Zaman Türkiye’nin aleyhine mi işliyor, bir an önce operasyon yapılsa daha iyi değil mi?” sorusunun cevabına gelince: İsrail ne Gazze’ye Türk askerinin gelmemesi ne de Suriye’nin parçalanması konusunda Trump’ı ikna edemedi. Mazlum Abdi’ye Jerusalem Post’ta söz verilmesi, o röportajda Trump’a yapılan çağrılar işe yaramadı. Ankara stratejik sabır göstererek, kendi lehine esen rüzgârların başka yönden esmesine ve Netanyahu’nun Dürzi gruplardan sonra Kürtler için de kurtarıcı rolüne soyunmasına izin vermiyor. ★ ★ ★ Ankara’daki stratejik sabrın bir diğer örneği son dönem DEM’den ve Kandil’den gelen açıklamalar. Terörsüz Türkiye sürecinin başında DEM’in ve Kandil’in tabanlarını ikna etmek için yaptıkları açıklamalar vardı. Ankara dinamik sürecin gereği olan bu açıklamaları, gerçekle örtüşmediği halde duymazdan geldi. Ancak açıklamaların tonunun değiştiği, tabanı ikna cümlelerinin maksimalist taleplere döndüğü noktada gereken hatırlatmayı yaptı, İmralı’dan gelen ilk açıklamanın dışındaki bir çizginin konuşulmayacağının altını kalın şekilde çizdi. Ankara’nın DEM ve Kandil’e dair de çektiği bir fotoğraf var: Bu karede kendi içlerindeki anlaşmazlıklar da görülüyor, süreci sabote etme çabaları da... Sadece DEM ve Kandil değil Ankara, İsrail başta olmak üzere Fransa ve İran gibi diğer ülkeleri de izliyor. Terörsüz Türkiye hedefinde sadece DEM ve Kandil değil, içeride de provokasyon çabaları olduğu aşikâr. Adı faili meçhul cinayetlerle anılan Yeşil’in yaşadığına dair ortaya atılan iddialar, Öcalan’ın elektrik ve petrol gelirlerinden pay istediği gibi gerçeğin yakınından bile geçmeyen iddialar şimdilik takip ediliyor. Sosyal medyanın bir operasyon alanı olduğunu bilmeyen yok, Ankara stratejik sabır göstererek bu provokasyon çabalarının ardındaki motivasyona bakıyor. ★ ★ ★ Terör örgütünün asıl faaliyet alanı Irak’ın kuzeyinde olan bitenlere gelince. Birincisi, malum İngiliz haber ajansının yazdığı gibi 9 bin kişilik bir liste olduğu falan doğru değil. İkincisi, provokasyonlarda en çok dile getirilen “Cezasızlık” iddiaları da doğru değil. Ankara’nın elinde sadece Türkiye’de hapiste olanlar değil, terör örgütünün tamamı ve Kandil’de bulunup asla Türkiye’ye dönemeyeceklerin listesine kadar isim isim tüm yol haritası belirlenmiş durumda. Hazırlıklar sadece bunlarla sınırlı değil elbette. Süreç dinamik bir süreç ve haliyle yasal altyapı konusunda gözlerin çevrildiği yer Türkiye Büyük Millet Meclisi. Meclis adım atıncaya kadar Kandil’den başka bir adım atılmayacak yolundaki propaganda da doğru değil. Önümüzdeki günlerde başka adımların geldiğini görebiliriz. DEM de Kandil de Öcalan da yapılan son açıklamaların bir gerilim yarattığının farkındalar. Kamuoyunda sürecin geneline dair destek sürüyor, Terörsüz Türkiye hedefine varılmak isteniyor ama işin içine Öcalan adı girdiğinde kafalar karışıyor. Bir de DEM’liler Öcalan’a “Başmüzakereci” gibi olmayan sıfatlar eklediğinde sorun daha da karmaşık hale geliyor. Bu noktada siyaset kurumunun, süreci çok kişinin provoke etmeye çalıştığını göz önünde bulundurması şart. Irak’ın kuzeyinde örgüt kendisini feshetti ama o kadrolar orada durdukça yarın başka bir isimle örgütlenebilirler, mutlaka ellerine silah tutuşturacak ülkeler de bulabilirler. ★ ★ ★ Daha önce de yazmıştım, İrlanda ve Kolombiya örneklerine bakacak olursak bu tür süreçlerde şeffaflık olmaz. Türkiye’de mesele gayet şeffaf gidiyor ama bu da yetmiyor, transparan bir süreç olsun isteniyor. Mesela İmralı’ya giden Komisyon üyelerinin verdiği bilgi ve tutanak sayfa sayısı tartışması. Hiç kayıt edilmiş bir toplantıyı deşifre ettiniz mi ya da bir toplantıda not tuttunuz mu? Selamlama dahil, tekrar edilenler her cümlenin birebir deşifre edildiği ya da yazıldığı bir toplantı tutanağı yoktur. DEM’li Gülistan Koçyiğit’in İmralı ziyaretine dair söyledikleri, eksik anlattıkları, çarpıttıkları Ankara’daki stratejik sabrın sınırlarını bir miktar zorladı ama aynı zamanda niyet açısından turnusol kağıdı gibi de oldu. Uzun lafın kısası şu, önümüzdeki günlerde Suriye’de ve Irak’ın kuzeyinde yaşanacak gelişmeler Ankara’nın stratejik sabrının karşılıkları hanesine yazılacak. İmralı’nın Suriye konusunda da inisiyatif alma arzusu belki sonucu değiştirmeyecek ama katalizör olarak sonuca daha çabuk ulaşılmasına hizmet edecek…

‘Beklemek istemiyorum!’

‘Beklemek istemiyorum!’

Geçtiğimiz hafta büyük ve kapsamlı bir iş birliği için imza atan Ford ile Renault, özellikle henüz emekleme aşamasında olan Çin markalı hafif ticarilere hazırlık yapmak için acele ettiklerini açıkça ortaya koydu... Avrupa’nın iki devi Ford ile Renault’nun, geçtiğimiz hafta açıklanan iş birliği, büyük ses getirirken, bunun özellikle elektrikli otomobilden çok, Çinli hafif ticari araçların muhtemel istilasına hazırlık amacıyla “hafif ticari araç odaklı” olduğu anlaşıldı. Avrupa’nın ticari araç liderleri olan Ford ile Renault’nun üst düzey yetkilileri, iki şirketin, Çinli otomobil üreticilerinden gelecek büyük atılımı engellemek amacıyla bu kararı aldıklarını bizzat açıkladı. Hatırlanacağı üzere, bu anlaşmada, iki alan göze çarpıyordu. Renault’nun Ampere platformu üzerinde geliştirilecek iki yeni Ford markalı elektrikli binek araç için anlaşmaya varılırken, iki şirket, ortak platformları kullanarak hafif ticari araçlar geliştirecekti. Ford’un, özellikle Renault’nun Master ve Kangoo modellerinin kendi versiyonlarını geliştirmesinin mümkün olduğu belirtiliyordu. ‘Gelecekler...’ Renault CEO’su Francois Provost, 9 Aralık’ta Farley ile birlikte düzenlediği ortak basın toplantısında “Çinli rakiplerimizin tüm hafif ticari araç alanlarında geride kaldığı doğru. Ama gelecekler. Bu yüzden beklemek istemiyorum” ifadelerini kullandı. Ford CEO’su Jim Farley ise, “Çinliler her segmentte olacak... Ford’un Güney Amerika’da, Tayland’da ve Güneydoğu Asya’da şasi üzerine kurulu kamyonetleriyle rekabet ettiklerini hissediyoruz” dedi. Farley, “Hafif ticari araç tarafında, Çin’in rekabet etmesinin çok zor olacağı bir endüstriyel kapasite yaratabiliriz” diye de ekledi. Son yıllarda Avrupa’daki seri üretim yapan otomobil üreticileri için ticari araçlar son derece önemli. Zira binek otomobillere kıyasla kârlılıkları daha yüksek seyrederken, henüz Çin, Japonya veya Güney Kore’den ciddi bir rekabet ortaya çıkmadı. Ancak, Avrupa mevzuatının ticari araç üreticilerini dizelden elektrikli motorlara geçmeye zorlamasıyla, bu durumun değişmesi bekleniyor. Nitekim Geely’nin “Farizon” markası, İngiltere, Güney ve Doğu Avrupa dahil olmak üzere Avrupa pazarlarında orta boy elektrikli minibüsü “SV”yi satışa sunmaya başladı. MG’nin sahibi SAIC ise “Maxus” minibüs serisini, Türkiye’de de pazara sundu. Ayrıca bir süre önce hafif ticari pazarından çekilen Koreliler de geri dönüş hazırlığında. Zira “Kia” da “PV5” modeliyle elektrikli minibüs pazarına gireceğini açıkladı. Kuga’ya yeni versiyon Ford’un SUV segmentindeki önemli modellerinden Kuga, “Active X” serisiyle Türkiye’de. Kuga Active X. 1,5 lh EcoBoost 186 PS benzinli motora ve 8 ileri otomatik şanzımanıyla geldi. Kuga Active X, üstün performansına ek olarak bağlanabilirlik özellikleri ve yeni nesil sürüş destek sistemleriyle öne çıkıyor. Bunlar arasında; yoğun trafikte gerektiğinde otomatik frenleme yapan yeni nesil adaptif hız kontrolü, geri manevralarda yayaları ve araçları algılayarak sürücüyü uyaran ve otomatik fren yapabilen geri fren desteği, şerit takip sistemi, 360 derece kamera da var. Kuga Active X, 2.935.700 TL’den başlayan tavsiye edilen fiyatla satışa sunuluyor. Mercedes’ten 400 bininci kamyon Mercedes-Benz Türk, 1986’dan bu yana faaliyet gösteren Aksaray Kamyon Fabrikası’nda önemli bir dönüm noktasına ulaştı. Fabrika, 400 bininci kamyonunu banttan indirirken, bu araç, markanın bu sınıftaki amiral gemisi modeli olan “Actros L 1848 LS” oldu. Türkiye’de üretilen her 10 kamyondan 7’sinin banttan indiği fabrikada, bugüne kadar üretilen kamyonların 128 bini aşkını ihraç edildi. Mercedes-Benz Türk Aksaray Kamyon Fabrikası, yalnızca üretim hacmiyle değil, bölge ekonomisine sağladığı katkıyla da öne çıkıyor. Aksaray’ın en önemli istihdam sağlayıcılarından olan fabrika; mesleki ve teknik eğitime yaptığı yatırımlar, tedarik zincirinde yarattığı katma değer ve şehir ekonomisindeki çarpan etkisiyle bölgenin kalkınmasında kritik bir rol üstleniyor. Bursalı Zafira’yla Vivaro yollarda Opel’in iddialı ticari modelleri “Zafira” ile “Vivaro”, Bursa’daki Tofaş fabrikasından yerli olarak çıkmaya başladı ve satışa sunuldu. 8+1 kişilik oturma kapasitesiyle üretimine başlanan Zafira, hem iş hem de aile kullanımı için ideal bir seçim olarak öne çıkıyor. “Edition Plus XL” ve “Ultimate XL” donanım seçenekleriyle satışa sunulan Zafira’da, 2.2 lt (180 HP) dizel motor ve , 8 ileri otomatik şanzıman mevcut. Vivaro ise, yüksek taşıma kapasiteli kargo alanı ve katlanabilir koltuklarıyla üretkenliği artırıyor. “City Van” ve “Cargo” olmak üzere iki farklı versiyonla sunulan Vivaro’da, versiyonlara göre farklı motor tipleri bulunuyor. Cargo, 120 HP’lik 1.5 lt dizel (manuel), 150 veya 180 HP’lik 2.2 lt dizel motorla alınabiliyor. Vivaro City Van ise 2.2 lt motor seçeneklerine sahip.

Yılbaşı için iş planı hazır mı?

Yılbaşı için iş planı hazır mı?

Genel tatil günlerinde işçilerin çalıştırılması hukuken birtakım şartlara bağlanmıştır. Bu tatil günlerinde çalışmak yasak olmayıp öncelikle işçinin rızasına bağlıdır. Bu rıza sözleşme ile baştan alınabileceği gibi, sonradan da alınabilecektir. İşçinin bu gün tatil yapmak yerine çalışması halinde çalışmaksızın elde edeceği bir günlük ücretine ek olarak bir günlük ücret daha ödenmek zorundadır. Bu tutar iş sözleşmesi veya toplu iş sözleşmesi ile artırılabilecektir. İşçinin onay vermesine rağmen çalışmaması halinde durum mazeretsiz devamsızlık olarak değerlendirilerek, fesih sebebi dahi olabilecektir. Çalışanların aklında genellikle aynı soru bulunuyor. İşveren bayramlarda çalışmaya zorlayabilir mi? İş Kanununa göre çalışanların genel tatillerde izin kullanmaları bir zorunluluk değil. Kanun yapılan işlerin niteliğinin farklı olabileceğini, genel tatilde çalışmanın bir zorunluluk olabileceğini düşünerek genel tatil çalışmalarını serbest bırakmıştır. Fakat çalışanların genel tatillerde çalıştırılabilmeleri ancak kendilerinin verdikleri onaya bağlı tutulmuş durumda. İşverenler bu onayı işçiyi çalışmaya başlatmadan önce imzaladıkları sözleşmelerle alabilecekleri gibi, her bir genel tatil için ayrı ayrı da alabilirler. Onayın yazılı olarak alınması gerekmekte. Çalışanın onayının alınmadan genel tatilde çalışmaya zorlanması, çalışan lehine haklı fesih nedeni oluşturacak, çalışan iş sözleşmesini feshederek kıdem tazminatını alabilecektir. Dolayısıyla işçi 1 Ocak’ta çalışmak için sözleşme ile onay verdiyse, işveren istediği durumda çalışmakla yükümlü. 2 günlük ücret alır Bahsedilen durumdan, çalışanın onay verdikten sonra karşılıksız çalıştığı gibi bir sonuç çıkarılmamalı. İşçiler genel tatillerde çalışmadan o günlerin ücretine hak kazanırlar. Kanun genel tatillerde çalışanlar için ise, bu kişilerin normal ücretine ek olarak çalıştığı sürelerin ücretinin ayrıca ödeneceğini öngörmüş, tatil yapmayarak çalıştıklarından, çalışılan her gün için o günün ücretinin, çalışılmadan kazanılacak ücrete ekleneceğini belirtmiştir. Yani bir kişi 1 Ocak’ta çalışırsa çalışmaksızın hak kazanacağı bir günlük ücrete bir günlük ücret daha ekleneceğinden, toplam iki günlük ücrete hak kazanır. Kişinin 1 Ocak’ta kaç saat çalıştığı da önemli olmayıp işçinin bir saat dahi bayramda çalıştırılması, genel tatil hakkının kullandırılmaması olarak kabul edildiğinden o günün ücreti tam olarak yansıtılıyor. Genel tatilin işçinin hafta tatili gününe rastlaması halinde, işçiye ayrıca bir genel tatil ücreti ödenmiyor, işçi çalışmaksızın sadece bir günlük ücretine hak kazanıyor. Fakat işçinin hafta tatilinde çalıştırılması yasak olduğundan, yukarıdakinin aksine genel tatil olsa da, işçi onay vermiş bulunsa da çalıştırılmaması gerekiyor. İşverenin aksine bir davranışı idari para cezası ile karşılaşmasına sebep olabilecektir. Dolayısıyla işçi hafta tatiline rastlayan genel tatil günü çalıştırılırsa, çalışmasının karşılığında sadece ek bir günlük ücret değil, o gün hukuka aykırıhafta tatili çalışması kabul edilerek ek bir buçuk günlük ücrete hak kazanacaktır. Köprü izin mümkün mü? 1 Ocak’ta tatil yapan işçiler, bu tatilin önlerinde veya sonlarında bulunan günleri de tatillerine eklemek ve 1 Ocak’ı uzun bir dinlenme dönemine çevirmek istemekteler. Bu durumda olan işçiler içinse işverenin elinde iki araç bulunuyor. Bunlardan ilki daha önceki yazımda belirttiğim telafi çalışması. Telafi çalışmasında işveren genel tatil ile hafta tatili arasındaki yarım, bir, bir buçuk işgününü tatil edebilmekte bunun karşılığında işçilerin diğer haftalarda günlük çalışmalarının üzerinde çalışmalarını talep edebilmektedir. Telafi çalışması işçilerin onayını gerektirmediğinden işverenler şartlar oluştuğunda doğrudan bu yola başvurabiliyor. İşyeri genel tatil nedeniyle tatil edildikten sonra, dört ay içinde işçilere telafi çalışması yaptırılabiliyor. Fakat burada dikkat edilmesi gereken şey, telafi çalışma süresinin günde üç saatten fazla olamayacağı ve işçilerin her hâlükârda günde 11 saatten fazla çalıştırılmaması gerektiği. İşverenin elindeki ikinci yol ise kanunda yapılan değişiklikle yıllık ücretli iznin günlük olarak kullandırılabilmesinin önünün açılması. Artık işverenler bir parçası 10 günden az olmamak şartıyla yıllık ücretli izinleri istenilen kadar parçaya bölerek kullandırabildiklerinden, genel tatil öncesi ve sonrası dönemler için çalışanın yıllık ücretli izin sürelerini kullanmasını talep edebilecekler. İki uygulamadan hangisinin tercih edileceği ise işverenin yaptığı işe göre tespit edeceği bir durum. Yıllık izin kullanımında sadece tatil olmayan günlerin karşılığı yıllık izinden düşürülecek, bayram günlerinin izinleri ise yıllık izinden düşürülmeyecektir.

Su için stratejik yatırım hamlesi

Su için stratejik yatırım hamlesi

‘Net Su Pozitif’ hedefi doğrultusunda suyu doğaya kazandırmayı amaçlayan PepsiCo, ‘Bir Damla Bir Dünya’ projesi ile stratejik bir adım attı. PepsiCo Türkiye’nin Genel Müdürü Ergün Günay, “Fabrikalarımızın bulunduğu havzalarda çiftçilerin modern sulama tekniklerine geçişini destekleyerek bölgesel su kaynaklarının korunmasına katkı sunuyoruz” dedi. Türkiye’de 6 fabrikasıyla faaliyet gösteren PepsiCo Türkiye’nin Genel Müdürü Ergün Günay, su kaybının önemine dikkat çekerek bu kapsamda 60 milyon TL’nin üzerinde bir yatırımla hayata geçirilen “Bir Damla Bir Dünya” projesinin stratejik önem taşıdığını söyledi. Günay, “Fabrikalarımızın bulunduğu havzalarda çiftçilerin modern sulama tekniklerine geçişini destekleyerek bölgesel su kaynaklarının korunmasına katkı sunuyoruz. Hedefimiz çok daha fazla çiftçiye ulaşmak” dedi. Ergün Günay ile projeyi; suyun önemini, çiftçilerin bakışını, yapılan çalışmaları ve hedefleri konuştuk. ❱❱ Türkiye’de su kaynakları üzerindeki baskı her geçen gün artarken tarım sektörü bu tablodan en çok etkilenen alanların başında geliyor. PepsiCo’nun su yönetimine yaklaşımı neyi hedefliyor? Bir Damla Bir Dünya projesi nasıl şekillendi? Su, bugün sadece çevresel hassasiyetle ele alınabilecek bir konu değil; üretimin, tarımın ve ekonominin devamlılığı için stratejik bir kaynak haline geldi. PepsiCo global ölçekte ‘Net Su Pozitif’ hedefi doğrultusunda hem mutlak su kullanımını azaltmayı hem de özellikle fabrikalarının bulunduğu bölgelerde kullandığı suyu doğaya kazandırmayı amaçlıyor. PepsiCo Türkiye olarak biz bu küresel stratejinin en güçlü uygulayıcılarından biriyiz. Tüm fabrikalarımızda proses suyu geri kazanım sistemlerini güçlendiriyor, arıtma teknolojilerini sürekli yeniliyor ve operasyonel su tüketimini detaylı bir biçimde izliyoruz. Bir Damla Bir Dünya, bu yaklaşımın sahaya taşınmış hali. Türkiye’de su kaybının önemli bir kısmı geleneksel sulama yöntemlerinden kaynaklanıyor. Damla sulama ise suyu doğrudan kök bölgesine ileterek hem kaybı azaltıyor hem de toprağın verimliliğini artırıyor. Biz de bu projeyle, fabrikalarımızın bulunduğu havzalarda çiftçilerin modern sulama tekniklerine geçişini destekleyerek bölgesel su kaynaklarının korunmasına katkı sunuyoruz. ❱❱ Projede nasıl bir iş birliği gerçekleştirdiniz? Çözüm ortağınız projeye nasıl bir teknik katkı sağladı? Projemizi Türkiye’nin doğal kaynak yönetimi konusunda en deneyimli kurumlarından biri olan Doğa Koruma Merkezi (DKM), iş birliği ile hayata geçirdik. DKM 20 yılı aşkın süredir biyolojik çeşitlilik, ekosistem korunması ve iklim değişikliğine uyum alanlarında hem ulusal hem de uluslararası ölçekte çalışmalar yürütüyorlar. Bu tecrübe projeye büyük bir teknik kapasite kazandırdı. DKM’nin geliştirdiği yöntemlerle hem eğitimlerin kapsamı genişledi hem de sahadaki uygulamalar bilimsel bir temele oturdu. Bu ortaklık, projenin etki alanının derinleşmesine ve daha sürdürülebilir bir yapıya kavuşmasına önemli katkı sağladı. ❱❱ Proje için önemli bir bütçe ayrıldı, kaynak dağılımınız nasıl şekillendi? Şirket olarak Türkiye’de 60 yılı aşkın süredir faaliyetteyiz. 6 fabrikamızda ülkemizde üretim yapıyoruz. Ülkemize istihdam sağlamanın yanı sıra, sosyal sorumluluk projeleriyle de katkı sağlıyoruz. Bir Damla Bir Dünya projesi de bunlardan biri. Projemiz için 60 milyon TL’yi aşan bir yatırım planladık. Bu bütçenin en büyük bölümünü sahadaki dönüşüme yani damla sulama sistemlerinin kurulmasına ve teknik altyapının geliştirilmesine ayırdık. Aynı zamanda çiftçilerimizin modern sulama tekniklerini benimsemelerine destek olmak amacıyla eğitimlere ve farkındalık çalışmalarına da ciddi kaynak yönlendirdik. Böylece proje yalnızca teknik bir dönüşüm değil, uzun vadeli bir davranış değişikliği yaratmayı hedefleyen bütünsel bir yapı haline geldi ❱❱ Proje sahada nasıl karşılık buldu? Ne kadar alanda damla sulama sistemine geçildi? Proje kapsamında şu ana kadar yaklaşık 3 bin dekara yakın tarım alanında damla sulama sistemleri kuruldu. Bölgedeki üreticiler, damla sulamanın kontrollü su kullanımı ve verimlilik açısından sağladığı avantajları birebir sahada deneyimledi. Çiftçilerden gelen geri dönüşler, modern sulama tekniklerinin hem üretim maliyetlerine hem de verim artışına olumlu katkı sağladığını gösteriyor. Bu da projenin sahadaki kabulünü güçlendiren en önemli unsur oldu. ❱❱ Sizin de ifade ettiğiniz gibi bu işin önemli unsurlarından biri çiftçilere yönelik eğitimler… Bu kapsamda çiftçilere hangi eğitimleri verdiniz? Saha uygulamalarında nasıl ilerlediniz? Proje çerçevesinde Adana, Tarsus, Manisa ve İzmir’de eğitim programları yürüttük. Eğitimlerin ana odağı; suyun doğru kullanımı, iklim değişikliğine uyum, kuraklık yönetimi, toprak sağlığı, organik madde artırımı ve modern sulama tekniklerinin uygulanması oldu. Uygulamalı eğitimlerle çiftçiler sahada damla sulamayı birebir deneyimledi. Suyun hangi aşamalarda kaybolduğunu, ne kadarının gerçek ihtiyaç olduğunu ve doğru zamanlamanın verime nasıl yansıdığını gözlemleme fırsatı buldular. Bu da öğrenmenin kalıcılığını artıran en önemli unsurlardan biri oldu. ‘Farklı illere yayılacağız’ ❱❱ İlk sonuçlara göre projeyle fabrikalarda su geri kazanımı ve tarımsal sulamada verimlilik kayda değer bir verimlilik sağlamış, peki gelecek fazlarında hangi yol haritasını izleyeceksiniz? Projeyi tasarlarken yalnızca bugünün su ihtiyacını karşılamayı değil, faaliyet gösterdiğimiz bölgelerin uzun vadeli ekolojik dayanıklılığını güvence altına almayı hedefleyen bütüncül bir perspektif geliştirdik. Hem bugünkü su stresini azaltacak hem de gelecekte bölgenin iklim risklerine karşı direnç kazanmasına yardımcı olacak bir yaklaşımı merkeze aldık. Önümüzdeki dönemde bu yaklaşımla iki temel alanda daha büyük bir etki yaratmayı amaçlıyoruz. İlk olarak, havzalarda su kullanım alışkanlıklarının kalıcı bir dönüşüm geçirmesi bizim için önemli. Damla sulamanın yaygınlaşmasıyla birlikte gereksiz su kayıplarının önüne geçmeyi, su stresini azaltmayı ve tarımsal verimliliği uzun vadede sürdürülebilir bir yapıya kavuşturmayı öngörüyoruz. Bu dönüşüm gelecek nesillerin de su hakkını koruyan bir model sunuyor. İkinci olarak ise bölge ekosisteminin güçlenmesini önemsiyoruz. Kontrollü ve planlı su yönetimi; toprağın yapısının korunmasına, biyolojik çeşitliliğin artmasına ve üretimin iklim dalgalanmalarına karşı daha dayanıklı hale gelmesine katkı sunuyor. Daha sağlıklı bir toprak yapısı, çiftçilerin daha istikrarlı bir üretim sezonu geçirmesine ve tarımsal sürdürülebilirliğin güçlenmesine doğrudan etki ediyor. Geçtiğimiz yıl Bir Damla Bir Dünya projesiyle Manisa fabrikamızda kullandığımız suyun yüzde 100’ünü, İzmir fabrikamızın yüzde 94’ünü, Tarsus’un ise yüzde 58’ini doğaya geri kazandırdık. Bu oranlar hem uyguladığımız modelin başarısını hem de bu alandaki kararlılığımızı ortaya koyuyor. Bu yaklaşımı farklı illerde de hayata geçirerek, su yönetiminde oluşturduğumuz olumlu etkiyi daha geniş bir coğrafyaya taşımayı ve ekosistemin bütününde kalıcı bir iyileşme sağlamayı hedefliyoruz. 1.6 milyar litre ‘su tasarrufu’ ❱❱ Projenin ilk sonuçları nasıl? Su yönetimi ve ekosistem sağlığı açısından nasıl bir etki yaratıldı? İlk sonuçlar oldukça güçlü. 20232024 yılları arasında toplam 735 milyon litre su tasarrufu sağladık. 2025 sonunda bu miktarı 1,6 milyar litreye çıkarmayı bekliyoruz. Bunu daha anlaşılır kılmak gerekirse: Bu hedef, yaklaşık 674 olimpik havuzluk suyun doğaya geri kazandırılması anlamına geliyor. Su yönetimini işimizin merkezine almış olmamızın somut karşılığı da tam olarak burada ortaya çıkıyor. ‘Projemiz ilham veriyor’ ❱❱ Tarımsal su yönetimi artık gıda güvenliğinin ayrılmaz bir parçası. Bu proje sektöre nasıl bir örnek oluyor? Bugün su yönetimi çok paydaşlı bir alan... Bir başka deyişle STK’ların, şirketlerin ve kamu kuruluşlarının işbirliği içinde çalışması önem taşıyor. PepsiCo olarak, Türkiye’de 20 şehirde, yaklaşık 100.000 dekarlık alanda üretim yapıyoruz. Ülkemizin ciplik patatesinin yüzde 60’ını sözleşmeli tarım modeliyle çiftçilerimizle üretiyoruz. Yaklaşık 300 kişilik tarım ekibimiz bulunuyor. Bir Damla Bir Dünya projesi, sahip olduğumuz bu tarım birikimini DKM’nin uzmanlığıyla birleştirerek tarımda su verimliliğini artırmaya odaklanan güçlü bir model haline geldi. Bu anlamda hem tarım ekosistemine hem de iş dünyası ilham veren bir işe imza attığımıza inanıyoruz.

Üç kuşak kadının iç içe geçen yazgısı

Üç kuşak kadının iç içe geçen yazgısı

Kitap okumanın iyiden iyiye bir eski zaman etkinliği hâline geldiği günümüzde bir romanın bu kadar konuşulmasını bile çok önemli buluyorum. Yakın çevremde çok sayıda kişi yeni gelen bir diziyi konuşur gibi Ayfer Tunç’un son romanını (“Annemin Uyurgezer Geceleri” / Can Yayınları) konuşuyor. Bayağı “Sen neresindesin?”, “Dur, anlatma daha oraya gelmedim”, “Bitir de konuşalım” şeklinde. Öte yandan sosyal medyada da yoğun bir “Annemin Uyurgezer Geceleri” mesaisi var. Bu arada tabii ki sevmeyenler, eleştirirken kantarın topuzunu kaçıranlar, olayı popüler tabirle ‘linç’e dönüştürenler de mevcut. Bu da işin tuzu biberi ve ilgi çekmenin bir yolu herhalde. Çünkü olumlu şeyler yazınca ‘etkileşim’ almıyorsun pek. Ben uzun zamandır unuttuğum bir romanı elinden bırakamama duygusunu bana hatırlattığı için çok sevdim öncelikle “Annemin Uyurgezer Geceleri”ni. Daha başında karakterimiz Şehnaz’la beraber hem annesinin uyurgezer olduğunu hem de hayatına dair büyük bir sır sakladığını öğreniyoruz. Ve dev bir yumaktan sarkan bu ipucu elimizde, Şehnaz’ın ve kadınlardan oluşan ailesinin hayatında gezinmeye başlıyoruz. Anlatmaya başladığında o ilk uyurgezer gecenin üzerinden yıllar geçmiş, o andan sonra belleği unutma yetisini kaybeden Şehnaz kendisini bazen göklere çıkarıp çokça da yerlere çalan tutkulu bir aşkın peşinde 30 sene yaşamış, hem üniversitede hem ülkede çöküşlere tanık olmuş bir ekonomi profesörü. Daha üniversitenin birinci sınıfında tosladığı hocası E.’ye olan bitmeyen (ve marazi) aşkı, bir anlamda onun hayatını anlatılmaya değer kılan renk olmuş. Ve biz bir kadının neden evli ve kendisine hak ettiği değeri vermeyen bir adama bir ömür bağlı kaldığını anlamaya çalışırken onun büyüdüğü babasız evi, bütün hayatını ‘el âlem ne der’ kriterlerine göre düzenlemiş, ancak uyurgezer olarak hizadan çıkmayı başarabilen öğretmen annesini ve kendisine paşa kızı olduğu köklü bir aile hikâyesi yazan anneannesini tanımaya başlıyoruz. Onlarla beraber de bu ülke kadınlarının yarım yamalak hayatlarını, kırılıp dökülmüş yaşam sevinçlerini, rafa kaldırılmış umutlarını. Erkeğin adı yok Şehnaz’ın tutkusunun nesnesi E.’nin ise adı bile yok. Çünkü o bir “erkek temsili”, “o türden erkekleri” temsil ediyor. Bencil, kendisini her şeyin en iyisine layık görürken karşısındakinin ne hissettiğiyle ilgilenmeyen, yarattığı her krizden haklı çıkan ve kırılgan egosuna iyi gelecek ‘avı’ da bir bakışta tanıyan türden. Okurken, onun durumuna bir isim vermeye çalışırken yakaladım kendimi. Hani hepimiz sosyal medya ve televizyon dizileri sayesinde amatör psikiyatristlere döndük ve kolayca etiket yapıştırıyoruz ya insanlara. “Onun narsistik kişilik bozukluğu var,” mesela. Ve bu bir anlamda “Yazık, elinde değil” gibi tınlıyor. Bu kadar erken bir finali hiç hak etmediğini düşündüğüm “Kral Kaybederse” dizisinin bir sürü kadının kalbini kıran cazibeli Kenan Baran’ına üzülen kaç kadın var, kim bilir… Ayfer Tunç Aralık ayının Milliyet Sanat dergisinin kapağında ve onunla büyük bir keyifle yaptığım söyleşide bunu da sordum. Verdiği cevap beni kendime getirdi, burada da paylaşmak isterim: “Özellikle kadınların bunu yapması bana çok rahatsızlık verici geliyor. Affediyorsun o zaman. Hâlbuki değil. Narsistik kişilik bozukluğu diye bir şey var tabii ama onunla zaten böyle de bir ilişki kuramazsın. Adamda narsistik eğilimler vardır ve bu bilinçli, isteyerek yapılan bir şeydir. İstese kendini değiştirebilir. Değiştirmiyor çünkü gayet güzel yürüyor zaten. ‘Benimkinde narsistik kişilik bozukluğu var, onun için. Benimkinde öfke kontrolsüzlüğü var, öfkesini kontrol edemiyor ondan”. Öyle bir şey yok. Edecek kardeşim. Bu adlandırmalara ben çok mesafeliyim. Ve özellikle kadınların bu adlandırmaları bu kadar kolay kullanmaması gerektiğini düşünüyorum”.

Yerel değerlerle beslemek şart

Yerel değerlerle beslemek şart

Ben turizm konusunu severim, bu önemli sektör hakkında da sık sık yazılar yazarım. Son zamanlarda da Türkiye için hayati değeri olan ulusal ve bölgesel turizm konularına epeyce eğildim. Çünkü, buralardan hemen her gün farklı serzenişler, tepkiler ya da mesajlar geliyor, kafaların ve işlerin biraz karışık olduğu gayet iyi anlaşılıyor. ★★★ Sahadan gelen verilere, işletmecilerden yansıyan bilgilere ve konuştuğum uzmanların görüşlerine göre, ülkemizin ve bölgemizin turizmi çok hareketli gibi görünse de, gerçekler tam olarak öyle değil. Sektör ciddi zorluklar çekiyor ve sıkıntılar nedeniyle kan kaybediyor. Maliyetlerin artması, giderlerin fazla olması, kar oranlarının giderek düşmesi kurumların belini büküyor. ★★★ Olayların içinde olan ve gelişmeleri yakından izleyen politikacılar da benzer saptamalarda bulunuyorlar. Son olarak, DEVA Partisi İzmir İl Başkanı Aybar Uygur da konuya dahil oldu. Uygur’un yanında ben bayağı iyimser kaldım. O, daha karamsar bir tabloyla daldı meseleye.. ★★★ Uygur’un anlattıklarını şöyle özetleyebilirim: ★★★ - Ege Bölgesi, Türkiye turizminin lokomotifi olmasına rağmen bugün derin bir ekonomik ve yapısal krizin içinde. - Yükselen maliyetler, artan işletme giderleri ve yanlış ekonomi politikaları, turizmcilere nefes aldırmıyor, işletmeler karlılığı değil, artık varlığını sürdürebilmeyi hedefliyor. - Ziyaretçi yoğunluğuna rağmen gelirler eriyor, borç yükü işletmeleri eziyor. - İstihdam da her geçen gün daha büyük bir risk altına giriyor. ★★★ Bütün bu tespitler iyi güzel de, çözüm ne? Alt alta sıralanan sorunlar nasıl aşılacak? ★★★ DEVA Partisi’nin buna da bir cevabı var. Her şeyden önce, Ege turizmi için acil ve kapsamlı bir destek paketi açıklanmasının zorunlu olduğunu belirtiyorlar. Maliyetleri hafifletecek düzenlemelerin hayata geçirilmesini, uzun vadeli, bölge odaklı bir turizm stratejisi uygulanmasını elzem görüyorlar. Ege’nin turizm potansiyelini ve avantajlarını yeterince kullanamadığını savunuyorlar. Bölgenin köklü mutfak kültürünün, gastronomi zenginliğinin ve yerel ürünlerinin, Ege rotasının en güçlü markalaşma unsurlarından biri olarak öne çıkarılması gerektiğini vurguluyorlar. ★★★ Bakın, işte burada çok haklılar. Klişe oldu belki ama, bunu sürekli söylemek durumundayız. Günümüzde turizm sadece deniz, kum ve güneşten ibaret değildir. Evet, onlar da önemli, fakat fark yaratabilmek için önlerini ve arkalarını mutlaka beslemek gerekiyor. Yerel değerler de, o beslemenin olmazsa olmazlarıdır. ★★★ O yüzden, DEVA Partisi İzmir İl Başkanı Aybar Uygur’un, “Ege turizmi mutlaka gastronomiyle iç içe geçirilmeli, birbirine bağlanmalıdır” sözüne aynen katılıyorum. Çünkü böyle bir bağlantı, tarımı, yerel üreticiyi, esnafı ve turizmi aynı değer zincirinde buluşturarak bölgenin ekonomisini canlandırır. Ege’yi uluslararası alanda çok daha güçlü bir merkez haline getirebilir. Aklın yolu birdir.

Dil öğrenmenin beyne açtığı pencere

Dil öğrenmenin beyne açtığı pencere

Yeni bir dil öğrenmenin yalnızca kelime haznemize kattığı bir zenginlik olduğu düşüncesi artık geride kaldı. Son yıllarda yapılan nörobilim araştırmaları, yabancı dil öğrenmenin beyni âdeta yeniden şekillendirdiğini gösteriyor. Evet, gerçekten de yeni bir dil öğrendiğimizde beyinde yeni bölgeler daha aktif hale geliyor, ama mesele bundan çok daha karmaşık ve çok daha büyüleyici. Beynimiz, sandığımız gibi sabit bir organ değil. Tam tersine, yaşımız kaç olursa olsun yeniden yapılanma becerisine sahip. Buna ‘nöroplastisite’ diyoruz. Yeni bir dil öğrenmek, bu plastisiteyi en güçlü tetikleyen aktivitelerden biri. Dil öğrenirken hafıza merkezimiz olan hipokampus daha yoğun çalışıyor, dikkat kontrolünü sağlayan prefrontal korteks güçleniyor ve iki dil arasında geçiş yaparken beynin yürütücü işlevleri adeta spor salonunda antrenman yapıyor. Yani beyinde yeni bir bölge açılıyor ifadesi bilimsel olarak tam doğru olmasa da, mevcut bölgeler yeniden yapılanıyor, güçleniyor ve daha verimli hale geliyor demek kesinlikle doğru. İnme geçiren bir kişinin anadilini kaybedip başka bir dili konuşmaya devam etmesini nasıl açıklayacağız? Bu, beynin dil merkezlerinin dağılımına dair en çarpıcı örneklerden biridir. Dil yeteneğimiz tek bir noktaya bağlı değildir. Broca ve Wernicke bölgeleri başrolü oynasa da, diller arasındaki işleyiş ağ şeklindedir. İki dili farklı yaşlarda öğrenen bireylerde bu ağlar hafifçe farklı alanlarda konumlanabilir. Çocuklukta edinilen ana dil genellikle daha derin ve yaygın sinir ağlarına yerleşirken, ergenlik veya yetişkinlik döneminde öğrenilen ikinci dil kimi zaman farklı bir nöral rota kullanabilir. İşte bu nedenle, bir inme sonucu ana dile ait bölgeler hasar gördüğünde kişi o dili konuşamazken, ikinci dilini koruyabilir. Bunun tam tersi de mümkün. Bu olayın dramatik görünen tarafı aslında beynimizin ne kadar esnek, ne kadar yaratıcı olduğunu göstermesi. Dil dediğimiz şey, sandığımızdan çok daha geniş bir sinir ağı okestrasıdır. Bugün yeni bir dil öğrenmek, sadece kültürel bir kazanım değil, aynı zamanda beynimizi yaşlanmaya karşı güçlendiren bir zihinsel yatırım. Bir dili öğrenmek, yalnızca başka bir milletle konuşabilme özgürlüğü sunmuyor, aynı zamanda kendi beynimizin de sınırlarını genişletme fırsatı veriyor.

Kültürel Diplomaside Üç Kurum Tek Hikâye

Kültürel Diplomaside Üç Kurum Tek Hikâye

Türkiye son dönemde her alanda köklü bir dönüşüm ve büyümeye tanıklık etmektedir. Türkiye’nin son yirmi yılda yaşadığı dönüşüm yalnızca ekonomik büyüme, altyapı hamleleri ve siyasi istikrarla sınırlı kalmamış; dış politikada da kültür, eğitim, insani yardım ve diaspora eksenlerinde genişleyen, çok katmanlı bir etki alanı oluşturmuştur. Bu dönüşümün kurumsal olarak en görünür taşıyıcıları Yunus Emre Enstitüsü (YEE), Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) ve Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB) dır. Her biri kendi alanında fonksiyonlara sahip bu üç kurum, birbirini tamamlayan faaliyetleriyle Türkiye’nin yumuşak gücünün çok katmanlı bir mimariye kavuşmasını mümkün kılmıştır. Kültür, dil, eğitim, insani yardım ve toplumsal hareketlilik alanlarında yürütülen çalışmalar, farklı coğrafyalarda Türkiye ile kurulan bağların hem nicelik hem nitelik olarak güçlenmesini sağlamıştır. Yunus Emre Enstitüsü, 2009 yılındaki kuruluşundan bu yana kısa sürede dünya çapında 69 ülkede 93 kültür merkezi açarak dikkate değer bir kapasite inşası gerçekleştirmiştir. Bu merkezler aracılığıyla yürütülen yüzlerce kültürel etkinlik; konserler, sergiler, sinema günleri, akademik toplantılar ve gastronomi etkinlikleri Türkiye’nin kültürel zenginliğini yurtdışında görünür kılmakla kalmamış, ayrıca farklı toplumlarda Türkiye’ye yönelik olumlu algı oluşmasına da katkı sağlamıştır. Bu kültürel etkileşim zemini, Türkiye’nin uluslararası alanda kendini anlatma biçimini çeşitlendirmiştir. Enstitünün faaliyetlerinin önemli bir boyutunu ise Türkçe öğretimi oluşturmaktadır. Bu kapsamda sadece 2025 yılında 46 bin 200 kişiye Türkçe öğretmiştir. Türkçenin yabancı dil olarak öğretilmesi yalnızca bir dilin aktarılmasını değil, Türkiye’nin tarih, kültür ve düşünce dünyasının anlaşılmasını da beraberinde getirir. Dünyanın birçok ülkesinde Türkçeyi bilmek, Türkiye ile sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan bağlantı kurmayı mümkün kılmaktadır. Bu nedenle Enstitü’nün Türkçe öğretimi, basit bir dil öğretiminin ötesinde kültürel diplomasi stratejisinin önemli bir parçasıdır. Türkçeyi öğrenen on binlerce kişi Türkiye’de eğitim, ticaret ve kültürel etkileşime yönelmektedir. Yunus Emre Enstitüsünün yürüttüğü Türkçe öğretim faaliyetleri devam ederken, son yıllarda ortaya çıkan önemli bir kültürel gelişme bu çabaların etkisini daha da görünür kılmıştır. Türk dizilerinin ve sinema yapımlarının dünya genelinde geniş bir izleyici kitlesi tarafından takip edilmeye başlanması, Türkiye’nin kültürel anlatısının doğal ve kendiliğinden bir yayılım göstermesine imkân tanımıştır. Latin Amerika’dan Balkanlar’a, Güney Asya’dan Orta Doğu’ya ve Türk Devletleri Dünyasına kadar uzanan geniş bir coğrafyada Türk yapımlarının izlenme oranlarının artması, Türkiye’ye yönelik merak ve yakınlığı güçlendirmiştir. Bu gelişme Türkçeyi öğrenmeye yönelik talebi de her geçen gün artırmaktadır. Dizilerde duyulan dil, izleyicilerin hem Türkiye’ye hem de Türk kültürüne daha fazla ilgi duymasına yol açmıştır. Özellikle Balkanlar ve Türk Devletlerini kapsayan gönül coğrafyasında ortak geçmiş kültürün hatırlanmasına yönelik görünmeyen derin bir katkı sunmaktadır. Enstitünün dünyanın birçok ülkesindeki kurslarına yeni kitlelerin yönelmesini sağlamıştır. Bu dil ve kültürel etkileşimi, TİKA’nın yürüttüğü çok boyutlu kalkınma ve insani yardım faaliyetleriyle daha somut bir derinlik kazanmaktadır. TİKA’nın 2002’de yalnızca 12 Program Koordinasyon Ofisine sahipken bugün 63 ofise ulaşması; faaliyet yürüttüğü ülke sayısının 20’den 170’in üzerine çıkması ve kuruluşundan bugüne 32 binden fazla projeyi hayata geçirmesi, Türkiye’nin yurtdışındaki kalkınma iş birliği kapasitesinin boyutlarını açıkça göstermektedir. 1992 yılındaki kuruluşundan 2002 yılına kadarki 10 yıllık dönemde sadece 2 bin 250 proje gerçekleştiren TİKA bugün her yıl yaklaşık 2 bin proje gerçekleştiren bir kapasiteye ulaşmıştır. Son 20 yılda 40 farklı ülkede TİKA tarafından restorasyonu tamamlanan eser sayısı 140'a ulaşmış olup Bosna-Hersek'te Drina (Sokollu Mehmet Paşa) Köprüsü ve Ferhadiye Camisi, Kosova’da Sinan Paşa ve Yaşar Paşa Camileri, Macaristan’da Gül Baba Türbesi, Makedonya’da Atatürk’ün mezun olduğu Manastır Askeri İdadisi, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu ev, Bulgaristan’da Naim Süleymanoğlu’nun büyüdüğü ev, Irak’ta İmamı Azam Ebu Hanife Külliyesi, Lübnan Trablus Hamidiye Saat Kulesi ile Cezayir'de Keçiova Camisi bunlardan bazılarıdır. Sağlık alanında 100’den fazla hastanenin inşası veya renovasyonu, binlerce sağlık merkezi, laboratuvar ve rehabilitasyon biriminin kurulması; eğitim alanında 5 bin 600’ün üzerinde okul projesi; çevre, su ve hijyen alanlarında 700’e yakın proje; kadınların ekonomik hayata katılımını destekleyen 300’e yakın girişim ve kültürel mirasın korunmasına yönelik 140’tan fazla restorasyon çalışması TİKA’nın faaliyetlerinin genişliğini ortaya koymaktadır. Bu projeler, Türkiye ile diğer ülkeler arasındaki ilişkileri yalnızca devlet düzeyinde değil, toplum düzeyinde de güçlendirmektedir. Bir ülkede Türkçe öğrenen bir öğrencinin Türkiye’ye yönelik ilgisi, aynı ülkede TİKA tarafından inşa edilen bir okul veya hastane aracılığıyla daha kalıcı bir dayanışma ilişkisinin parçası haline gelmektedir. Ayrıca Türkiye, TİKA’nın gerçekleştirdiği projelerle insani yardımların milli gelire oranına göre yapılan sıralamada dünya birinciliğini son 5 yıldır korumaktadır. Bu iki boyutla eş zamanlı olarak YTB, diaspora ve akraba topluluklarla ilişkileri güçlendiren kapsamlı bir stratejiyi hayata geçirmiştir. YTB’nin son 15 yılda geliştirdiği programlar, Türkiye’nin yurt dışında yaşayan vatandaşlarıyla bağlarını güçlendirmesine, diasporanın sosyal ve kültürel alanda daha görünür hale gelmesine ve gönül coğrafyasında yaşayan soydaş ve akraba topluluklarla sürdürülebilir ilişkiler kurulmasına imkân tanımıştır. YTB’nin Türkçe ve eğitim destekleri kapsamında yürüttüğü çalışmalar, yurtdışında yaşayan çocuk ve gençlere yönelik olarak çift dilli eğitimden Anadolu Okuma Evlerine kadar uzanan geniş bir portföyü kapsamaktadır. Yaklaşık 13 bin kişinin katıldığı Türkçe kursları, 4 bin 500 öğrencinin yararlandığı hafta sonu okulları ve 6 bini aşkın gencin yer aldığı eğitim akademileri, Türkiye’nin diasporasına yönelik kültürel ve eğitsel desteğinin kapasitesinin büyüklüğüne işaret etmektedir. Ayrıca yaklaşık 11 bin gencin katılım sağladığı kültürel hareketlilik programları, Türkiye ile diasporası arasında duygusal ve kültürel bağları pekiştiren önemli bir araç haline gelmiştir. YTB’nin çalışmalarının en stratejik boyutlarından birini ise Türkiye Bursları oluşturmaktadır. Bu program, dünyanın 170’ten fazla ülkesinden öğrencilerin Türkiye’de lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde eğitim almasını sağlayarak Türkiye’nin küresel ölçekteki akademik etki alanını genişletmektedir. 1992 yılından itibaren toplam 125 bin 737 öğrenciye burs imkânı sağlanmış olup Türkiye’de öğrenim gören uluslararası öğrencilerin yaklaşık %4’ü Türkiye Bursları kapsamında eğitim görmektedir. Türkiye Bursları yalnızca bir eğitim desteği değil, uzun vadeli bir ilişki ağı üretme aracıdır. Bu burslarla Türkiye’ye gelen öğrenciler hem akademik birikim kazanmakta hem de Türkiye’nin kültürel ortamıyla tanışmaktadır. Mezun olduklarında ülkelerine geri döndüklerinde ise Türkiye ile bağlarını sürdüren, çeşitli alanlarda iş birliğine açık bir insan kaynağı oluşturmaktadırlar. Bu yönüyle Türkiye Bursları, YEE’nin dil ve kültür alanında kurduğu zemini akademik düzeyde derinleştirirken, TİKA’nın kalkınma faaliyetlerinin sürdürülebilirliğini artıran beşeri bir ilişkiler ağı inşa etmektedir. Bu üç kurumun faaliyetleri bir arada değerlendirildiğinde Türkiye’nin son yirmi yılda yeni bir dış politika ekosistemi oluşturduğu görülmektedir. Kültürel diplomasi, kalkınma yardımı ve diaspora politikası birbirinden bağımsız alanlar olmaktan çıkmış; ortak bir stratejik çerçevenin (ortak bir yeni dilin) parçaları haline gelmiştir. Böylece Türkiye, yalnızca devletlerle değil, toplumlarla, gençlerle, akademisyenlerle, sanatçılarla, öğrencilerle ve yerel topluluklarla bağ kuran çok katmanlı bir dış politika yaklaşımı geliştirmektedir. Bu yaklaşım, Türkiye’nin uluslararası alandaki konumunu güçlendirdiği gibi, uzun vadede kalıcı dostluklar ve ortaklıklar oluşturmasına da imkân vermektedir. Diğer taraftan bu üç kurumun da Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı olması, Türkiye’nin kültürel diplomasi, kalkınma iş birliği ve diaspora politikalarını tek bir stratejik çerçevede bütünleştirmesi bakımından son derece önemlidir. Bu yapı, kültürün, eğitimin ve insani dayanışmanın birbirini tamamlayan unsurlar olarak ele alınmasını sağlayarak Türkiye’nin uluslararası alandaki görünürlüğünü ve cazibesini artırmaktadır. Özellikle turizm kapasitesinin son yıllarda hızlı biçimde büyümesi, bu bütünleşik yapıdan önemli bir pozitif geri besleme almaktadır. YEE’nin kültürel etkinlikleri ve Türkçe öğretimi, TİKA’nın kalkınma projeleriyle farklı ülkelerde oluşturduğu güven duygusu ve YTB’nin diaspora aracılığıyla kurduğu kalıcı bağlar, Türkiye’ye yönelik kültürel ilgiyi ve ülkeyi ziyaret etme isteğini doğrudan yükseltmektedir. Dizilerin, filmlerin ve kültürel ürünlerin küresel dolaşımıyla güçlenen Türkiye algısı, bu kurumsal yapı sayesinde turizme somut biçimde yansımakta; Türkiye’yi ziyaret eden milyonlarca kişinin zihninde yalnızca bir turizm destinasyonu değil, aynı zamanda tarih, kültür ve sanat ekseninde zengin bir yaşam alanı olarak konumlandırmaktadır.

Bir puan kârdır

Bir puan kârdır

Ali Şansalan’ı beğenirim. Ancak dün beni şaşırttı doğrusu! Hocam her faul sarı veya kırmızıyı gerektirmez. Örneğin Emirhan’a 2. dakikada çıkardığı sarı, değil! Yalnız Orkun Kökçü’ye çıkardığı sarı, kırmızıya dönüşse gıkımız çıkmaz. Kaptan sarıyı yedi, oyundan düştü. Gelelim, Toure’nin kızardığı 38. dakikaya... En büyük itirazım bunadır hocam! Acımasızlık yok, dizi kırık, şiddet yok, sadece dikkatsizlik... Ya VAR’a ne oluyor? Net bir durum yok. Buna işgüzarlık derim! Liderin en yakın takipçisi Trabzonspor, maça müthiş baskılı başladı. Öyle ki, Beşiktaş savunmasına nefes alacak fırsat bırakmadı dersek abartmış olmayız. Kartal, savunmasından çıktığı anlarda kontratağa döndü, 18’de Toure’nin omuzuyla indirdi topu iki haftalık ayrılıktan sonra ilk onbirde sahaya çıkan Tamm Abraham tamamladı, perdeyi açtı. Trabzonspor baskıya çıktığı anlarda savunmayı rafa kaldırdı, Kartal uzun paslarla bunları fırsata çevirdi. Nitekim 22’de Toure, sağında bekleyen Cerny gördü, gol geldi. Bundan üç dakika sonra Muçi, şık bir vuruşla farkı bire indirdi. 31’de yine Beşiktaş bir fırsat daha yakaladı, Rashica, Cerny’yi gördü, Çek futbolcu yine affetmedi, farkı ikiye taşıdı. Son bölümlerde Şansalan, kontrolü sağlamak için sık sık sarılara sarıldı, ipin uçunu kaçırdı! İKİNCİ YARI MI? Ev sahibi takım tüm hatlarıyla yüklendi, oyunu tek kaleye çevirdi. Bu baskıya ne duvar, ne de can dayanır arkadaş! 63’de Zubkov uzaktan sert vurdu, Oulai’ye çarpan top filelere gitti, fark yeniden bire indi. Bu oyunda, bir de eksikseniz, nereye kadar savunma yapabilirsiniz ki? 84’de Zubkov uzaktan soluyla sert vurdu, Ersin topu filelerde gördü. Ama kurtardıklarını da anımsatalım. Evet, Karadeniz’deki bol gollü derbiden on kişi kalan Kartal’ın bir puanla evine dönmesi bence kârdır. Ne var ki, skor 3-2 iken Jurasek’in bir pozisyonu var, vurmaya denemese, bom - boş pozisyondaki Abraham’a çıkarsıydı, her şey terse dönecekti, olmadı.

Trabzonspor, Toure'ye dua etsin!

Trabzonspor, Toure'ye dua etsin!

İlk yarının değil, sezonun en ilginç derbisi olmaya aday bir maç izledik. Trabzonspor’un fırtına gibi başladığı 15 dakikalık bölümde Beşiktaş o kadar çaresizdi ki, golü yese teslim olacaktı sanki. Skordan bağımsız söylüyorum; Trabzonspor’un kimyası Onuachu gibi bir golcü, Pina gibi sağ kanadın istikrar abidesi iki futbolcunun yokluğunda kolay bozuluyorsa, orada sorun var demektir. Beşiktaş ilk hızlı hücumda önce Abraham, ikincisinde Cerny ile rakip savunmayı daha doğrusu Serdar’ı uykuda yakaladı. Goller Trabzonspor’un dersini iyi çalışmadığını gösterdi. Son haftaların yıldızı Muçi’nin ağları bulan şutu arkadaşlarını motive edememiş ki, Cerny yine kariyerinin en kolay sayılarından birini yaptı. İlk 5 dakikada Emirhan ve Orkun’un gördüğü sarı kartlar oyundaki dengeleri değiştirecek tehlikenin sinyalini vermişti adeta. Beşiktaş’ın iki golüne asist yapan El Bilal Toure’nin 38. dakikada Ozan’a yaptığı faul, VAR uyarısıyla kırmızıya dönünce, maçın hikayesi de değişti. Yıllardır Trabzonspor’u izliyorum. İkinci yarıda bulduğu pozisyonlar sanırım 5 maçı doldurmaz. Beşiktaş on kişiyle kapanıp direnirken, kaleci Ersin hayatının kurtarışlarıyla takımını ayakta tutmaya çalıştı. Baskıya Beşiktaş değil, Real Madrid dayanamazdı. Ve bu tablodan gol çıkmaması futbolun doğasına aykırı idi. Nitekim gecenin en iyilerinden Zubkov’un şans golü ve 84. dakikadaki eşitlik sayısı Trabzonspor’u ipten aldı. Şu çok açık, Trabzonspor’un ikinci yarıda Augusto ile girdiği pozisyonlarda Onuachu olsaydı, Beşiktaş iki farklı öne geçtiği maçı en az iki farklı kaybedebilirdi. Yani, Nijeryalı golcü yoksa Trabzonspor’un B planı da yok. Şampiyonluk hedefleyen bir takım için acil çözüm bulunması gereken problemdir bu. Neticede, Trabzonspor, Bilal Toure’ye dua etsin. Onun sorumsuzluğu camiayı derinden üzecek bir geceyi teselliye çevirdi.

Ne derbiydi ama…!

Ne derbiydi ama…!

Her şey 38’nci dakikada iki asistle oynayan El Bilal Toure’nin takımını bir eksik bırakmasıyla başladı. O ana dek her şey siyah-beyazlı takımın istediği şekilde gidiyordu. Her ne kadar maça iyi başlayan taraf Trabzonspor olsa da, bekleyerek oynayan Beşiktaşlı oyuncular kaptıkları toplarla geçişleri kusursuz yaparak, çifte kavrulmuş hataları arka arkaya yapan Trabzonspor defansının arasından elini kolunu sallayarak üç gole imzalarını attılar. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu oyun şekli; Beşiktaş’ın genelde derbilerde ortaya koyduğu, rakiplere kabul ettirdiği ve de başarılı olduğu bir oyun anlayışıydı. 1-3’lik skor an itibariyle ne Trabzonsporluların ne de Beşiktaşlıların 40 gün 40 gece düşünse; tahmin edeceği bir skor değildi. Öyle ki her girilen pozisyon gol oldu. Bir diğer deyişle, Sergen Yalçın’ın öğrencileri üç atakta üç gol bulmuş, karşılaşmanın favorisi gösterilen Tekke’nin öğrencileri hayal kırıklığı yaşamaya, yaşatmaya başlamıştı. Benzer duyguları milyonlarca Trabzonsporlu da yaşamıştır. Orkun’un Serdar’a yaptığı hareketin kırmızı olup olmadığı tartışmaya açık olsa da, El Bilal Toure’nin Ozan’a yaptığı hareket tartışmaya kapalıdır! Dediğimiz gibi o kırmızı kart, maçın rengini, seyrini, skorunu etkilemiştir. Aksi halde evinde 1-3 mağlup oynayan Trabzonspor için kalan dakikalar hiç de iyi geçmeyecekti. Hal böyle olunca oyunun kontrolü tamamen bordo-mavili takımın eline geçti. Topa sahip olmadan tutun, ceza sahasına yapılan ortalara, girilen pozisyonlara kadar. Sen gel de Onuachu’yu arama. Laf aramıza oyunda olduğu süre Olaigbe’nin de bordo-mavili takımı bir eksik oynattığını söyleyelim hani. Trabzonspor’da sol taraf işlemeyince ister istemez Zubkov’un kanadı kullanıldı. Zubkov’un uzaktan kaleye yoklamalarının birinde top Oulai’ye çarparak gol oldu, diğerinde top adres sormadan filelerle kucaklaştı. Muçi’in attığı gol Gökhan’ın hatasından kaynaklı idi. Ayrıca bordo-mavili takımın iki topunun direkten dönmesi hem Beşiktaşlıların hem de Trabzonsporluların yüreğini hoplatmıştır. Öyle ya böyle bir derbiye yürek mi dayanır! Direkten dönen toplar için Beşiktaş’ın şansı, Trabzonsporluların şanssızlığı diyelim. Ne derbiydi ama! İki farklı öne geçen Beşiktaş mağlup olmamak, geriden gelen Trabzonspor kazanmak için her şeyi yaptı. İki takım oyuncuları böyle bir derbiyi izlettikleri için alkışı, övgüyü hak ediyor. Zira bazı derbilerde izleyenlerin uykusunun geldiğini biliyoruz da!