Her şerde hayır vardır

Her şerde hayır vardır

Öykü, ünlü Çin düşünürü Lao Tzu’nun zamanında geçer. Tzu, bu öyküyü çok sever ve çevresindekilere sık sık anlatırmış. Çinlilerin bir öyküye sığdırdığı bu inanılmaz hayat dersini biz tek cümleye sığdırdık. Ne zaman bir konuda tıkansak ya da başına gelen olumsuzluklara “artık dayanamıyorum” diye isyan eden birini görsek “Her şerde bir hayır vardır!” diye onu sakinleştirmeye çalışırız. Niye mi? Kapanan her kapının ardından yeni bir kapı açılabilir, kaçan her fırsatın çok daha iyisi yakalanabilir. Umut da biterse geriye ne kalır? İşte o öykü: “Çin’in yoksul köylerinden birinde yaşlı ve çok fakir bir adam varmış ama kral bile onu kıskanırmış. Dillere destan öyle bir beyaz atı varmış ki Kral o at için ihtiyara ne isterse vereceğini teklif etmiş ama adam satmaya asla yanaşmamış. ‘Bu at, bir at değil benim için. Bir dost. İnsan dostunu satar mı’ dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış. ‘Seni ihtiyar bunak. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın ömrünün sonuna kadar bey gibi yaşardın. Şimdi ne paran var ne de atın’ demişler. İhtiyar ‘Karar vermek için acele etmeyin’ demiş. Sadece at kayıp deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.’ Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş. Dönerken de vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler. ‘Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var...’ demişler. ‘Karar vermek için gene acele ediyorsunuz’ demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz? ‘Köylüler bu defa ihtiyarla açıktan dalga geçmemişler ama içlerinden ‘Bu herif sahiden gerzek’ diye geçirmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini sağlayan oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. ‘Bir kez daha haklı çıktın. Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın’ demişler. İhtiyar ‘Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz’ diye cevap vermiş. ‘O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.’ Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler yine ihtiyara gelmişler. ‘Gene haklı olduğun kanıtlandı’ demişler. ‘Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.’ ‘Siz erken karar vermeye devam edin’ demiş, ihtiyar. Ne olacağını kimse bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunun hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.” Lao Tzu öyküsünü şu nasihatle tamamlarmış, etrafına anlattığında: ‘Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.’ Özetin özeti: Kaçan balık büyük olsa da daha büyüğünü yakalama olasılığı daha umut ve heyecan verici olabilir!

Yukarıda neler oluyor? Mars’ta hayat, Dünya’da ölüm

Yukarıda neler oluyor? Mars’ta hayat, Dünya’da ölüm

NASA Mars’ta sıra dışı kayaçlar bulunduğunu, bunun bir zamanlar kızıl gezegende yaşam olduğuna dair şimdiye kadarki en güçlü işaret olduğunu açıkladı. Bilim dünyası heyecanlandı. Ajanslar “Tarihi keşif!” diye yazdı. Sanki orada yaşayan bakterinin fosiline ulaşınca insanlığın dertleri bir anda çözülüverecekmiş gibi. Oysa dünyada yaşamın kendisi, tüm canlı çeşitliliğiyle birlikte yok oluşun eşiğinde. Ormanlar yanıyor, buzullar eriyor, denizler plastik doluyor. İnsanlar savaşlarda, açlıkta, sellerde, depremlerde ölüyor. NASA’nın 25 milyar dolarlık yıllık bütçesi var. Avrupa Uzay Ajansı, Çin, Rusya, Hindistan derken, insanlık her yıl yüz milyarlarca doları gökyüzüne savuruyor. Bu paraların yalnızca küçük bir kısmı bile, dünyadaki açlığı sona erdirmeye, iklim krizine karşı gerçek çözümler üretmeye yetebilir. Ama hayır. Daha cazip olan şey, Mars’ta taş toplamak, Ay’da bayrak dikmek, uzay turizmi biletleri satmak. Mars’ta keşfedilen kayaçlar, bilim insanlarına göre geçmiş yaşamın izlerini barındırıyor. Peki ya Dünya’daki yaşamın izleri? Her geçen gün biraz daha silinmiyor mu? Bir zamanlar Amazon’da milyonlarca hektarlık orman vardı, şimdi kül oldu. Bir zamanlar denizlerde balık sürüleri vardı, şimdi mikro plastik yutuyoruz. Bir zamanlar gökyüzü masmaviydi, şimdi karbon bulutlarıyla kaplı. Eğer yaşamın izlerini arıyorsak, Dünya’nın kendisi zaten devasa bir laboratuvar. Fakat biz onu yok ederken aynı anda başka gezegenlerde “fosil” arıyoruz. *** Ve tabii, unutmamak gerek: Uzay da artık eskisi gibi masum değil. Yörüngede yaklaşık 40 bin insan yapımı nesne dönüp duruyor. Bunların 11 bini aktif uydu geri kalanları roket parçaları ve enkaz. Küçük parçacıklardan, çarpışmalar sonucu oluşan milyonlarca minik enkaza kadar her şey yörüngede dönüp duruyor. İnsanlık her adımda hem kendi evini hem de gökyüzünü kirletmeyi başarıyor. Hem dünyayı hem de gökyüzünü o kadar kirlettik ki artık yıldızları bile göremiyoruz. Kara mizah şurada: İnsanlık kendi evini yıkıyor ama başka gezegende eski bir mikrobun taşlaşmış izini bulunca coşuyor. Belki de Mars’ta hayatın olduğuna sevinmemizin tek nedeni, Dünyadan umudumuzu kesmiş olmak. Uzay araştırmaları elbette bilime katkı sağlar. Ama önceliklerin bu kadar ters yüz edilmesi, insanlık tarihinin en büyük ironilerinden biri. “Dünya’da açlık ve iklim krizini çözemedik, bari Mars’ta bakteri bulalım” yaklaşımı bilimsel merak değil, kolektif kaçıştır. Ve bu kaçışın faturası ağırdır: Hem milyarlarca doların heba olması hem de yeryüzündeki hayatın daha hızlı çöküşe sürüklenmesi. *** Belki de asıl mesele, bilimin hangi sorulara cevap aradığıdır. Mars’ta geçmiş yaşam izlerini bulmak heyecan verici olabilir, evet. Ama daha zor, daha yakıcı ve daha insanca olan soru şudur: “Bu gezegende yaşamı nasıl sürdürebiliriz?” İnsanlık, kendi evinde barışı, adaleti, eşitliği ve doğayla uyumu kuramadığı sürece, başka dünyaları fethetse ne olur? Üstelik unutmayalım: Uzay araştırmaları yeni değil. İnsanlık yüzyıllardır gökyüzüne bakıyor, teleskoplarını kuruyor, roketlerini gönderiyor. Onca masraf, onca şatafatlı proje… Bugün geldiğimiz noktada Ay’a birkaç kez inebildik, Mars’a birkaç robot yollayabildik. Hepsi bu. Ama dünyayı kirletmekteki hızımızı hiç azaltmadık. Hatta yetmedi, uzayı da bir çöplüğe çevirdik. Üstelik bu durum uzaydaki aktif uydular için de bir tehlike oluşturuyor. Geçen yıl NASA uzayda biriken maddi atıkların nasıl geri dönüştürüleceğine dair yenilikçi fikirler için 3 milyon dolar ayırdı ama sonuç alınamadı. Harvard’lı bir bilim insanı da Dünya’ya hızla yaklaşan gizemli bir cismin uzaylılara ait olabileceğini söyledi. Mars’ta ayak izimizi bırakabiliriz; dünyaya hızla yaklaşan cismin ne olduğunu anlayabiliriz ama bu keşifleri yaparken dünyayı yok etmek, tarihe ironik bir not düşmekten öteye geçmeyecek.

e-ticaret nereye gidiyor?

e-ticaret nereye gidiyor?

Farkında mısınız; son birkaç yılda e-ticaret tüketicilerin alışveriş alışkanlıklarını köklü biçimde değiştirdi. Artık tüketiciler ürünleri karşılaştırabiliyor, yorumları okuyabiliyor ve kampanyaları anlık olarak takip edebiliyor. Bu sayede hem zaman tasarrufu sağlıyor hem de kişiselleştirilmiş alışveriş deneyiminin keyfini çıkarıyorlar. Doğal olarak, geleneksel mağaza ziyaretleri de yerini giderek çevrimiçi platformlara bırakıyor. Geçtiğimiz günlerde Hepsiburada Kurumsal İlişkiler, İletişim ve Sürdürülebilirlik Başkan Yardımcısı Cem Tanır ile bir araya geldik. Bize dünyanın önde gelen teknoloji şirketlerinden Kazakistan merkezli Kaspi’yi anlattı. Bildiğiniz gibi, bu yılın başında Kaspi, Türkiye’yi e-ticaretle tanıştıran Hepsiburada’nın yüzde 65.42’sini satın aldı. Bu işlem, son yıllarda Türkiye’ye yapılan en büyük yabancı yatırımlardan biri oldu. Üstelik sadece 2025 yılında Kaspi’nin Türkiye’ye yapacağı yatırımın, banka satın alımları ve fintek hamleleriyle birlikte, 1.5 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Pandeminin e-ticaretin gelişiminde çok büyük bir etkisi oldu ama süreci hızlandıran başka etkenler de vardı. Dijitalleşmenin hız kazanması ve internet erişiminin yaygınlaşması, mobil cihaz kullanımının artması ve çevrimiçi ödeme sistemlerindeki güvenlik iyileştirmeleri de kritik rol oynadı. Dönüştürücü gücü var Cem Tanır’ı dinlerken gördüm ki; başarılı bir e-ticaret operasyonu, sadece ticari tecrübe değil; aynı zamanda dijital yetkinlik, veri, dijital ürün ve fintek uzmanlığı da gerektiriyor. E-ticaret artık basit bir “alışveriş platformu” olmanın ötesine geçti; finansal teknolojilerle bütünleşti. Galiba e-ticaret aslında teknoloji şirketi mantığıyla yönetilmesi gereken bütünleşik bir ekosistem haline geldi. e-ticaret deyince artık dijitalden ve onun dönüştürücü gücünden bahsediyoruz. Hepsiburada da önümüzdeki dönem için vizyonunu Türkiye’nin bölgesel bir dijital güç merkezi olması olarak belirlemiş.Bu vizyonun gerçekleşmesi için ürün ve hizmet kalitesini yükseltmek, yenilikçi dijital çözümlerle paydaşların hayatını kolaylaştırmak ve özellikle KOBİ’leri küresel rekabette güçlendirmek gerekiyor. Çin ve kontrolsüz ticaret Öte yandan, düşük maliyetlerle Çin’de üretilen ürünlerin yine çok düşük fiyatlarla Türkiye’de hızla satılması önemli bir sorun. Bu yalnızca bize özgü değil, küresel ölçekte yaşanan bir mesele. Cem Tanır, bu durumu yorumlarken “Yalnızca agresif fiyatlandırmaya dayanan ve temel sıhhi, yasal ya da etik standartları es geçen iş modelleri kısa vadede cazip görünebilir ama uzun vadede hem tüketicilere ve satıcılara hem de ülke ekonomisine zarar verir” diyor. Nitekim bugünlerde dünyanın dört bir yanında bir çok hükümet, kontrolsüz yabancı e-ticaret modellerine karşı çözümler arıyor. Dolayısıyla hükümetlerin ve e-ticaret platformlarının önceliği, bulundukları ülkedeki KOBİ’leri, perakende ekosistemini ve yerel ekonomiyi desteklemek olmalı. Ancak unutmamak gerekir ki sektörde yapısal sıkıntılar da mevcut: yüksek kargo maliyetleri, lojistik altyapıdaki dengesizlikler ve tüketici haklarına dair eksiklikler hâlâ çözüm bekliyor. Kısacası e-ticaret, yalnızca ticaretin değil; lojistikten ödeme sistemlerine, dijital güvenlikten veri yönetimine kadar pek çok alanın dönüşümünü beraberinde getiriyor. Ve öyle görünüyor ki Cem Tanır’ın da dediği gibi, önümüzdeki 15 yıl, tüm dünyada e-ticaretin en önemli rekabet ve değer yaratma alanı olacağı bir dönem olacak. Bu süreçte biz tüketicilerin hayatı yenilikçi dijital ürün ve hizmetlerle daha da iyileşecek.

Bilgeliğin oyunu satranç ve The Turk otomatı

Bilgeliğin oyunu satranç ve The Turk otomatı

The Turk, Macar mucit Wolfgang von Kempelen’in 1770’te tamamlayıp, İmparatoriçe Maria Theresa’ya sunduğu, geleneksel Türk kıyafetleri içinde bir satranç robotuydu. Oynadığı hiçbir oyunda mağlup olmadı bu robot... Geçtiğimiz günlerde 2008 doğumlu, yani 16 yaşındaki Ediz Gürel adlı profesyonel satranç sporcusu bir gencimiz Semerkant’ta düzenlenen 2025 FIDE Grand Swiss Turnuvası’nda dünya satranç şampiyonu Hintli Dommaraju Gukesh’i yendi. Ülkemiz adına gurur veren bu gelişmeden ilham alınarak satrancın tüm Türkiye genelinde yaygınlaştırılmasının özellikle çocuklarımıza ve gençlerimize büyük yararları olacağı inancındayım. Bu yazımda sizlere oldukça ilginç bir satranç fenomeninden söz etmek istiyorum. Kadim bilgelik oyunu Satrancın tarihi malum çok eski. Rivayete göre Hint racası vezirinden kendisine sıkıntısını giderecek bir oyun bulmasını ister ve böylece satranç ortaya çıkar. Miladi 6. yüzyılda Hindistan’da ortaya çıkan satranç hızla önce uzak Asya’ya, ardından da Ortadoğu ve Avrupa’ya yayıldı. 1.400’lü yıllarda satranç artık Avrupa soylularının en popüler oyunu haline geldi ve “kralların oyunu” olarak görülmeye başlandı. Satranç Ortadoğu’da Araplar ve Farslar arasında hızla yayıldı ve çok sevildi. Hz. Ali’nin ve Halid bin Velid’in iyi birer satranç oyuncusu oldukları biliniyor. Arapların kervan yolculuklarında sözlü satranç oynadıkları rivayet edilir dönem kaynaklarında. Fetva konusu dahi olmuş. Örneğin İmam Şafii, farz ibadetlere engel olmayacak şekilde satranç oynanmasını sakıncalı görmez ve savaş taktiği geliştirme gibi konularda faydalı olduğunu belirtir. Gerçekten de satranç oynandıkça ufuk açan, hayatın her alanında kişiye fayda sağlayan bir spor, bir disiplindir. Haçlı seferleri, Sicilya, Endülüs İslam medeniyetleri ve Rusya’dan Avrupa içlerine yayılan satranç, şövalyelerin yedi erdeminden biri olarak kabul edildi. Kilise ise -beklendiği gibi- satranca şiddetle karşı çıktı ve şeytan işi olduğunu söyledi. Buna rağmen hızlanarak yayıldı. Haçlı seferleri tarihinde Müslüman ve Hristiyan şövalyelerin, hatta Selahaddin Eyyubi ile Arslan Yürekli Richard’ın satranç oynadığı aktarılır. Emevi etkisiyle önce İspanya, sonrasında İtalya, Fransa, İngiltere ve Rusya en iyi satranç oynanan ve oyunu geliştiren ülkeler oldu. Satranç, Abbasi, Bizans ve Osmanlı saraylarında da sık oynanan bir oyun oldu. Topkapı Sarayı’nda birbirinden güzel ve değerli taşlarla yapılmış satranç takımları bulunur. Wilhelm Steinitz 1886’da ilk resmi Dünya satranç şampiyonu oldu. The Turk İnsanlık tarihinin bu en sofistike oyunu ile ilgili olan The Turk yakın geçmişin en ilginç hikâyelerinden biri olan The Turk Macar mucit Wolfgang von Kempelen’in 1770’te tamamlayıp, İmparatoriçe Maria Theresa’ya sunduğu, geleneksel Türk kıyafetleri içinde bir satranç robotuydu. Geleneksel Türk giysileri içinde ve elinde nargilesi de olan bu gizemli robot, satranç malzemelerinden oluşan bir çeşit mekanizmaydı. Oynadığı hiçbir oyunda mağlup olmadı bu robot. The Turk, Napolyon Bonaparte ve Benjamin Franklin’le bile satranç oynadı ve onları da yendi. Von Kempelen’in icadının gizemi uzun süre çözülemedi. Dijital teknolojinin ve ona bağlı algoritma yapabilen yapay zekânın olmadığı bir dönemde, bir kişi hariç tüm rakiplerini yenmesi büyük bir muamma oldu. Maria Theresa’nın The Turk’ünü sadece Fransız oyuncu Andre Philidor yendi. The Turk ve sırrı The Turk’ün başarısını anlamakta güçlük çekenler, mekanizma içerisinde ‘’çok iyi satranç oynayan bir cüce oyuncu’’ olduğuna inanıp iddia ettiler. Mekanizma açılmadığı için bu iddiaya inananların da sayısı çoğaldı. Kralları, imparatoriçeleri yenen kaftanlı, bıyıklı robot! Von Kempelen iyice artan cüce oyuncu iddiaları karşısında sonunda mekanizmanın içini açtı ve herkese gösterdi, kimse yoktu. Fakat içinde süper satranç oynayan cüce var cüce söylemi hiç son bulmadı. The Turk’ün zaferlerinin gizemi çıldırtıcı bir hal almıştı. Kaftanlı, bıyıklı Türk robot rakip oyuncu hamlesini geciktirdiğinde parmaklarını sıkılma ifadesi olarak masaya vuruyordu. Rakip oyuncu saçma ve büyük hata oluşturan bir hamle yaptığında ise taşları devirip oyunu bozuyordu. Şah! The Turk, Von Kempelen öldükten sonra da satranç müsabakalarına devam etti ve yine maçları kazanarak mucidinin hatırasını onurlandırdı. 1804’te Kempelen öldükten sonra The Turk’ü Alman Johann Maelzel satın aldı ve mekanizmaya ‘’Şah’’ diyen bir ses ünitesi ekledi. Döneminin kafaları çok karıştıran bir icat olan The Turk ABD turnesine de çıktı. New York’ta kendisine karşı oynayan iki büyük satranç ustasını yendi. Ardından Boston, Philadelphia ve güney eyaletlerini dolaştı. Gittiği her yerde, efsane olmaya devam etti The Turk otomatı. Richmond, Virginia’da, Türk’ün performansına tanık olan Edgar Allan Poe adlı genç bir gazeteci ‘’otomatın gizli bir insan operatör tarafından yönetilen ve aslında bir sahtekârlık olduğunu savunan bir makale yazdı! Poe bundan emindi. Edgar Allen Poe makalesinde “Şu kesindir ki Otomatın işleyişi üstün bir zihin tarafından düzenlenip icra ediliyor ve bunun böyle olduğu, başka hiçbir şey tarafından düzenlenmediği oldukça kesindir” diye yazdı. The Turk gerçekten de büyük bir gizemdi. Fakat bu böyle kalmayacaktı. Poe gibi İngiliz yazar Robert Willis’de bir satranç ustasının mekanizma dolabında saklandığını ve robot Türk’ün manken vücuduna kıvrılarak oyunu kontrol ettiğini iddia etti. Hatta bu iddialarını açıklayan birkaç broşür falan da bastırdılar. İçeride birinin olduğundan emindiler. Açıklanamayan düzenek Eleştirmenler, The Turk’ün bir insan operatör tarafından kontrol edilmesi konusunda haklıydı ama hiçbiri aldatmacanın nasıl çalıştığını tam olarak açıklamayı başaramadı. Gerçekte, makinenin çarkları ve krankları, kabinin yalnızca bir kısmına kadar uzanan, çalışmayan tuzaklardı. Bu görsel tuzak, bir insan satranç ustasının kendisini sıkıştırabileceği küçük bir alanı gizleyen bir dekordu sadece. Kempelen veya Maelzel, iç kısımları izleyiciye sergilemek için tüm kabin kapılarını açarken, operatör, gözden kaybolmak için mekanik bir kayar koltuk kullandı. Daha sonra, ana bölmede açık bir alana yerleşecek, bir mum yakacak ve satranç taşlarının tabanındaki mıknatısların çektiği bir dizi sarkan metal diski izleyerek oyunun ilerlemesini takip edecekti. Operatör, kendi hareketlerini yapmak için Türk’ün kolunu hareket ettirebilecekti. Ek olarak da parmaklarını açıp kapatabilecek bir dizi kaldıraç kullandı. Tüm bu mekanik işlemleri yapacak kadar yetenekli birini bulmak kesinlikle kolay bir iş değildi, ancak daha da büyük sorun satrançta uzman bir operatör bulmaktı. Kempelen ve Maelzel, ya seyahatleri sırasında ulaştıkları ya da yanlarında sahte asistanları olarak getirdikleri yetenekli oyunculara güveniyorlardı. Bu yetenekleri bulmak çok ciddi emek ve maliyet demekti ama buna değiyordu. İyi paraya çok iyi oyuncularla anlaştılar. Acı son The Turk’ün Amerika turu sırasında Maelzel, kabine içinde gizlenmediği zamanlarda kişisel sekreteri gibi görünen William Schlumberger adlı Avrupalı bir satranç ustasını kullandı. The Turk otomatı, 65 yılı aşkın bir süre sırlarını saklamayı başardı ve tüm gizemini korudu. The Turk’ün hilesi nihayet 1838’de Maelzel’in Küba’dan ABD’ye bir okyanus yolculuğu sırasında ölmesiyle ortaya çıktı. Satranç otomatı alacaklılarından birinin eline geçti ve sonunda onu işleyişiyle ilgili gerçeği ortaya çıkarmakla ilgilenen bir meraklılar grubuna sattı. John Kearsley Mitchell adlı bir doktor tarafından yönetilen bu meraklılar grubu, Philadelphia’da otomatı incelemek ve sergilemek için birkaç ay harcadı. The Turk, şanlı kariyeri boyunca krallar ve kraliçelerle tanışmış ve binlerce insanı kandırmayı başarmıştı. Sırlar anlaşılıp, gizem açığa çıktıktan sonra The Turk, 1838’de Philadelphia’da bulunan Çin Kültürü Müzesi’ne bağışlandı ve zamanla büyük ölçüde unutuldu. Müze 05 Temmuz 1854’te yangın geçirdi ve tamamen yanıp kül oldu. Dr. Mitchell’in oğlu Silas yanan müzeye koştu, ancak o geldiğinde alevler 85 yaşındaki satranç oyuncusunu çoktan tüketmişti. Silas Mitchell, Türk’ün sırlarını ifşa eden ilk her şeyi anlatan makaleyi yazmaya devam edecekti. Otomat yanarken sürekli ‘’Şah, Şah’’ diyordu.

Değişikliklerle gelen galibiyet

Değişikliklerle gelen galibiyet

Yeni transferler Uğurcan Çakır ve İlkay Gündoğan’la beraber uzun bir aradan sonra Mauro Icardi de ilk on birde başladı Eyüpspor maçına. Olimpiyat Stadı’ndaki karşılaşmanın özellikle ilk yarısında istediklerini yeşil zemine yansıtamadı sarı- kırmızılılar. Kendi sahasında iyi kapanan rakip karşısında oyunu kanatlara yaymak yerine sürekli ortadan delmeye çalıştı Galatasaraylı futbolcular ve bunda başarılı olamadılar. Gol için bir diğer alternatif de rakip kaleye çekilecek şutlardı. Fakat temposuz ve üretemeyen Galatasaray, rakip kaleye ilk isabetli şutunu da 41’de Sara ile gönderebildi. Ardından İlkay’ın şutu onu izledi. Ciddi anlamda kilo fazlası bulunan ve tam olarak hazır olmayan Icardi ve yine istenileni veremeyen Sane de sarı- kırmızılıların etkisiz futbollarında pay sahibi oldular. Icardi’nin bu haliyle ciddi bir sakatlık riski taşımasına rağmen ikinci yarıya da aynı kadroyla başladı Okan Buruk. Yani bir anlamda dokuz kişi oynamaya devam etti. Fakat sonrasında yapılan değişiklikler, maçın seyrini değiştirdi. Galatasaray’da önce Barış Alper Yılmaz girdi oyuna ve sarı- kırmızılılara hareket getirdi. Sonrasındaki değişikliklerle de bu hareket iyice ivme kazandı ve neticesinde de Icardi’nin golü geldi. Yunus Akgün’ün 89’daki golü de galibiyeti perçinledi. Futbol işte böyle ilginç bir oyun. Kilo fazlası bulunan, tam olarak hazır olmayan ve bundan dolayı da etkisiz bir görüntü sergileyen Icardi; bir nevi Galatasaray’ı ipten alan ilk gole imza attı. İşte kalite tam olarak bu! Dünya yıldızı futbolcu, her ne kadar hazır olmasa da fırsatı yakaladığında bunu gole dönüştürebiliyor. Okan Buruk belki skordan dolayı onu oyundan çıkartamadı ve evet, Icardi’nin maç ritmi kazanması gerekiyor. Ama yine de Buruk, Icardi’yi 86 dakika oyunda tutarak büyük risk aldı. Neyse ki, Şampiyonlar Ligi öncesinde herhangi bir kötü durum yaşanmadı. Osimhen’in de sakatlığı düşünüldüğünde bu durum daha da fazla önem kazanıyor. Özellikle ilk yarıda Yunus Akgün, Sallai, Torreira ve Eren Elmalı ön plana çıktılar. Ancak Yunus Akgün, ikinci yarıda bulduğu pozisyonlarda topla çok fazla oynadı ve bundan dolayı da o toplar verimli bir şekilde sonuçlanamadı. Bunun dışında Davinson Sanchez yine kalitesini konuşturdu. İlkay Gündoğan da çok büyük bir kalite ve maç eksiğine rağmen Galatasaray’daki ilk karşılaşmasında göz doldurdu. Tabii bu mücadelenin başka bir önemi de Barış Alper Yılmaz’ın yaşadığı sıkıntılı sürecin ardından ilk kez forma giymesi oldu. Yukarıda da belirttiğim gibi oyuna 57’de dâhil olan başarılı futbolcu, Galatasaray’a ciddi bir hareket getirdi. Maç öncesi taraftarların desteğiyle moral bulan Barış Alper Yılmaz, oyuna girdikten sonraki etkili performansı ve ikinci goldeki asistiyle de bu morali katmerleştirdi. Gol bulmayı çok istedi. Hatta bu nedenle kimi pozisyonlarda özellikle de son dakikada kendisi atmayı denedi ama istediğine ulaşamadı. Galatasaray, Şampiyonlar Ligi’nde Perşembe gecesi deplasmanda Eintracht Frankfurt ile önemli bir maça çıkacak. Sarı- kırmızılılara bu karşılaşmada başarılar diliyorum. Aynı şekilde A Milli Erkek Basketbol Takımımıza da Almanya ile oynanacak 2025 Avrupa Basketbol Şampiyonası (EuroBasket 2025) finalinde başarılar diliyorum. Son olarak, dün Metin Oktay’ın vefatının 34. yıl dönümüydü. Icardi, attığı golden sonra son derece takdir toplayan bir şekilde önce üstünü başını düzeltti ardından da Metin Oktay selamı verdi. Aynı şekilde ikinci golden sonra Yunus Akgün ve Barış Alper Yılmaz da aynı selamı verdiler. Türk futbolunun ve Galatasaray’ın unutulmaz golcüsü, “Taçsız Kral” Metin Oktay’ı bedeninin aramızdan ayrılışının 34. yılında sevgi, saygı ve özlemle anıyorum..

Eurovision’a İsrail resti!

Eurovision’a İsrail resti!

Ukrayna’ya savaş açtığı yıl Rusya’yı Eurovision Şarkı Yarışması’ndan diskalifiye eden Avrupa Yayın Birliği (EBU), Avrupa’dan birçok sanatçının tepkisine rağmen İsrail’i yarışmadan men etmedi. Üstüne üstlük 2025’te İsrail, Eurovision’da ikinci olmuştu. Avrupa’da gittikçe yükselen İsrail karşıtlığı 12-14 Mayıs 2026 tarihlerinde Avusturya’nın başkenti Viyana’da yapılacak Eurovision’da da kendini göstermeye başladı. “70. Eurovision Şarkı Yarışması’na İsrail dahil edilirse biz yokuz” diyen ülkelerin sayısı şimdiden beşe yükseldi. 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de 65 bin civarında Filistinliyi katleden, uyguladığı ambargo nedeniyle çocuklar ve yaşlıları açlığa mahkûm eden, uluslararası yardım kuruluşları görevlilerini ve bölgede görev yapan gazetecileri hedef alarak öldüren İsrail’i artık Eurovision’da yarışmacı olarak görmek istemeyen ülkeler şunlar: İspanya, İzlanda, İrlanda, Slovenya ve Hollanda. Son yarışmada İsrail’i diskalifiye etmeyen EBU’nun bu kez işi zor. Çünkü, “İsrail katılırsa biz katılmayacağız” diyen İspanya ve İrlanda, Eurovision’u yedişer kez kazanan ülkeler. Hâl böyle olunca Eurovision Direktörü Martin Green, “Eurovision etrafındaki katılım ve jeopolitik gerginlikleri nasıl yöneteceğimiz konusunda görüş almak için tüm EBU üyeleriyle istişarelerimiz devam ediyor” açıklaması yapmak zorunda kaldı. Eurovision’a rest çekenler ülkelerin sayısı artarsa EBU’nun Rusya’ya uyguladığı yasağı İsrail’e de uygulamak zorunda kalabilir. Zeki Müren konseri biletleri tükendi! Zeki Müren, 24 Eylül 1996 tarihinde aramızdan ayrıldı. Bu demektir ki ‘Sanat Güneşi’nin vefatının üstünden tam 29 yıl geçti. Sosyal medyada ‘Bir Gönül Hikayesi-Zeki Müren Anma Konseri’ne dair bir duyuru çıktı karşıma... 18 Eylül Perşembe günü CSO Ada Ankara Bankkart Salon’da gerçekleşecek ve Zeki Müren’in en güzel eserlerinin söyleneceği konserde sanatçının eserlerini Ankara Devlet Klasik Türk Müziği Korosu saz sanatçıları icra edecek. Ses sanatçıları Neşe Dursun Saraç ve Suat Kılıç, Zeki Müren’in dillerden düşmeyen şarkılarını söyleyecek. Ankara Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun da eşlik edeceği konserin bilet fiyatlarına baktım; sudan ucuz. Birinci kategori biletler 250 lira, ikinci kategori bilet fiyatları ise 200 liradan satışa sunuldu. Popüler şarkıcıların konser biletlerinin birkaç bin lira olduğu bir dönemde, Zeki Müren’in ölümsüz şarkılarını Neşe Dursun Saraç ve Suat Kılıç’tan dinlemek isteyen Ankaralı sanatseverleri ekonomik olarak zorlamayacak bedeller bunlar. Bu yüzden olsa gerek, satışa sunulan konser biletleri bir hafta kala tükendi. Organizasyonun elinde tuttuğu 24 bilet ise konserden 24 saat önce satışa açılacak. Zeki Müren gibi dillere pelesenk olan şarkıları yazıp besteleyen ve yorumlayan bir sanatçıyı ölümünün 29’uncu yılında anmak demek, bir sanatçının ardından bıraktığı eserlerle ne denli ölümsüz olduğunun göstergesi. Müzik dünyasında her sanatçıya nasip olmayacak bir onur bu. GÜNÜN SÖZÜ: “Akıllı insan yarışmaz; böylece kimse ona karşı kazanamaz.” (Lao Tzu)

Pembe takım elbiseli adam

Pembe takım elbiseli adam

Hong Kong’da yoğun ve canlı bir enerji var, herkes telaşlı görünüyor. Burada 15-20 yıldır yaşayan Türklerle de tanıştım, onlar eskiden çok daha dinamik bir hayatın olduğunu şimdi biraz sakinleştiğini söylüyorlar. Oysa bana göre, Çin’e bağlı özel idari bir bölge olan Hong Kong’da (kendi hukuk sistemi, para birimi ve pasaportu var) zaman olağanüstü bir hızla ilerliyor: insanlar ya bir yere gidiyor ya da bir yerden dönüyor. Başıboş gezenler sadece turistler, onlar da bir an önce şehir manzarası görme veya benzeri bir deneyim yaşama telaşında. Bir hafta boyunca kendimi bir çizgi romanda (elbette bir manga) hissettim. Sanki her şey iki boyutlu bir çizgi roman estetiğine bürünmüş gibi tuhaf bir lezzet taşıyordu. Hong Kong, Çince’de ‘tütsü kokulu liman’ anlamına geliyor; yalnızca bir ticaret merkezi değil, aynı zamanda geçmişle geleceğin, geleneğin ve modern yaşamın iç içe geçtiği bir şehir. Saat endüstrisi ise küresel ekonomik belirsizlikler ve pandeminin gölgesinde yoluna devam ediyor, tıpkı fuardaki kalabalığın hem nostaljiye hem yeniliğe kucak açması gibi. Her şey dönüşüyor ama bazı şeyler hiç değişmiyor. Hong Kong’da hoşuma giden ana duygu şu oldu: temel ihtiyaç maddesi olmayan çoğu mekanik olan saatler bizi bir araya getiriyor ve birçok başka duyguyla birlikte saatler üzerinden zamanı ve insanı yeniden değerlendirme fırsatı sunuyor. Saat deyip geçmeyelim, sayısal veriler bu ticaretin ne kadar büyük olduğunu gösteriyor: Hong Kong, 16,8 milyar USD gelir ile saat ihraç eden ülkeler arasında ikinci sırada, ilk sırada İsviçre (27,5 milyar USD) var, sonra Çin (9,5 milyar USD) ve Japonya (3 milyar USD) geliyor. Dünyanın dört bir yanından saatler buraya geliyor ve buradan tekrar dünyaya gönderiliyor. Hong Kong, özellikle Çin’e yönelik saat ticaretinde önemli bir dağıtım merkezi. İsviçre’den gelen saatlerin önemli bir bölümü de Hong Kong üzerinden Çin’e ve diğer Asya pazarlarına dağıtılıyor. Yüksek teknolojinin ve yapay zekanın büyük ilgi gördüğü bir zamanda geleneksel saatlerin bu kadar güçlü bir pazar ilgisi görmesi, insanların sanata, zanaata ve duygusal değerlere önem verdiğini gösterir. Bu nedenle saat fuarları bir pazar yerinden öte, yeni bir değer sisteminin bir kutlamasına dönüşüyor. Bazı insanlar, hızlı bir dünyada kalıcılık, geleneğe saygı ve kişisel bir ifade arayışı (aklıma gazeteler ve kitaplar da geliyor) içindeler. Bir saat satın almak sadece lüks bir harcama değil, aynı zamanda bir mirasın parçasını edinmek, bir anıyı somutlaştırmak ve kişisel bir duruşu sergilemek anlamına geliyor. İki farklı yaklaşımın, yani geleneksel mirasın ve radikal inovasyonun aynı fuar çatısı altında bir araya gelmesi, ilk bakışta bir çelişki gibi dursa da bu durumun sektörün hayatta kalma ve büyüme stratejisinin temelini oluşturduğu anlaşılır. Miras markaları, sadece geçmişin tasarımlarını tekrarlamak yerine, köklü zanaatlarını modern tüketici beklentileriyle harmanlıyor. Örneğin, yeni koleksiyonlarda geri dönüştürülmüş metaller ve sürdürülebilir malzemeler kullanılmasına yönelik artan bir eğilim var. Aynı şekilde, çevre dostu üretim yöntemleri de geleneksel saatçiliğin etik ve teknik sınırlarını genişletiyor. Hong Kong Saat Fuarı’nın kalabalığı ve ticaretin uğultusu içinde, pembe takım elbiseli bir adam gördüm, bir yandan kahvesini içiyor ve büyük bir sükunet içinde gazetesini okuyordu. Kendisiyle hemen tanışmak istedim, fotoğrafını çekmek için izin aldığım 70 yaşındaki Manesh Manolo Chellaram meğer bu yıl bir ödül almış ve Hong Kong’un en iyi terzilerinden biri seçilmiş. Kendisi 1860’ta Kahire’de kurulan ilk atölyeden bu yana 7 kuşaktır terzilik yapan bir aileden geliyor. Hong Kong’daki şube ise 1894’te açılmış. Asırlık saat firmaları gibi geçmişe sahip çıkan bu beyefendinin gazete okuma biçimi, kahvesini yudumlayışı ve bir ara bileğindeki altın renkli saate bakışı, Hong Kong’daki çoklu zaman katmanlarının bir özeti gibiydi.ax

Şiddet, kapı önümüzde…

Şiddet, kapı önümüzde…

Balçova’dayım. Tam, manşetlere konu olan babasının av tüfeğini alarak evlerine 300 metre mesafede bulunan karakolu basıp 2 polisi şehit eden, 3 kişiyi de yaralayan 16 yaşındaki Enes’in yakalandığı noktada… Gencin kan izleri hala yerde duruyor. 100 metre ileride ise Emniyet Müdürü Muhsin Aydemir’in yaşamını yitirdiği yeri görüyorum. Gencecik polisler, çekilen sarı bandın önünde duruyor. Sokak, sanki birkaç saat önce o kıyamet yaşanmamış gibi sessizliğe bürünmüş. Çevrede konuşacak birini ararken o ara, Enes’in yaşadığı apartmanın yanındaki evde oturan komşu kızı balkona çıkıyor. Yanında da 8-9 yaşlarında küçük bir erkek çocuğu. Bugün okulun ilk günü, tertemiz formasını giymiş, az sonra yola koyulacaklar. Telefondaki olay anı videosunu gösteren genç kadın, annesinin aileyi daha iyi tanıdığını söylüyor. Biz videoyu izlerken 70 yaşlarındaki anne cama çıkıyor. “Uzun zamandır burada oturuyorlar ama pek yakınlığımız olmadı. İçlerine kapalı, sessiz bir aileydi. Çocuk da öyle, olanlara inanamıyorum…” diyor. Sonra da olay anını, yaşadığı şoku anlatıyor, öyle ya Enes tam da onun balkonu önünde yakalandı; “Birden dışarıdan sesler gelmeye başladı. Ben bir şeyler patlıyor sandım. Balkona doğru koştum. Silahlar patlıyor, bağırıyorlardı. Şok olmuştum. O an o kurşunlar bana da denk gelebilirdi. Hemen içeri kaçtım…” Göz ucuyla küçük çocuğa bakıyorum. Bir kulağıyla bizi dinliyor bir yandan da boş gözlerle Enes’in kaldırımdaki kanına bakıyor. Görüştüğüm insanların sayısı zaman geçtikçe artıyor; Enes’i yakalan genç adam, çevre esnafı, alt kat komşuları, okul müdür yardımcısı… Akşamüzeri belki bir yakını gelmiştir diye son kez yaşadığı apartmana geri dönüyorum. Ancak evde yine kimse yok. Tam dönecekken evinin bahçesi, Enes’in oturduğu apartmanın giriş kapısına bakan bir başka komşuyla karşılaşıyorum. 60’lı yaşlarının ortasındaki kadın, aileyi yıllardır tanıdığını, genç çocukta herhangi olağan dışı bir davranış görmediğini söylüyor, “Sessiz, sakindi” diyor. Bizim toplumumuzda iyi huylu olmaya denk düşen bu durum artık ne kadar sağlıklı bir ruh halinin temsili diye düşünüyorum. Komşu o anları, “Elinde silahla dışarı çıktığı saatlerde ben de bahçede olabilirdim. Yani düşünsenize o an karşı karşıya gelebilirdik. Onu o halde görseydim, ne olurdu bilemiyorum” diye anlatıyor. Aileyi yakından tanıdığını belirten Balçova Çetin Emeç Mahallesi Muhtarı Recep Pervanlar ise “Baba da çocuk da evin bir oğlu. Dede de kendi halinde camiye gidip gelen bir adam. Bu çocuk bu hale nasıl geldi anlamak zor. Mahalledeki arkadaşıyla da görüşmeyi bu yaz kesmiş” diyor. Olay anında muhtarlık binasında olduğunu belirten Pervanlar şöyle devam ediyor; “Çatışma sırasında beni aradılar. Elinde silahla kaçmaya çalışıyormuş, ‘Kendine dikkat et senin oraya da gelebilir’ dediler. Bana neden bir şey yapsın ki! Gerçi o noktadan sonra artık sorgulayamazsın da…” Vatandaşlarla konuşup, Enes’in hikayesini öğrenmeye çalışırken, aslında şiddetin ne denli yakınımızda olduğunu da görüyorum. Öyle kırsalda, dezavantajlı bölgelerde değil, artık bizzat şehrin göbeğindeki evinizde otururken ya da markete, okula gidiyorum diye tesadüfen dışarı çıkmışken her an canınızdan olabilirsiniz. Ya da komşu kızının küçük oğlu gibi henüz çocuk yaştaysanız, ağzınızı balkon demirlerine dayayıp, 16 yaşındaki bir gencin kan izine gözlerinizi dikip anlamsızca da bakabilirsiniz…

İzmir’de 4 araçtan biri motosiklet ise...

İzmir’de 4 araçtan biri motosiklet ise...

Ben de bir motosiklet kullanıcısıyım, ancak İzmir’de trafikteki her 4 araçtan birinin motosiklet olduğunu bilmiyordum. Evet, motosiklet sayıları hızla arttı, her geçen gün de fazlalaşıyor, ama yine de bu oran bana epey yüksek geldi. Neyse ki, rakamları veren konunun en yetkilisi. *** Bilgileri aktaran kişi, İzmir Emniyet Müdürlüğü Trafikten Sorumlu Müdür Yardımcısı Şamil Özsagulu. Geçtiğimiz günlerde Radyo Trafik’teki “Ulaşıma Dair” programında Esra Balkanlı’nın konuğu olan Özsagulu, İzmir’deki motosikletli sayısının İstanbul ve Ankara’ya göre çok daha fazla olduğunu söyledi. Ankara’da 19 araçtan biri motosiklet iken, İstanbul’da 7 araçtan biri motosiklet imiş. *** İzmir’de motosiklet sayısı neden bu kadar yüksek araştırmak lazım. Bana göre, iklim koşulları ve trafiğin daha rahat olması önemli bir etken. Motosiklet sayısı bu kadar fazla olunca, haliyle kaza oranları da yüksek geliyor. Özsagulu, İzmir’de kentte meydana gelen ölümlü ve yaralanmalı kazaların yüzde 61’ine motosikletlilerin karıştığını da açıkladı. *** Bu kaza işine bir paragraf açmak isterim. *** Genelde sivil motosikletlerde bir sorun yok. Arada bazıları saçma sapan kullansa da, önemli bölümü motosikletini düzgün kullanıyor, kurallara uyuyor, problem yaratmıyor. Fakat, gel gelelim kuryeler ve benzerleri bir felaket.. Ben de motosiklet kullanırken otomobillerden çekinmem, ama kuryelere çok dikkat ederim. Çünkü, nereden nasıl geçecekleri, ne yapacakları hiç belli değil. Ne yaya yolu, ne kaldırım dinliyorlar, ne de kural. *** Ve bir saptamam daha var, belki size tuhaf gelecek ama bana göre öyle.. *** Bu kadar kuralsız kullanıma, bu kadar ihlale rağmen, Türkiye’de bana göre az kaza oluyor. Hem otomobillerde, hem de motosikletlerde.. Çünkü, kuralsızlık bir kural haline geldiğinden, herkes ona göre önlemini alıyor. Yoksa, bu şartlarda her gün toplu katliam yaşanması lazım!.. Bir Avrupa ülkesinde böyle davransanız, günün sonunu asla getiremezsiniz!.. *** Neyse.. Biz yine dönelim Şamil müdürün anlattıklarına.. *** İzmir’de 502 bin tescilli motosiklet varmış. Sıkı denetimler sonucu, geçtiğimiz yıla göre ölümlü kaza sayılarında yüzde 20’lik bir düşüş sağlanmış. Kask kullanım oranı da yüzde 95 imiş. Bunlar da iyi veriler. *** Ancak, bir motosiklet kullanıcısı olarak park yeri derdinden de bahsetmek isterim. Motosiklet sayısının bu kadar arttığı, her 4 araçtan birinin motosiklet olduğu bilindiği halde, park yeri için neden çare üretilmiyor? Yol kenarı yasak, kaldırım yasak, neredeyse her yer yasak. Sürücüler araçlarını nereye bıraksınlar? Kimse bu sorunun farkında değil mi yani? Sadece ceza kesmekle işler halloluyor mu? Yetkililerin bu probleme acil çözüm bulmaları gerekiyor. Motosikletlere özel park yerleri açmaları şart, yoksa sıkıntı daha da büyüyecek.

Alıştırmada doğru ve yanlışlar

Alıştırmada doğru ve yanlışlar

Çocuklarımızın hem kendine güven kazanmasını istiyoruz hem de endişe ediyoruz. Yuvaya başlangıç işte bu yüzden çok önemli! Ya mutlu olamazsa? Ya sevmezse? Ya ağlarsa? Bu zorlu süreci kolaylaştıracak yollar neler birlikte bakalım Kızımın yuvaya başladığı zamanları asla unutamam. Ne büyük heveslerle okul araştırmaları, okul alışverişleri etmiştim. Hiç sorun yaşamayacağımızdan da çok emindim ancak işler umduğum gibi gitmemişti. Günler hatta haftalarca sınıf kapısında beklememe rağmen, o dönem okuldan almak zorunda kalmıştık. Bir sonraki dönem yeni okulunda, yeni bir alışma sürecinde bu sefer mutlu sona ulaşmıştık. Okula uyum süreci, her çocuk için öznel bir dönem. Bu zorlu günlerde anne babaları biraz olsun rahatlatacak önerileri uzmanlara sorduk. “Okula bırakmak” yerine “getirmek” Uzman Özge Selçuk Bozkurt (Çocuk Gelişimi Özel Eğitim Aile Danışmanı) Çocukları okula getirdiğimizde, “Seni oynamaya getirdim, etkinliklerini bitirdikten sonra seni alacağım” cümlesi, çocuğa sıralı bir etkinlikten sonra ebeveynine kavuşacağı mesajını verir. O yüzden “okula bırakmak” tabiri, hem çocuk hem ebeveyn için ilk zamanlar kaygı verici olabilir. Ebeveyn kaygısı ve yansıması Ebeveynin her duyguda olduğu gibi kaygısı da çocuğa yansır. En sık yapılan hata, vedalaşmayı uzatmak ve çocuğun yanında kaygıyı belli etmektir. Anne-baba kararsız davranırsa çocuk, “Demek ki gerçekten tehlikeli bir şey var” diye düşünür. Net, sevgi dolu ve kısa bir vedalaşma çocuğa güven verir. Burada unutulmaması gereken bir konu da çocuğun annesizliğe alışması kadar annenin de çocuksuzluğa alışması gerektiğidir. Netlik ve zaman algısı Çocuğa ne zaman alınacağını somutlaştırmak çok önemlidir. Bu yüzden öğretmenlerin günlük programı paylaşması, çocuğun güvenini artırır. Örneğin öğretmen şöyle diyebilir: - “Bugün önce çember saati yapacağız ve sohbet edeceğiz, - kitap okuyacağız, - bahçede topları taşıma oyunu oynayacağız, - sonrasında annen ya da baban seni almaya gelecek.” Uyum sürecinde yardımcı 1- İş birliği: Çocuğun öğretmeniyle, anne-babanın yakın ilişkisi önemlidir. 2- Kişisel alan: Okulda dolabının üzerinde adını ya da resmini görmek çocuğa, “Bu alan bana ait” duygusu kazandırır. İlk zamanlarda eşyasını bırakmak istemeyebilir; bu çok doğaldır. 3- Kısa süre-bol oyun: Okul sürelerini kısa tutmak ve bol oyunla sınıfa dahil etmek süreci kolaylaştırır. 4- Geçiş nesneleri: Bir oyuncak, battaniye ya da küçük bir eşya çocuğa güven verir ve sürecin yumuşamasını sağlar. Yuvaya başlama hazırlığı En önemli hazırlık aslında okula başlangıç dönemi öncesinde başlıyor. Çocuğumuzu okula başlarken kendini güvende hissedeceği yönde sosyal, duygusal ve bilişsel olarak hazırladık mı? Bunların başında elbette ayrılma ve ayrışma becerisi geliyor. Çocuğun ailesinden, güvenli ev ortamından ayrılıp başka bir mekânda, başka yetişkinlerle ve yaşıtlarıyla kalmak konusunda güvende hissetmesi çok önemli. Çocuğun ayrılma hikâyesi içinde kendine yeten bir birey olarak büyütülmesi de ailesinden ayrı kaldığındaki güveni ve rahatlığı için çok kıymetli. Fikir üretmesi, problem çözmesi, bazen de sorunlarını çözemeyip hayal kırıklıklarını yaşayabilmesi için fırsatlar verildi mi? Kendini ifade etmesi, sözlü ve sözsüz dili ile duygularını ve ihtiyaçlarını anlatabildi mi? Öz bakım becerileri başta olmak üzere bedensel becerilerini kendi hayata geçirebilmesi için olanak sağlandı mı? Buna ek olarak da bu süreçte ebeveynlerin kendilerinin de çocuklarından ayrılabiliyor olması gerekli. Sağlıklı alışma nasıl olur? Okula alışma süreci çocuğa göre tasarlanmalıdır. Kimi çocuk bir haftada alışabilirken, kimi çocuğun okulda güvende hissetmesi 6-7 haftayı bulabilir. Bu süreçteki en önemli unsur ayrılığın güvenli gerçekleşmesidir. Güvenli demek, çocuk hiç kaygılanmayacak anlamına gelmez. Çocuk kaygı hissettiğinde bunu anlayan, ifade etmesine izin veren ve tekrar güvende hissetmesi için şefkatli bir ilişki kuran yetişkinlerin desteğine ihtiyaç duyar. Bu kişi sürecin başında elbette ailedir. Ancak okulda geçirdiği zaman arttıkça öğretmenlerini de tanır ve zaten eğer süreçte herkes tarafından çocuğa doğru yaklaşılıyorsa çocuk bu kişilerle de bağ kurmaya başlar. Bu süreçlerde çocuk henüz adapte olmadan, en önemlisi de okuldaki öğretmenler ve diğer yetişkinlerle bir bağ kurmadan, ağlayarak okula bırakılmasını ve “elbet alışır ve susar” yaklaşımı doğru değil. Ebeveyn kaygılıysa Ebeveynler çocuklarından kendileri ayrılamıyorlarsa bu zaten okula adaptasyon sürecindeki en büyük bariyer hâline geliyor. Bu noktada okuldaki uzmanlardan destek alınması, ebeveyn danışmanlığı ve bazen de aile bireylerinin bireysel olarak kendi terapileri ile bu sorunlarla ilgilenmesi gerekebilir. Sınır koymakta zorlanan ebeveynlerin çocukları okula alışma sürecinde gerek ilk günlerdeki ayrılık anlarının yapısına uyum sağlamakta, gerekse okula rahat girseler bile eve oranla çok daha fazla sınırın olduğu okul ortamında zorlanabilirler. Bu noktada yine ailenin neden sınır koyamadığına bakmak gerekir. Bu ailelerin pozitif disiplin konusunda bilgi ve destek almalarının önemli olduğunu düşünüyorum.

Lüks dibe vurunca noda haftalarında neler oluyor?

Lüks dibe vurunca noda haftalarında neler oluyor?

Lüks tüketimin pandemiden sonra yaşadığı altın çağ sona erince moda dünyasında da taşlar yerinden oynuyor. İşte, Giorgio Armani’nin kaybı ve hemen ardından New York Moda Haftası ile başlayan moda gündemi New York Moda Haftası, 2025 Sonbahar-Kış sezonunu açarken konuşulan tasarımlar ya da trendler değil, stratejiler ve tabii krizlerdi. Çünkü lüks modanın pandemiden sonra yaşadığı altın çağ çatırdıyor. Satışlar, 2008 krizinden bu yana ilk kez bu denli düşüş gösteriyor ve sektör ağır sonuçlarla yüzleşiyor. Artık lüks yalnızca fiyatla ölçülen bir ayrıcalık değil, anlam ve aidiyetle inşa edilen bir deneyim hâline gelmek zorunda. İş dünyasında modanın nabzını tutan BoF’a göre, “Lüksün büyük sorunu dış etkenlerden çok içeriden kaynaklanıyor.” Birçok büyük modaevinin yaptığı ‘Greedflation’ yani durmaksızın fiyat artırmak ama buna değer katmamak, tüketicinin sabrını tüketti. Şimdi sıra, markaların bu güven kaybını nasıl onaracağında. 2025, lüks modanın krizle yüzleştiği, ancak teslim olmadığı bir yıl. Çin’de tüketici hâlâ temkinli. ABD’de orta sınıf alım gücünü kaybetmiş durumda. Ancak Orta Doğu ve Güneydoğu Asya gibi yeni pazarlar yükseliyor. Markaların buradaki stratejileri daha kültürel, daha yerel ve daha samimi olmak zorunda. Krizden yaratıcı çıkış Genel kanı, artık makroekonomi bahane olamaz. Lüks markalar, içerikten ve deneyimden kaçtıkça, yalnızca kâr değil, kimlik de kaybediyorlar. Yeni lüks; sessiz zenginlik, deneyim derinliği ve yaratıcı sadelik. ‘70’lerde bir gece kulübü olan ve çok kısa süre açık kalan Studio 54’ün 2025’te hâlâ anlamlı olabilmesi de ilginç. Moda haftaları artık yalnızca yeni sezon kıyafetlerinin değil, sektörün geleceğinin de vitrini. Bu sezon New York, Londra, Milano ve Paris bize şu soruyu tekrar sorduracak: Lüks, sadece paranın değil, anlamın ve aidiyetin olduğu yerde mi? Cevabı hep birlikte göreceğiz. İşte tam bu iklimde, 6 Eylül’de başlayan ve dün sona eren New York Moda Haftası krizden doğan yaratıcı çıkışlarıyla dikkatleri çekti. Studio 54’ün geri dönüşü Valentino Beauty, moda haftasının açılışını efsane gece kulübü Studio 54’ü 43 yıl sonra ilk kez yeniden açarak yaptı. Born in Roma Rendez-Vous koleksiyonunun tanıtımı için düzenlenen bu gece, bir zaman makinesi gibi planlandı. Neon ışıklar, ‘70’ler disko müziği, Bianca Jagger’ın ikonik beyaz at sahnesine selam duran detaylar... Gecenin asıl mesajı ise gizliydi: Lüks geçmişe dönerek değil, geçmişin ruhunu bugüne taşıyarak kurtulur. Valentino, bu nostaljik atmosferle hem markasının mirasını onurlandırdı hem de günümüz tüketicisinin aradığı samimiyeti sundu. Studio 54’ün kurucusu Ian Schrager ise bu durumdan memnun olmadığını, Studio 54’ün asla tekrarlanamayacağını açıkladı. Manşet podyumda atıldı Brandon Maxwell, “Gazeteler podyumda” temasıyla yazılı basına saygı duruşunda bulundu. Haber metinlerinden ilhamla şekillenen bu koleksiyon, özellikle Z kuşağı tüketicisinin gerçeklik, anlam ve içerik arayışına güçlü bir yanıt gibiydi. Moda sadece süs değil, aynı zamanda duruş da olabilir. Moda haftasının diğer öne çıkanları Ralph Lauren’in markasının düzenlediği, bol celebrityli defile oldu. 85 yaşındaki Ralph Lauren de defiledeydi. Oprah Winfrey’den Naomi Watts’a birçok ünlü isim de defileyi izledi. Öne çıkan kutlamalar ise Mert Alaş’ın 71 markası için düzenlediği parti, Chanel’in Lauren Sanchez Bezos’un da katıldığı Sofia Coppola ev sahipliğindeki yemeği ve İngiliz Vogue’un önceki yayın yönetmeni Edward Enninful’un yeni dergisi 72’nin lansmanıydı. Armani’nin ‘sessiz lüks’ etkisi 2025 New York Moda Haftası’nın açılışına saatler kala gelen bir haber, moda dünyasına kısa ama derin bir sarsıntı yaşattı. 91 yaşında hayatını kaybeden Giorgio Armani, sessiz lüksün (quiet luxury) ilham kaynağı, gri tonlarında zarafetin ve bol kesimli takım elbiselerin mimarıydı. Genç kuşaklar içinse vintage alışverişinde peşinde oldukları, sokak stiline de yön veren bir tasarımcıydı. TikTok ve Depop kuşağı, Armani’yi nostaljik bir figür olarak değil, hâlâ yaşayan bir estetik kod olarak benimsedi. ‘80’lerden kalma ceketleri eBay’de peşine düştükleri koleksiyon hazineleri oldu. Ayo Edebiri’nin Julia Roberts’a gönderme yapan 2025 Golden Globes takımıysa bu estetiğin zamansızlığını yeniden kanıtladı. Özellikle “louche suiting” akımının bugünkü yükselişinde Armani’nin ‘80’lerde başlattığı hafif salaş ama güçlü duruşun büyük payı var. “Resmî giyimi sporla nasıl birleştiririm?” sorusunu ilk soranlardan biri de oydu. Şimdiyse Louis Proteau gibi Parisli vintage mağaza sahipleri, erken dönem Armani ceketlerini koleksiyonlarının en kıymetli parçaları olarak saklıyor. Armani’nin ölümüyle sosyal medyada #RIPArmani etiketi hızla yayıldı; Armani aramaları yüzde 212 arttı. Armani’nin mirası, bugün Brandon Maxwell’in gazeteleri öne çıkardığı defilesinde, Stella McCartney’nin “Laptop to Lapdance” koleksiyonunda ve Calvin Klein’da Veronica Leoni’nin minimalizmiyle yaşamaya devam ediyor. Çünkü moda dünyası, onun sessiz ama köklü estetik devrimini nihayet takdir etmeyi öğrendi. Bu arada bir de son dakika bilgisi ekleyelim, Giorgio Armani’nin vasiyetine göre, mirasçılarının 18 ay içinde şirketin azınlık hissesini satmaları ve aynı alıcıya daha büyük bir hisse devrini daha sonra gerçekleştirmeleri gerektiği belirtiliyor. Bu satışta LVMH, L’Oréal veya EssilorLuxottica’ya öncelik verilmesi gerekiyor. Aksi takdirde, markanın halka arz yoluna gitmesi öngörülüyor.

Aslı Orcan Dikinciler / Müjgan Ferhan Şensoy: Hedefimiz Zeki Metin gibi başarılı ikili olmak

Aslı Orcan Dikinciler / Müjgan Ferhan Şensoy: Hedefimiz Zeki Metin gibi başarılı ikili olmak

Müjgan Ferhan Şensoy ile Aslı Orcan Dikinciler, ‘evli, mutlu, çocuklu’ ve mahalleden arkadaş iki oyuncu. Bir süredir “Bunlar Daha İyi Günlerimiz” adı altında sosyal medyada hamilelik ve annelik dönemlerinde yaşadıklarını, metinlerini kendilerinin yazıp oyunculuk yeteneklerini sergiledikleri mizah videolarını paylaşıyorlar. “Anneyi anneye anneyle, annece anlatma sanatı” diye tanımladılar yaptıkları işin adını. Ferhan Şensoy ile Derya Baykal’ın kızı Müjgan Ferhan Şensoy müzisyen Cem Öğet’le evli. Orcan’ın eşi de tiyatro ve sinema oyuncusu Yetkin Dikinciler. Yedi yaşında bir kızı olan Dikinciler ve dört yaşında kızı olan Şensoy’la evlilik ve annelik hâlleriyle asli işleri oyunculuğu konuşmak için yaşadıkları Cihangir’de buluştuk. Bugüne kadar çok röportaj yaptım ama hiçbirinde bu kadar gülüp eğlendiğimi hatırlamıyorum. Bu röportajı okuyunca, aynı enerjinin size de geçeceğini umuyorum. “Bunlar Daha İyi Günlerimiz” projesi nasıl doğdu ve kimin fikriydi? Müjgan Ferhan Şensoy: Bu aslında benim fikrimdi. Pera’ya hamileyken aklımda dönmeye başlayan bir şeydi. Anneliğin ve hamileliğin görünmeyen, bize çok fazla anlatılmayan, yolda öğrendiğiniz dertleri var. Fark ettim ki, tecrübeli anneler tecrübesiz anneleri biraz zorbalıyor bu yolculukta; “Sen daha hiçbir şey bilmiyorsun” denilerek. Aslı’yla 10 yıldır yakın arkadaşız ta çocuksuz dönemden beri. Hayalimiz bunu bir gün hayata geçirmekti. Yönetmen abim Mert Baykal bazılarında bize fikir verdi ve bazı bölümleri çekti. İki ay kadar oldu başlayalı. Beklediğimizden çok daha iyi tepkiler alıyoruz. Aslı Hanım, bu projenin nesi sizi cezbetti? A.O. D. : Beni cezbeden, fikrin ta kendisiydi ve çok gerçek olmasıydı. Ferhan, hepimizin gündelik hayatta yaşadığı şeyin adını koydu. Bir gün bana geldi ve “Bunlar daha iyi günlerimiz” deyince “Haklısın” dedim ve çok heyecanlandım. M.F. Ş.: Burada bir ekleme yapabilir miyim? Zaman içerisinde biz de tecrübelendikçe fark ediyoruz ki, hamile olanlara veya daha küçük çocuğu olanlara “Bunlar daha iyi günleriniz” diyoruz. Bu galiba annelikte sonsuz bir döngü. Yolda ne gibi değişiklikler yaptınız? M.F. Ş.: Biz yola biraz stoklu çıktık. Gelen tepkilere göre yeni videolar hazırladık. Başlarken elimizde bir veri yoktu ama şimdi var. Verilere göre takipçilerinizin yaş ortalaması ne? M.F. Ş.: En çok izleyenlerimiz 35- 45 yaş arası. Yüzde 96’sı kadın. Proje sizin diye hep mi siz konuşacaksınız? Biraz da Aslı Hanım’ı dinleyelim, bakalım ne diyor bu konuda? A.O. D.: Ferhan benim hayatımda en rahat ettiğim insan aslında. Buradaki önemli meselelerden biri yola çıktığımız içerik, tamam ama orada bir de oyunculuk var. Bir oyuncunun en rahat ettiği an, ideal partneri bulmasıdır. Keşke Metin Zeki gibi olsak diye bir hayalim vardı. Başarılı kadın komedyenlerimiz var ama komedi ikilisi kadın yok. O yüzden Zeki Metin ikilisi gibi olmak istiyorum arkadaşımla. Çünkü komedi damarımız çok iyi tutuyor. Birbirimizin gözünden aldığımız enerjiyle devam edebiliyoruz. Ferhan beni çok rahat ettirdiği ve çok iyi paslaştığımız için oyunculukta herkese nasip olmayacak bir şey bu. Senaryoyu kim yazıyor? A.O. D. : Başta Ferhan’ın yazdığı bir metin vardı, başı sonu belli sekiz bölüm senaryo. Şimdi konuyu buluyoruz ve çekiyoruz. Feruş fikrimi beğenmediğinde, “Bunu biraz konuşalım ve geliştirelim mi?” der… Aklına yattıysa da “İyi fikir” der. Yazma yeteneği babadan gelmiş ise akan sular durur? A.O. D.: Kesinlikle öyle… Yazı çizi işleri ve kurgu Feruş’a ait. ASLI ORCAN DİKİNCİLER: DİZİ OYUNCULUĞU HER TÜRLÜ BESLER SİZİ Oyunculuk sevdanız nasıl başladı? Bu mesleği seçmenizin sebebi neydi? Benden hiçbir şey olmazdı, o yüzden oyuncu oldum. Gazeteci olmak istiyordum, kazanamadım. Çünkü ders çalışmayı sevmiyordum. Sahneye ya da sete çıkmadan önce mutlaka yaptığınız bir hazırlık rutini var mı? Var… Yürüyorum ben… Mesela bana bir senaryo ve oynayacağım karakter geldi. Cihangir’den Maçka Parkı’na yürür, birkaç tur atarım. Benim yürüyünce her hâlde kafama oksijen gidiyor va daha iyi çalışıyor. Filozof olmadığım için oturunca aklıma bir şey gelmiyor, yürüyünce karakterle ilgili fikirler aklıma geliyor. O karakteri düşündükçe onun gibi davranmaya başlıyorum. Tiyatro, dizi ve sinemadan sizi en çok tatmin eden ve besleyen hangisi? Dizi… Her türlü besler… Ekonomik olarak besler, sanatta da besler, zihnen ve fiziki olarak da besler. “Rol modelim Perran Kutman” Oyunculukta kendinize örnek aldığınız biri var mı? Var, Perran Kutman. Kariyerinizde sizi en çok zorlayan ama bir o kadar da geliştiren rol hangisiydi? “Karadayı” dizisindeki Serra karakteri. Çok oyunculu bir kasttı, çok iyi bir senaryoydu, hep yürümek gerektiriyordu. Her bölüm yürümek gerektiriyordu. Yeni bir proje teklifini kabul etmeniz için sizi en çok cezbeden nedir? Hayaller sınırsız ama size birinin hayal ettirmesi gerekiyor. Bence o çok zevkli bir şey. Yazılan senaryo size hayal ettiriyorsa “Ne kadar şanslıyım,” gibi bir cümle çıkıyor ağzımdan ve düşünmeye başlıyorum. Bir şeyler yapma isteği doğuyor içimde. İlk istediğim şey o. Hayal ettiren bir senarist ve yönetmenle buluşmak. Başka hiçbir şeye ihtiyaç yok, hepsi hallolur. Senaryo her şeydir. Eşinizle aynı meslek grubunda olmanız iş yaşamınıza nasıl yansıyor? Benim için çok avantajı var. Aynı sektörde olmak birbirini anlamanızı kolaylaştırıyor. Okuduğunuz bir senaryoyu “Ben böyle anladım,” deyip, görüşünü almak çok önemli. Aynı işi konuşmak ve yaşamak bence çok zevkli. Birlikte bir projede yer almak sizin için nasıl bir deneyim olurdu? Reklam filmi çektik birlikte. Sanatın insan hayatındaki dönüştürücü gücüne dair neler düşünüyorsunuz? Yaşamaya devam ettirmeyi sağlıyor sanat. Hep bir umut var diye ışıldıyor. “Devam et, bırakma, bir şansın daha var, iyi olur” diye gaz veriyor insana. Aşkı tanımlamanız gerekse hangi kelimeleri seçerdiniz? Sadakat… Niye? Sadakat özlem duyduğunuz bir şey mi? Hayır. Aşk gelir sizi bulur, onu ölümsüz kılan sadakattir. Sadakat bir karardır… “ÇOCUKLUK HAYALİM GERÇEKLEŞTİ” Yoğun tempoda kendinize vakit ayırmak için neler yaparsınız? Kesin Ferhan’la buluşurum. En sevdiğiniz tatil rotası neresi, size en çok huzur veren şehir hangisi? Karadan uzak denizde olmak… Maddi durumunuza bağlı bir tekneyle denize açılmak. Atın beni denizlere kara sizde kalsın… Mutfağa girmeyi sever misiniz, varsa imza yemeğiniz nedir? Mutfağa girmesem daha iyi olur! Çocukluk hayallerinizle bugünkü hayatınızı karşılaştırdığınızda neler görüyorsunuz? Çocukluk hayallerim gerçekleşti derim. Gelecek için hem mesleki hem özel hayatta en büyük hayaliniz nedir? Ferhan’la birlikte komedide Zeki Metin gibi başarılı bir ikili olmak. MÜJGAN FERHAN ŞENSOY: SANAT BENİM İÇİN MECBURİ İSTİKAMETTİ Tiyatrocu bir anneyle babanın çocuğu olarak dünyaya gelip büyüyen Müjgan Ferhan Şensoy için oyunculuk mecburi istikamet miydi? Benim için sanatla ilgilenmek mecburi bir istikamet oldu. Çünkü evdeki bütün sohbetler sanat üzerineydi. Çok ihtişamlı bir meslek olunca çocuk için de çok cezbedici. Babanızdan hangi yanınızı aldınız, annenize benzeyen yönleriniz neler? Babamın yazma alışkanlığını kendime rol model olarak almaya çalıştım. Babamın komedi zamanlaması çok kuvvetliydi. Komedide en önemli şeydir zamanlama. Annemin de oyuncu olarak disiplinine, çalışkanlığına, diksiyonuna ve karakter çıkarma başarısına hayranım. Annenizin el işi becerisi sizde de var mı? Onları da çok güzel yaparım. Örgü, bere, atkı yaparım. Çok güzel yemek yaparım. Bu kış size bir bere örüp gönderebilirim. Tiyatro sahnesine çıktığınız ilk günü ve neler hissettiğinizi hatırlıyor musunuz? Hatırlıyorum. 12 yaşındaydım. “Sahibinden Satılık Birinci El Orta Oyunu”nu yazmıştı babam. Orada bize de rol vermişti. İlk oyunda dizlerimin titrediğini çok iyi hatırlıyorum. Seyirciler bir karaltı gibiydi. Kardeşimle ikimiz yaprak gibi titriyorduk. Birbirimizle paslaştığımız bir bölüm vardı. Ben yanlışlıkla onun sözlerini söyledim. Bütün pasaj ben onunkini, o benimkini şeklinde devam etti. Farkında olmadan birbirimizin metinlerini de ezberlemişiz. Annemle babam kuliste “Eyvah ne yapacağız?” demişler ama bir şekilde bitirmiştik oyunu. Sizce günümüzde tiyatro seyircisi nasıl bir değişim yaşıyor? Tiyatro tekrar popüler olmaya başladı. Biraz bunda dizilerde star olan oyuncuların da tiyatro yapmasının etkisi oldu ve bu tiyatro izleyicisini genişletti. Televizyonlarda yapılan komedi programlarının da bunda etkisi var ve Türkiye’de sağlam bir tiyatro izleyicisi oluştu. Oynadığınız roller arasında sizi en çok zorlayan karakter hangisiydi? Beni zorlayacak kadar büyük bir rolde oynamadım henüz. İnşallah çok zorlanacağım bir rol nasip olur. “ASLI, CİHANGİR’DEN KARŞI KOMŞUM” Kendine zaman ayıran biri misiniz? O molalarda neler yaparsınız? Arkadaşlarımla, Aslı’yla, kardeşimle sosyalleşmek. Mahalle ortamında çocukluyken beş dakika yürüme mesafesinde arkadaşlarımla buluşabilmek, kahve içip sohbet edebilmek. Sosyalleşmek beni terapi gibi rahatlatıyor. Aslı Hanım’la nereden tanışıyorsunuz? Mahalleden, Cihangir’den karşı komşum. Tiyatronun geleceğinde kendinizi nerede görüyorsunuz, uzun vadeli hayalleriniz neler? Çok iddialı cümleler kurmak istemem ama babamın vasiyeti olan Orta Oyuncular Tiyatro Kumpanyası ile Ses Tiyatrosu’nun yaşamaya devam etmesi. Hayalim ise bir kadın ve yaratıcı bir zihin olarak kendimi gerçekleştirmek. Anne şapkamı çok seviyorum, ama ben bununla kısıtlı değilim. Oyunculukla ve yazmakla ilgili yapmak istediklerimi hayata geçirebilmek.

Tarım zehrine acil reçete

Tarım zehrine acil reçete

Tarımın başkenti dediğimiz 10 kentimizde, pestisit kullanım miktarı dünya ortalamasının çok üzerinde. Domatesten bibere, elmadan üzüme ve turunçgillere kadar birçok ürün en yoğun tarım zehri kullanılan bölgelerden geliyor... Biber, domates ve armut… Eylül ayında, 10 günde pestisit kalıntısı nedeniyle Avrupa sınırlarından geri çevrilen 3 tarım ürünümüz. Biberde saptanan tarım zehri oranı, tolere edilebilir limiti maalesef 150 kat aşmış. Bu durum, soframıza gelen sebze ve meyveler için endişe verici bir tablo ve tarım kimyasallarının bilinçsiz kullanımının sonucu. Gıdamızı üretenler, tarım ilacı diye algıladıkları pestisitlerin sağlık açısından ne gibi sonuçlara neden olacağından bihaber! Tarladaki verim kaybı endişesi, öteden beri sağlık riskine galebe çalıyor. Hâliyle tarım kimyasallarının kullanımı da her geçen yıl artış gösteriyor. Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin gerçekleştirdiği bir analize göre, ülkemizde ‘tarımın başkenti’ olarak andığımız 10 kentte, pestisit kullanım miktarları dünya ortalamasının çok üzerinde. Türkiye’de en çok pestisit kullanılan 10 ilin hektar başına pestisit kullanımı 6.70 litre ve bu oran dünya ortalamasının neredeyse üç katı. Bu illerin ortak özelliği ise sebze, meyve ve sera ürünlerinin üretiminde öncü olmaları. En yoğun kullanım Adana’da Tarım ve Orman Bakanlığı’nın duyurduğu 2024 yılı pestisit kullanım verilerine göre, tarım zehirlerinin en yoğun şekilde kullanıldığı il Adana. Sadece Adana’da geçen yıl 7 milyon 122 bin 395 litre pestisit kullanılmış. Bu rakam, Türkiye genelinde tarım arazilerine uygulanan tarım zehirlerinin yaklaşık yüzde 14’üne denk geliyor. Adana’daki tarım zehri kullanımında yaşanan artış da ürkütücü. Mersin’de de yüksek Zira 2023 yılında kentte kayda geçen toplam pestisit kullanımı 4 milyon 849 bin litreydi. Rakamlar, geçen yıl Adana’da tarım zehri kullanımının yüzde 50’den fazla arttığına işaret ediyor. Listenin ikinci sırasında ise Mersin yer alıyor. Mersin’de 2024 yılında 4 milyon 811 bin ton tarım zehri kullanılmış. Mersin’de 2023 yılında kayda geçen pestisit kullanım miktarı ise 4 milyon 101 bin litreydi. Sera etkisi Buğday Derneği’nin kamuoyuyla paylaştığı analiz, özellikle sera üretiminin yoğun olduğu kentlerde tarım zehri kullanımının yüksek seviyelere çıktığını vurguluyor: “En çok pestisit kullanan illerin önemli bir ortak noktası, Türkiye’nin sebze ve meyve üretiminde ve seracılıkta ilk sıralarda yer almaları. Nitekim bu 10 ilin 7’si, Türkiye’de en çok sebze üreten 10 il arasında. Yine 7’si en çok meyve üreten 15 il arasında bulunuyor. Başka bir deyişle sofralarımıza gelen domatesten bibere, elma ve üzümden turunçgillere kadar birçok ürün en yoğun pestisit kullanılan bölgelerden geliyor. Bu tablo, yurttaşların sağlığına doğrudan etki eden bir gerçeği ortaya koyuyor: Sera ürünlerinde, sebze ve meyvede pestisit kullanımı tehlikeli boyutlara ulaşmış durumda. Avrupa Birliği tarafından sık sık iade edilen pestisit kaynaklı tarım ürünlerinin de büyük kısmının bu ürün gruplarında yer alması tesadüf değil. Üstelik ne yazık ki bu verilere kaçak pestisit kullanımı dâhil bile değil.” Bitki reçetesi işe yarayacak mı? Diğer yandan gıdalarımızdaki pestisit kalıntısını azaltmaya yönelik çabalar da söz konusu. Son olarak çiftçilerin tarım kimyasallarını reçeteyle almasına yönelik bir uygulama gündeme geldi. Uygulama hayata geçerse çiftçiler pestisit etken maddelerini, eczaneden ilaç alınması gibi ‘bitki reçetesi’ ile alabilecek. Reçeteyi de yetkili ziraat mühendisleri yazacak. Tarım ve Orman Bakanlığı, uygulamanın pilot illerde başlatılacağını duyurdu geçtiğimiz günlerde. Tabii bu uygulama aslında yeni değil. Bitki koruma ürünlerinin reçete ile satışına yönelik düzenleme 2009 yılında gerçekleşti. Ancak aradan geçen 16 yılda bu zorunluluk hayata geçirilemedi. Şimdi artık zehirsiz sofralar için etkili bir reçete yazılmasını bekliyoruz.

Mutfakta sonbahar temizliği

Mutfakta sonbahar temizliği

Sonbahar mutfağının gerçek temizliği, sadece sofrada görünenleri değil, gözle görünmeyen kimyasalları temizlemek olmalı. Size 5 adımda uygulayacağınız bir detoks öneriyorum. Sonbahar yalnızca doğanın değil, mutfakların da yenilenme zamanı. Peki, mutfağınızda gördükleriniz kadar göremedikleriniz de sağlığınızı etkiliyor olabilir mi? Bu noktada mesele sadece mutfağı toplamak ya da hijyen değil, görünmeyen tehlikeleri fark ederek, ailemiz için daha güvenli bir mutfak düzeni kurmak. Güncel araştırmalar da günlük hayatımızda sık kullandığımız gıda kapları, mutfak gereçleri ve temizlik ürünlerinde gizlenen kimyasallara dikkatleri çekiyor. Hangi kimyasallar tehlike saçıyor? Mutfağınızdaki en sık karşılaştıklarımızdan bahsedeceğim. İlk olarak bazı gıda ambalajları, teflon ve benzer kaplamalardaki PFAS’a değinmek istiyorum. Bu maddeleri ‘sonsuz kimyasallar’ olarak duymuş olabilirsiniz, kendileri hormon sistemini bozuyor ve birikim yapabiliyor. Uzun vadede üreme, bağışıklık ve metabolik sorunlara yol açabiliyor. Gelelim BPA ve mikroplastiklere. Bisfenol A, öncelikle çeşitli plastiklerin üretiminde kullanılan bir kimyasal bileşik. Plastik malzeme, özellikle ısındıkça gıdaya zararlı maddeler sızdırabiliyor. Bu, sadece yetişkinler için değil, çocuklar için de sağlık riski oluşturuyor. Sert plastik üretiminde kullanılan endüstriyel bir kimyasal olan bisfenol A veya BPA, hormonlara duyarlı hastalıklardan olan endometriozis, polikistik over sendromu, yumurtalık, meme, prostat ve tiroit kanserleri ve metabolik bozukluklarla ilişkili etkileri iyi çalışılmış bir endokrin bozucu. Bundan kaçınmak için satın aldığınız ürünlerde “BPA içermez” etiketi arayın. Plastik ürünün geri dönüşüm kodu 3 veya 7 ise dikkatli olmakta fayda var. Burada genel önerim cam saklama kapları, silikon kapaklar ve paslanmaz çelik mutfak gereçlerine geçiş yapmak. Paslanmaz çelik, döküm tava gibi geleneksel materyaller uzun vadede daha güvenli çözümler sunuyor. Science of The Total Environment dergisinde yayımlanan bir araştırmaya göre, teflon malzemedeki ufacık bir çizikten yaklaşık 9 bin 100 mikroplastiğin besinlere karıştığı belirlenmiş. Kaplamadaki büyük bir kırığın ise 2 milyon 300 bin mikroplastik ve nanoplastik salınmasına neden olduğu belirtiliyor. Fırın kaplarına da dikkat Çok yeni bir araştırma da, meme kanserine yol açabilen 200’e yakın kimyasalın gıda ambalajları ve plastik yapımında kullanıldığını ve bu yolla insan vücuduna geçebildiğini belirtiyor. Pet şişe sulara, pipetlere, plastik poşetlere, plastik kaplardaki yemeklere, plastik kesme tahtası kullanmaya, karton ve plastik bardaklarda soğuk/sıcak içecekler tüketmeye hayır deyin! Hiçbiri sağlığınızdan daha kıymetli değil. Fırın kaplarına da dikkat! BPA içeren plastikleri mikrodalga fırında kullanmak, BPA’nın yiyeceklere geçmesini hızlandırabiliyor. BPA yani bisfenoller, Avrupa Birliği tarafından tüm gıda ambalajlarında yasaklandı. 20 Temmuz 2026’ya kadar bir geçiş süreci öngörülüyor. Peki ya temizlik malzemesi? Triklosan, uzun yıllar boyunca antibakteriyel koruma vaadiyle mutfaklarımızda ve banyolarımızda yer bulan gizli bir kimyasal. Diş macunu, sabun, deterjan, oyuncak ve hatta bazı mutfak gereçlerinde karşımıza çıkabiliyor. Ancak masum görünen bu madde, düşündüğümüz kadar zararsız değil. Environmental Health Perspectives dergisinde yayımlanan bir araştırmada, 347 anne-çocuk çifti incelendi ve çocukların idrarında yüksek triklosan seviyelerinin, egzama ve alerjik rinit riskini artırdığı ortaya konmuş. İlginç olan şu ki, gebelik döneminde triklosan maruziyeti ile alerjik hastalıklar arasında net bir ilişki bulunamamış, ancak çocukluk döneminde bu risk açıkça görülüyor. Triklosanın bağırsak mikrobiyomu ve inflamasyon üzerine etkilerine dair de pek çok araştırma var. Bu madde FDA tarafından yasaklandı, ülkemizde de çok düşük oranlarda, yüzde 0.3 konsantrasyon oranında kullanılmasına izin veriliyor. Yani, mutfakta kullandığımız deterjanlardan, ellerimizi yıkadığımız sabuna kadar her ürün seçimimiz sağlık üzerinde doğrudan etki edebiliyor. Bu nedenle mutfağınızda kullandığınız deterjan ve sabun gibi temizlik malzemesinde de doğal seçimler yapmaya özen gösterin. 5 ADIMDA PRATİK SONBAHAR MUTFAĞI DETOKSU 1- Plastik spatula yerine silikon veya ahşap tercih edin. 2- Yemek kabı seçiminde cam veya paslanmaz çelik kullanın. Mikrodalga kullanıyorsanız plastik kullanımından uzak durun. 3- Teflon tava yerine paslanmaz çelik veya döküm tava tercih edin. Hep aynı tencereyi kullanmayın. 4- Sıvı tüketiminiz için de plastik alternatifler yerine cam bardak, temiz cam kavanoz gibi malzemeyi yeniden değerlendirin. Karton ve plastik bardaklarda soğuk/sıcak içecek tüketmemeye özen gösterin. 5- Plastik kesme tahtalarınızla vedalaşın. Tahta kesme tahtaları bakteri tutabilir, hijyen açısından en güvenilir seçenek değildir. Burada da paslanmaz çelik ve cam tercihiniz olsun.

Şöhret basamaklarını tırmanan kavun!

Şöhret basamaklarını tırmanan kavun!

Kavunun en güzel zamanındayız. Türkiye’de Coğrafi İşaret almış 13 çeşit kavun var ama almayı hak eden mislisi var. Üstelik bazıları dünyada ün salmış kavunların atası. Türkiye için tam bir kavun cenneti denilebilir. Her bölgenin kendine has kavun çeşitleri var. Hepsi ayrı ayrı güzel. Çoğu sadece yerel olarak biliniyor, yerinde tüketiliyor. En erken Coğrafi İşaret tescili almış olan Manisa’nın Kırkağaç kavunu 2009 yılında kayıt altına alınmış. Artık 25 Temmuz 2025 itibarıyla Avrupa Birliği tescili de almış durumda. Zaten her zaman dünyanın en ünlü kavunları arasında anılıyor. Ama ya diğerleri? Oysa tüm ülkede Edirne’den Van’a kadar o kadar çok çeşidi var ki! Kimisi ünlü, kimisi ise hâlâ keşfedilmeyi bekliyor. Türkiye’de Coğrafi İşaret almış 13 çeşit kavun var ama almayı hak eden mislisi var. Üstelik bazıları dünyada ün salmış kavunların atası. Fransa başı çekiyor Avrupa Birliği tarafından tescil edilen kavunlar arasına sonunda Türkiye’den bir kavun girmesi sevindirici bir gelişme. Listede Fransa başı çekiyor. En ünlülerinden biri ise Cavaillon kavunları. Top gibi yuvarlak, sanki kesilecek yerleri dilim dilim işaretlenmiş gibi hafif gömük çizgili olan kavunların tadı muhteşem ama asıl kokuları baştan çıkarıcı. Bu kavunlarla ilgili hoş bir hikâye de anlatılır: “Üç Silahşorlar”ın ünlü yazarı Alexander Dumas, yazdığı kitaplar kadar midesine düşkün bir şikemperver olmasıyla da namlıdır. Cavaillon kavunlarını pek sever. Aklına gelen dâhiyane bir fikirle kentin kütüphanesine kitaplarından bir seriyi bağışlar, ama karşılığında minicik bir ricası vardır. Ömür boyu kendisine bir kasa yani tam 12 adet kavun gönderilecektir. Hikâyenin bize bağlanan kısmı ise bu mis kokulu kavunların kökeninin Anadolu’ya dayanması. Van’dan Ermeni papazlarca Vatikan’a götürülen kavunlar, önce İtalya’da pek beğenilmiş. Papa’nın sofrasına eşsiz lezzetler yetiştiren bostanlarıyla ünlü Cantalupo in Sabina kasabasında yetiştirilmiş. Fransa ise bu güzel kavunları keşfetmekte gecikmemiş. Kasabanın adından dolayı Cantaloupe adını alan kavunlar tüm Fransa’da bu sefer de orada yetiştirildiği kasabanın adı olan Cantaloupe di Charentais adıyla ünlenmiş, ama Cavaillon’a gelince bu kasabanın adını almış. Bugün her ikisi de Fransa adına Avrupa Birliği tescilli. Yubari kavunu en pahalı kavun: 2019 yılında bir müzayedede iki adeti 5 milyon Japon Yeni, yani 45.000 dolaraalıcıbulmuş. Kasaba’dan Casaba’ya Avrupa’da bir de meşhur Casaba kavunu var. Adı Türkçe kasaba sözcüğünden geliyor. Peki, hangi kasaba derseniz, istikâmet gene Manisa. Manisa’nın Turgutlu ilçesinin adı eskiden Kasaba imiş. Buradan Avrupa yolunu tutan kavunlar ise geldiği yerin adını taşımış ama bu arada Kasaba’nın adı değişmiş. Bugünse Turgutlu sarı rengi ve tatlı tadı nedeniyle Altınbaş adını alan kavunu ile Coğrafi İşaret almaya çalışıyor. Japonya’da mücevher gibi Kavunlarımız bizim için elbette benzersiz ama acaba kıymetini biliyor muyuz? Hikâyenin başladığı Van’a dönersek, Van kavunları gerçekten eşsiz. Coğrafi İşaret almış Sıhke kavunu meşhur. Erciş yolundaki Alaköy kavunu da ondan aşağı değil. Birbirine benzer bu iki kavuna benzer bir de Balıkesir’in Sındırgı çıtır kavunu var. Özellikle bu sonuncusu ile dünyanın en pahalı kavunları Japonya’nın Yubari King ve Shizuoka Crown kavunları arasında inanılmaz bir benzerlik söz konusu. Bu kavunlar aslında Van kökenli, Cantaloupe türünden türetilmiş, üzeri file gibi ağ görünümünde bir yüzeye sahip, içi ise tam kavuniçi dediğimiz renkte. Kokusu mis, tadı enfes. En pahalı derken Japonya’daki fiyatı bizim üreticileri kedere sürükleyebilir. 2019 yılında bir müzayedede iki adet Yubari kavunu 5 milyon Yen, yani 45 bin dolara alıcı bulmuş. Sıradan standart Yubari kavunlarının tanesi 50 ila 300 dolara kadar, Shizuoka ise 70-150 dolar arasında satılıyormuş. Elbette ki bu kavunların Japonya’da son derece prestijli bir hediye olduğunu söylemeye bile gerek yok. Özel kutularda çok özel bir mücevhermişçesine kıymet görüyorlar. Darısı bizimkilerin başına diyelim! Kışlık kavun Yaz sonu baldan tatlı hâle gelen kavunlardan bazıları kışlık da saklanabiliyor. Kırkağaç kavunu eylül ayında tam tadını aldığı zaman askıya alınıyor. Sapından asılı kalan kavun çürümüyor, kış ortasına kadar nefasetini koruyor. Kavun ağırlığını bir yere verecek şekilde bir noktaya konup saklanırsa değdiği yerden çürümeye başlıyor. O yüzden kavun sapından bağlanarak askıya alınıyor veya file içinde ağırlığı eşit dağılacak şekilde asılıyor.

Eylülün tatlı telaşı

Eylülün tatlı telaşı

Günümüzde her mevsimin yiyeceği market raflarında hazır ama hâlâ kış için evde yapılan salça, turşu, tarhananın tatları bir başka oluyor! Hem ekonomik hem de daha sağlıklı. Peki, kökleri geçmişe dayanan bu hazırlıklar bize daha başka neler sunuyor? “Sizce gastronominin en özel ayı hangisidir?” Kimi için baharın tazeliğiyle gelen nisan, kimi için yazın bereketiyle haziran… Ama bana sorarsanız, Anadolu mutfaklarının kalbi eylülde atar. Çünkü eylül, yalnızca yazın sonu değil, kışın habercisidir. Köylerde kazanlar kaynar, tarhanalar yoğrulur, patlıcan ve biberler ipliklere dizilip güneşe bırakılır. İmece usulüyle yapılan bu hazırlık, yalnızca sofrayı değil, aynı zamanda komşuluğu, dayanışmayı ve kültürel belleği besler. Her şey, kışın mutfakların bereket, damakların ise lezzetle buluşması içindir. Şehirde kış hazırlığı Şehirlerde ise bu hazırlıklar farklı bir ritme bürünür. Apartman dairelerinde tarhana yoğurmak yerine semt pazarlarından alınan kışlık sebzeler kavanozlara girer. Büyük tencerelerde közlenen patlıcanlar, dondurucularda saklanır. Balkonlarda hâlâ salça kaynatan ya da turşu kuran komşular vardır ama çoğu kişi için artık marketten alınan malzemeyle pratik çözümler ön plana çıkar. Anadolu’da kış hazırlıkları dediğimizde, aslında kuşaklar arası aktarılan kültürü de konuşuyoruz. 95 yaşındaki annem Mualla Çelikkan hâlâ bu hazırlıkları müthiş bir ciddiyetle yapıyor. Her eylülde ev salçalık domates kokusuyla dolar; annem her şeyi kendi elleriyle yapar, kıvam tutturmak için ocak başında saatlerce bekler. Turşulara olan merakı ise bambaşka: lahana, salatalık, biber. Kavanozların dizildiği mutfak rafları, onun için bir çeşit kışa karşı güvence. Her defasında bu gayreti hayranlıkla izliyorum. Çünkü biliyorum ki annem için mesele yalnızca kışlık yiyecek hazırlamak değil; geçmişten bugüne gelen bir alışkanlığı sürdürmek, kendini köklerine bağlamak. Şehirde yaşayan bizler için belki ‘hazırını almak’ çok daha kolay. Ama annem gibi biri için bu ritüel, yaşamın ta kendisi. Kent hayatında daha bireysel çabalar söz konusu olsa da son zamanlarda gözüme çarpan şey şu: Apartman bahçelerinde ortak kazanlarda kaynayan domatesler, balkonlarda çarşafların üstüne serilen tarhanalar, komşular arası paylaşılan turşu tarifleri. Kimi zaman küçük ölçekli kimi zaman pratik çözümlerle ama özünü kaybetmeden sürdürülüyor. Kış sofralarının yıldızı olur Şehirler arası kuş bakışı süzülsek, ilk durağınız neresi olurdu desem! Eminim herkes kendi köklerini saldığı coğrafyayı anlatır ama bir şehir var ki, orada her fırsatta dile getirdiğim, tarihi Orkide Pastanesi’nin sahiplerinden sevgili arkadaşım Murat Özgüler’den duyduğum sözü tekrar edeceğim: “Gaziantep’te her 6 ay bir sonraki 6 ayın hazırlığıyla geçer.” Bir başkadır sokakları Gaziantep’in eylülde. Şu anda hem festival heyecanı hem de kış hazırlıkları dolayısıyla çok meşgul Gaziantepliler. Zahter, salça, tarhana, kuruluklar, turşu, erişte. Elbette sadece Antep değil; hazırlıkların her biri, Anadolu’nun farklı köşelerinde bambaşka tariflerle ama aynı tatlı telaşla yapılır. Ege köylerinde güneşte kurutulan domatesler kış sofralarının yıldızı olur. Karadeniz’de fasülyeler ipe dizilip seranderlere asılır, İç Anadolu’da pancar turşusu, Doğu’da ise kurutmalık patlıcan ve biberler damlarda sıra sıra dizilir. İzmir’de tarhana hazırlıkları apartman balkonlarını şenlendirir. Çocukların oyun alanına dönüşen o bezlerin üstünde tarhanalar kurur. Trabzon’da lahana turşusu olmadan kış düşünülmez. Rengârenk bir tablo gibi Kayseri’de mantı ve erişte başroldedir. Mardin’de kurutmalık patlıcan ve biberler rengârenk bir tablo gibi damları süsler. Malatya, Tokat, Kahramanmaraş, Hatay, Bursa, Tekirdağ, Kırklareli… Her şehrin kendi ritüeli, başka tadı vardır bu ayda. Sadece kış hazırlıkları değil, eylülün meyveleri de iç açar. Tezgâhlarda üzümün parlak moru, incirin tatlı kokusu, elma ve armudun sulu serinliği var. Kavunlar, karpuzlar artık son demlerinde ama nar ve ayva sofralarda yer almak için sırada bekliyor. Anadolu’nun kebaplarından bahsetmezsem olmaz. Eylülde sumak ekşisi, pul biber, toz biber gibi baharatlar başka bir tat katar kebaplara. İşte bu nedenlerden bana sorarsanız, gastronominin en özel ayı hiç şüphesiz eylüldür. Domates turşusu Tarifimiz, ekranlardan lezzetli reçeteleriyle sofralarımıza renk katan şef Elif Korkmazel’e ait. Malzemesi: * 1.5 kilo domates * 6 diş sarımsak * Yarım çay bardağı sirke * 1 çay bardağı zeytinyağı * 5 adet salatalık * 2 çorba kaşığı nohut * 1 çorba kaşığı kaya tuzu Yapılışı: Domatesleri yıkayıp bütün olarak sığabilecekleri bir kavanoza koyun. Salatalıkları da içine ilave edin. İsterseniz biber ya da patlıcan da koyabilirsiniz. Üzerine sirke, tuz, nohut, sarımsak ekleyin, suyla doldurun, kapağını sıkıca kapatıp 1 ay kadar bekletin.