Ertuğrul Özkök: Noel ve Ramazan ayları kozmopolit kültürün buluşma günleri hâline gelebilir…

Ertuğrul Özkök: Noel ve Ramazan ayları kozmopolit kültürün buluşma günleri hâline gelebilir…

Ertuğrul Özkök: Noel ve Ramazan ayları kozmopolit kültürün buluşma günleri hâline gelebilir… 14.12.2025 Diken Münih’in en büyük Noel pazarı buraya kuruluyor. Orta Avrupa’nın bütün Noel pazarları gibi burası da rengârenk, cıvıl cıvıl. The post Ertuğrul Özkök: Noel ve Ramazan ayları kozmopolit kültürün buluşma günleri hâline gelebilir… appeared first on #site_linkat 14.12.2025 .

Mithat Fabian Sözmen: 'Temiz futbol' goygoyu ancak bir şeyleri gizlemenin aracı olabilir

Mithat Fabian Sözmen: 'Temiz futbol' goygoyu ancak bir şeyleri gizlemenin aracı olabilir

Mithat Fabian Sözmen: 'Temiz futbol' goygoyu ancak bir şeyleri gizlemenin aracı olabilir 14.12.2025 Diken Bahis skandalında, 20’li yaşlarındaki futbolcuların cahillikleri ve “eğlence” arayışları, ne ölçüde şikeye dönüşmüştür bilemiyoruz. The post Mithat Fabian Sözmen: 'Temiz futbol' goygoyu ancak bir şeyleri gizlemenin aracı olabilir appeared first on #site_linkat 14.12.2025 .

Ahmet Taşgetiren: Mehmet Akif Ersoy'un muhafazakâr kimliği ile suç isnatları şaşırtıcı

Ahmet Taşgetiren: Mehmet Akif Ersoy'un muhafazakâr kimliği ile suç isnatları şaşırtıcı

Ahmet Taşgetiren: Mehmet Akif Ersoy'un muhafazakâr kimliği ile suç isnatları şaşırtıcı 14.12.2025 Diken Hadi gelin hiç olmazsa gözümüzün önünde yaşanan şu olaya “lekelenmeme hakkı” açısından bakalım ve bir kamuoyu hassasiyeti koyalım. The post Ahmet Taşgetiren: Mehmet Akif Ersoy'un muhafazakâr kimliği ile suç isnatları şaşırtıcı appeared first on #site_linkat 14.12.2025 .

Türkiye’nin dijital elçileri

Türkiye’nin dijital elçileri

Ozan Ömer Kadüker - Türkiye, 200’den fazla ülkeden ağırladığı yaklaşık 350 bin öğrenciyle, dünyada en çok uluslararası öğrenci çeken ülkeler arasında 6. sırada. 2030 yılı için belirlenen 1 milyon uluslararası öğrenci hedefi doğrultusunda hem devlet kurumları hem de özel kuruluşlar çok sayıda proje yürütüyor. Ancak son dönemde uluslararası öğrencilerin sosyal medyada başlattığı ‘Türkiye’de öğrenci olmak’ akımı milyonlarca liralık tanıtım kampanyalarını dahi geride bırakarak 1 milyar izlenmeyi aştı. İlginizi Çekebilir ‘Güçlü ve ikna edici’ Konuyla ilgili bilgi veren StudyinTürkiye Genel Müdürü Caner Otrakçı “Türkiye artık yalnızca turizm veya ticaret ülkesi değil; gençlerin gözünde dijital olarak popüler, günlük hayatı çekici, eğitim için makul ve heyecan verici bir ülke. Türkiye’nin uluslararası eğitimdeki büyümesinin en büyük motorlarından biri artık sosyal medya içerikleridir. Bu içerikleri üreten öğrenciler ise Türkiye’nin yeni dijital elçileridir. Üstelik bu etki hiçbir resmi bütçeyle oluşturulmuş değil. Tamamen öğrencilerin doğal hayatından doğuyor. İşte bu yüzden çok daha güçlü, kalıcı ve ikna edici” dedi. ‘Doğulu ama batılı’ İstanbul’da eğitim alan uluslararası öğrenciler; Boğaz, Galata, Karaköy, Kadıköy, Ortaköy ve Nişantaşı gibi bölgelerde her gün yüzlerce vlog ve kısa video çekiyor. Ankara, İzmir’in yanı sıra balon turları, gün doğumu videoları, safari içerikleriyle Kapadokya videoları da sıkça paylaşılıyor. Yabancılar, videoların altlarında “Türkiye’nin bu kadar modern olduğunu beklemiyordum, ‘Bu şehirde eğitim almak istiyorum’, ‘Bu şehir inanılmazmış’ gibi yorumlar yapıyor. Öte yandan kedilerin sokaklarda, kampüslerde sıkça karşılaşılması hatta sınıf içlerine kadar girmesi de dikkat çekiyor. Türkiye’nin içeriklerinde öğrencilerin yaptığı yorumlardan bazıları şöyle: ■ Modern ama sıcak ■ Ucuz ama kaliteli ■ Güvenli ama özgür ■ Doğulu ama batılı Yemekler dikkat çekiyor Şehirlerin yanı sıra öğrencilerin çektiği gastronomi videoları da hızla viral oluyor. ‘Türk kahvaltısını denemeden kahvaltı yaptım demeyin’, ‘Döner sadece 3 Dolar’ tarzında birçok yorum bulunuyor. Otrakçı bu konuda ise “Döner, baklava, künefe, menemen, Türk kahvaltısı ve sokak lezzetleri, özellikle TikTok’ta dev bir akıma dönüştü. Fiyat performansa bakıldığında Türk yemeklerinin üst düzey olması eğlenceli, lezzetli, uygun maliyetli yaşam algısını yaratıyor. Bu algıdaki öğrenci o zaman Türkiye’de okumak mantıklı diyor” diye konuştu. En çok tercih edilen ülke British Council ve Studyportals tarafından 220’den fazla ülke ve bölgeden 51 milyon kullanıcının verisiyle hazırlanan rapora göre Türkiye, Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesinde uluslararası üniversite öğrencilerinin eğitim için en çok tercih ettiği ülke oldu. Ayrıca Türkiye, 906 lisans ve 900 yüksek lisans programıyla da birinci sırada yer aldı. ‘ikinci vatanım’ Ankara Medipol Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Suriyeli Riyam Albasha annesinin Türkiye’de öğrenci olduğunu belirterek Türkiye’yi ikinci vatan olarak gördüğünü söyledi. Öğrencilerin görüşleri şöyle: Ali Fahd (Nijerya- Ankara Üniversitesi Din Sosyolojisi): Türk çayına şiir yazdım. Bu şiiri yazarken aslında çayın sıcaklığını Türklerin sıcaklığıyla kıyasladım. Swahifa Abdi Juma (Tanzanya-Biyomedikal Mühendisliği): Başbakanımız da Türkiye’de okumuştu; ben de başarılı olup ülkeme katkı sağlamak istiyorum. Yeseo Yook (Güney Kore- Cerrahpaşa Tıp Fakültesi): Türkiye ile Güney Kore arasında güçlü bir bağ var. Bu dostluğun bir parçası olmaktan gurur duyuyorum.

Türkiye’nin İklim Elçileri, Milliyet’e konuştu: ‘COP31’de biz de masada olmalıyız’

Türkiye’nin İklim Elçileri, Milliyet’e konuştu: ‘COP31’de biz de masada olmalıyız’

Meltem Güneş / ANKARA Gençler iklim krizi mücadelesine omuz vermek istiyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın çalışmalarına destek olan Türkiye’nin İklim Elçileri, Milliyet’e konuştu. Gelecek yıl Türkiye’nin ev sahipliğini yapacağı Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi COP31’i de heyecanla bekleyen iklim elçileri özetle şunları söyledi. ‘Kaybedecek vakit yok’ Zeyneb Eslem Tümer (İstanbul Sağlık ve Teknoloji Üniversitesi): “Kuraklık, orman yangınları, seller artık hayatımızın ortasında. Politika ile uygulama arasındaki mesafe kapanmalı. Gençlerin katkısı sürdürülebilir olmalı. Doğru adımlar hızlandıkça, Türkiye iklim mücadelesinde bölgesel bir lider olabilir. Kaybedecek vaktimiz yok; enerjimizi devletimizin gücüyle birleştirerek, kağıt üzerindeki planları gerçeğe dönüştürmeye hazırız. COP31 hayati bir fırsat. Türkiye küresel iklim diplomasisinin merkez üssü haline gelecek. Dünyanın dört bir yanından gelen akranlarımızla kuracağımız küresel bağlar sayesinde, mücadeleyi evrensele taşıyacağız.” ‘Kağıtta kalmasın’ Ahmet Kemal Sığındere (Bursa Teknik Üniversitesi): “İklim çalışmaları Türkiye’de artık stratejik bir öncelik. İklim Kanunu da sürecin sistemli ve hızlı ilerlemesine zemin hazırladı. Ancak mücadelenin gücü, kağıt üzerindeki hedeflerin sahada uygulanabilirliği ile ortaya çıkacak. İklim artık bugünün meselesi. Sonuçlarla biz yüzleşeceğiz, o yüzden masada biz de olmalıyız. COP31’in Türkiye’de yapılması önemli; Türkiye artık masayı kuran ülkelerden biri olma yolunda. Bu sadece siyasi bir görünürlük değil, özel sektör için yeni yatırım fırsatları, yeşil teknoloji ortaklıkları ve iklim finansına erişimde daha fazla imkan demek.” ‘Farkındalıkta eksiğiz’ Şen (Eskişehir Teknik Üniversitesi): “Türkiye iklim politikalarında ilerliyor. Ancak bireysel ciddiyet konusunda eksiklikler var. Sanayi dönüşümü ve toplumsal katılım gibi alanlarda daha güçlü adımlar atılmalı. Bizler en verimli yıllarımızı ülkemiz adına bilimsel çalışmalar yaparak geçirmek istiyoruz. COP süreçleri, yalnızca uluslararası bir toplantı olmanın ötesinde, alınan kararların küresel iklim politikalarını doğrudan şekillendirdiği bir platform. COP31, Türkiye’de iklim bilincinin toplum genelinde daha yaygın hale gelmesi, sanayi, ulaşım, enerji gibi birçok alanda kazanımlar elde edilmesi gibi avantajlar sağlayacak. Gençler ve sivil toplum da sürece daha fazla dahil olacak.” ‘Daha adil ve sürdürülebilir bir gelecek istiyoruz’ Nazya Ürek (Yeditepe Üniversitesi): “Türkiye, iklim kriziyle mücadelesinde kararlı. Ulusal katkı beyanlarının güncellenmesi, yenilenebilir enerji yatırım kapasitesinin artması ve uyum politikalarının güçlendirilmesi bu kararlılığı gösteriyor. Biz gençler daha adil ve sürdürülebilir bir gelecek inşa etmek istiyoruz. COP31 ev sahipliği için gösterilen istek ve kararlılık, Türkiye’nin bu alanda çözüm üreten ve yön veren bir aktör olduğunu ortaya koyuyor. COP31’e ev sahipliği yapmak, Türk gençlerinin bu alana yönelmesini destekleyecek ve Türkiye’nin iklim politikalarında kapasitesini daha da geliştirmesi için güçlü bir zemin oluşturacak.”

Gidenlerin gölgesinde kalanların sessiz tanıklığı: Yerli Yurtsuz

Gidenlerin gölgesinde kalanların sessiz tanıklığı: Yerli Yurtsuz

Emine Uçar İlbuğa Bugünlerde dijital platformlarda Lefter: Bir Ordinaryüs Hikâyesi gösterimde. Fenerbahçeli kimliği ve futboluyla efsaneleşmiş spor insanı Lefter Küçükandonyadis’in yaşamını anlatan film, 6-7 Eylül Olayları sırasında Adalar’da yaşayan futbolcunun evinin saldırıya uğramasını ve memleketinde bir anda hayatının nasıl tehlikeye düştüğünü çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Bu olaylar elbette tekil değildi. Farklı dönemlerde, farklı biçimlerde ötekileştirilen bu ülkenin “yerli yurtsuzları”, kendilerini artık güvende hissetmedikleri kırılma anlarında evlerini, mallarını, mülklerini ve sevdiklerini geride bırakarak göç etmek zorunda kaldılar. Bu dönemin yarım kalan hikayeleri, resmi tarihin ötesinde edebiyatta, sinemada, tiyatroda zaman zaman yer bulsa da bu denli güçlü bir göçün nedenleri, sonuçları ve koşulları üzerine söylenecek çok söz, yazılacak çok roman, çekilecek çok film olmalı! Örneğin Gürsel Korat, Sokakların Ölümü kitabında özellikle Kayseri ve Nevşehir’de yüzyıllar boyunca bir arada yaşamış Ermeni, Rum ve Müslüman toplulukların zorunlu göçler, sürgünler ve mübadelelerle nasıl yok olduklarını; bu yok oluşların mekâna ve kültüre bıraktığı derin boşluğu anlatır. Çünkü insanlar gidince evler boşalır, sokakların dili değişir, çok kültürlülük silinir ve şehir artık hiçbir zaman eski şehir olmaz. Kaybolan insanlarla birlikte şehrin hafızası da yok olur. Bugün, yüzlerce yıl boyunca örülmüş o ortak kültürün nerede olduğu sorusu hâlâ cevapsızdır. Nesim Ovadya İzrail de Düşler Sahnesinde adlı kitabında 1850’lerden itibaren Anadolu’da tiyatronun temellerini atan Ermeni tiyatro sanatçılarının hikâyesini aktarır. Yazar Erzincanlı Aşod Madatyan’ın yaşamını merkez alarak 1902–1962 arasında Osmanlı’nın çok dilli tiyatro dünyasından Türkiye’nin ulusal tiyatro projesine geçiş sürecindeki kültürel dönüşümü gözler önüne serer. Türkiye’de sahne sanatlarının kurucu kadın figürlerinin büyük ölçüde Ermeni, Rum ve kısmen Yahudi kadınlardan oluşmasına karşın, bu sanatçıların hem tiyatro hem de sinema alanlarında zamanla nasıl görünmez kılındığını anlatır. Oysa Türkiye’de sinemanın ilk yıllarında Sedat Simavi’nin çektiği Casus ve Pençe (1917) filmlerinin, 1919’da Ahmet Fehim’in yönettiği Binnaz’ın başrolünde dönemin ünlü oyuncusu Eliza Binemeciyan vardır. Ancak değişen siyasi iklimle birlikte Ermeni ve Rum sanatçılar ya ülke dışına çıkmak zorunda kaldılar ya da sahneden çekildiler. Bugün İstanbul’un bazı semtlerine sıkışmış ve sayıları giderek azalan Rumların, Ermenilerin ve Sefaradların hikâyesi ne yazık ki sinemamızda çok sınırlı yer buluyor. Özellikle kurgusal uzun metrajlarda bu konuya cesaretle yaklaşan çok az film var. Bununla birlikte son yıllarda belgesel sinemacılar, Türkiye’nin resmi tarihinin uzağında, sözlü tarihe yaslanan geçmiş hikâyeleri bugüne taşıyorlar. BİREYSEL BELLEKTEN TOPLUMSAL TARİHE UZANAN BİR YOLCULUK Rıza Oylum’un 62. Altın Portakal Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü alan belgesel filmi Yerli Yurtsuz da bunlardan biri. Yerli Yurtsuz Türkiye’de “yerli ama yurtsuz” olma halinin sarsıcı, travmatik boyutunu Derikli bir Ermeni olan Yervant Demirci’nin yaşamı üzerinden gündeme getiriyor. Oylum, 1930’lara dek Ermeni nüfusunun en yoğun olduğu yerlerden biri olan Mardin’in Derik ilçesinde, Tehcir Kanunu ve ardından gelen devlet politikalarıyla yaşam alanları giderek daralan; bu nedenle ailece İstanbul’a göç etmek zorunda kalan insanların hikâyesine kamerasıyla eşlik ediyor. Bir zamanlar ilçenin en büyük nüfusunu oluşturan Ermeni toplumundan bugün sadece iki ailenin yaşıyor olması ise filmin en çarpıcı gerçeklerinden biri. Yervant Demirci’nin soyadı aile mesleğinden geliyor ve o ailenin bu mesleği sürdüren dördüncü ve son kuşağı olarak 1980lerde Derik’ten taşınır.  İstanbul Samatya’da açtığı demirci dükkanında uzun yıllar çalışır. O artık İstanbullu Ermeni cemaatinin bir üyesidir; ancak yaşamının son dönemlerini geçirmek için Ermenistan’ın Ayntap bölgesinde satın aldığı arazide kendine yeni bir hayat kurmayı düşler. Çünkü o, doğup büyüdüğü Derik’te Ermeni, İstanbul’da Kürt, Türkiye’de ise “yerli yurtsuz”dur. Yervant, Kınalıada’da yaşayan annesini ziyaret ettiğinde Derik’teki eski yaşamlarına dair sohbet ederken anne/oğul Kürtçe konuşur. Annesi çocukluk anıları ve hatırladıklarıyla geçmişi bugüne taşır. Mardin’in Derik ilçesinde hala ayakta olan ve 1650’lerde inşa edilen Surp Kevork Ermeni Kilisesi, uzun yıllar hem ibadet hem eğitim amacıyla kullanılmıştır. Ancak 1915 Tehciri’nin ardından devlet hazinesine devredilmiş, farklı amaçlarla kullanılmış ve zaman içinde ahıra dönüştürülmüştür. Kilise, Ermeni cemaatinin girişimleriyle 1957’de 5.200 lira karşılığında yeniden satın alınmış ve Derikli Garabed Keçeci adına özel mülkiyete geçirilmiştir. Yervant’ın annesi o güne dair anılarını oğluna aktarırken her iki kuşakta kendi deneyimleri üzerinden geçmişi yeniden yaşar. Nüfusun oldukça azaldığı bölgede birkaç Ermeni aile tarafından bakımı üstlenilen kilisenin o yıllarına ilişkin Yervant annesine sorular sorarken, annesinin anlatıları üzerinden kökleri ile bağ kurmaya, kırılma dönemlerinde yaşanan kayıpların izinden aile/soy ağacını kurmaya çalışır. Annesi kiliselerini yeniden almak için aralarında para topladıklarını, kiliseyi temizleyip, yeniden Derik’te yaşam alanlarını kurduklarını anlatır. Ancak bu dönem de uzun sürmez ve çoğu Ermeni nüfusu kasabadan göç eder. Yervant’in annesi giyimiyle, konuştuğu dil ile İstanbul’da kendine o kadar kolay yer edinemez. Yervant annesine sorar: “Şimdi Derik’e gitmek ister misin?” Bir sessizlik olur; önce “evet” diye yanıt verir yaşlı kadın, sonra hüzünle “gidemem, orada ne yapacağım” diye yanıtlar oğlunu ve “sen beni buradaki kiliseye götür” der.  Yervant: Peki Derik’teki kiliseyi görmek istemez misin? diye sorar, annesi: “Çok güzeldi, çok güzel bahçesi vardı, onu aldılar…” diye yanıtlar. BİR ZAMANLAR DERİK: KAYBOLAN İZLERİN PEŞİNDEN GEÇMİŞE BİR BAKIŞ Yervant uzun yıllar sonra kendisine eşlik eden kamerayla birlikte Derik’e döndüğünde, çocukluğunun sokakları onu hem tanıdık hem de derin bir sessizlikle karşılar. Bir zamanlar mahallelerin her köşesinden gelen Ermeni ustaların sesleri uzaklaşmış, üzüm bağlarıyla, zeytin ağaçlarından geriye bir şey kalmamıştır. Oysa İlçenin ekonomik belleğinde zeytincilik, Derik’te yaşayan Ermeni halkının emeğiyle büyüyüp gelişmiş ve Zeytinpınar ve Xab’daki bahçeler hâlâ onların isimleriyle anılır. Yervant çocukken koşturduğu bahçelere, zeytin ağaçlarından geriye kalanlara bakar; ne eski üretim ne de sabun atölyelerinde o geçmişin hareketliliği kalmıştır. Bugün o kalabalık nüfustan çok az tanıdık yüzle karşılaşır. Oysa çocukluğunun Derik’inde bahçesinde koşturduğu okullar gibi, Ermenilerin kurduğu sinema salonları, manifaturacılar, şarap üreticilerinden ve zeytinyağı sabunu imal eden o hareketli atölyelerden eser yoktur.  Yervant’ın Derik’e yaptığı yolculuğa eşlik eden kamera Derik’in geçmişini bugüne taşırken, sadece tek tük kalan o eski mekânların değişimini göstermeyi değil; bir halkın, bir kültürün, bir emeğin zaman içinde nasıl sessizce silindiğine de tanıklık ediyor. Yervant’ın yolculuğu ile Derik’in geçmişi ve bugünü yan yana getiriliyor ve hafızalarda kalan hikâyeler hala silikte olsa oradalar. Yeter ki anlatacak biri kalsın! HATIRALARDA, BELLEKTE KALAN ANI PARÇALARIYLA GEÇMİŞİ BUGÜNE TAŞIMAK MÜMKÜN MÜ? Yervant; “Derik’te Kürtçe konuşuyorduk, okula gittik Türkçe öğrendik ama herkes bizim Ermeni olduğumuzu biliyordu, Kürtçe de konuşsak” der. 1985lerde göç ettikleri İstanbul’da Ermeni Cemaatinde Kürt, Ermenistan’a gittiklerinde ise Türk muamalesi gördüklerini söylerken de aslında, bu tutum ve davranışların nedeninin ana dillerini bilmemelerinden kaynaklı olduğunu söyler. Yönetmen Rıza Oylum Yervant’ın İstanbul’da gündelik yaşamına kamerasıyla eşlik ederken, onun her gün gelip geçtiği yolları, Kuvayi Milliye, İzci Türk  gibi sokak isimlerini de kadrajına alır. Yervant yorgundur; “artık demokrasiye, devrime olan inancımı kaybettim, yaşlılığımı Ermenistan’da geçirmek istiyorum” der.  Bu kez Ermenistan’ın Ayntap bölgesinde yeni evinde, yetiştirdiği bitkilere, yeni diktiği ağaçlara arkasını, yönünü de Ararat’a döner. Dağın öteki yanından bu tarafa geçen Yervant yer yurt edinmiş midir? Geçmişin ağırlığı ile dağa bakarken yükü hafiflemiş midir? Son söz yerine; Rıza Oylum Yerli Yurtsuz belgeselinde, demir ustası Yervant Demirci’nin kişisel hikâyesinden yola çıkarak Türkiye ile Ermenistan arasında uzun zamandır bastırılmış, karmaşık bir kimlik tartışmasını sinemanın odağına yerleştiriyor. Oylum, Demirci’nin yaşamını anlatırken sadece bir bireyin kendi geçmişiyle yeniden yüzleşmesine değil, aynı zamanda bölgenin çok kültürlü ama parçalı tarihine de ışık tutuyor. Film, Derik’te başlayan bu yolculuğun izini dil üzerinden sürüyor. Çocukluğunun Kürtçesi, okul yıllarının Türkçesi ve yıllar sonra yeniden öğrenmeye çalıştığı Ermenice… Bu üç dil, Demirci’nin hem aidiyet hem yabancılık duygularının sinematografik bir haritasına dönüşüyor. Belgesel, çevresinin onu sık sık Kürt-Ermeni ya da Türk-Ermeni gibi etiketlerle tanımlamasına karşın, Yervant’ın bu kimlikleri aşarak kendi köklerine ulaşma çabasını derinlikli bir anlatımla işliyor. Oylum’un kamerası, Derik’in Ermeni izleri taşıyan mahallelerinden İstanbul’un çok katmanlı Ermeni semti Samatya’ya, oradan da Ermenistan’ın Ayntap kırsalına doğru ilerledikçe, izleyici de bu coğrafyalar arasında bir belleğin izinden Yervant’ın hikayesinin özelinde tarihi bir yolculuğa çıkıyor. Film, mekânlar arası geçişleri yalnızca fiziksel bir hareket olarak değil, aynı zamanda parçalanmış bir hafızayı bir araya getirme denemesi olarak kuruyor. Yerli Yurtsuz, belgesel sinemasının sakin ritmini korurken, politik ve kültürel kırılmaların birey üzerindeki etkisini görünür kılmayı başarıyor. Bunu yaparken de ne melodramatik bir duygu sömürüsüne girişiyor ne de tarihsel travmaları didaktik bir dille açıklamaya çalışıyor; bilakis Yervant Demirci’nin duygularında karşılığını bulan sade ama sarsıcı bir deneyimi izleyicilere yaşatmayı başarıyor. Bu anlamda film, sadece Ermeni bir demirci ustasının kimliğini yeniden kurma hikayesi değil; bölünmüş bir hafızanın, sessizce gün yüzüne çıkma çabasına dair güçlü bir belgesel portresi de ortaya koyuyor.

Yılın sonu...

Yılın sonu...

Hafif bir keder de yok değil...Yok yok yazıya bu cümleyle başlamak doğru değil, başka bir zaman olabilir de şimdi sırası ve yeri değil! Şöyle mi desem: Türkünün “yolun sonu görünüyor” dediği gibi, yılın sonu da görünüyor, olabilir. Böyle bir giriş karşısında pek beğenik durmayan yüz ifadesinde somurtuk dudaklar öne çıkar ve ‘bütünüyle şüphedeyiz’ demese bile, arkasından ne geleceğini, merakla olmaktan çok, ‘pek de bir şey geleceğe benzemiyor’ olumsuz duygusuyla bekleyen, ruhu bedeninden önce kocamış, dünyadan kendisi bezmese de varlığıyla, en azından şu suratıyla, seni, beni, bizi bezdirmeye yemin etmiş, yeminli neşe düşmanı bir herifçioğlu çıkar! Evlerden uzak sözüne bayılırım, hatta bizden uzak artık nereye isterse oraya yakın olsun demeye de bayılırım, kimilerine, özellikle de yukarda çizmeye çalıştığım suret-i haktan görünmeye bile gerek duymayan surata elbette! Tabii ona surat diyorsak! Babaannem Nazlı, ‘sıfatsız’ derdi böyleleri için. Kendisi gayet sıfatlı, dünyanın işini yüklenmeye gelmiş, kısa sürede bunun öfkeyle, kızarak olmayacağını kabul etmiş, hazır buradayken, devletçi değil ama kamusalcı bir anlayışla, ‘yaşat ki yaşayasın’ felsefesini, ‘güldür ki gülesin’e çevirmiş bir kadın kişiydi, canım Nazlı babaannem! Bu arada onun sıfatsız dediklerine biz de suratsız diyor, hatta hiç sakıncası yok bence, sözcük oyunu da yaparak, “surat felakettir”i de bigüzel yapıştırıyoruz! Yakıştıramadıklarımıza yapıştırmamız şart! Günün sonunda...Çok kullanışlı, hem aralarda hem de sonda bir toparlama işlevi gören bu kalıbın en çok yakıştığı, yakıştırdığım kişilerden biri de sevgili Mahir Polat. Konuşmalarında sürekli kullanırdı, onunla özdeşleştirdim ben de. İstanbul için tam anlamıyla elini taşın altına koyan, o taşı kaldırınca altından epeski güzellikleri bulan, onları yepyeni kazanımlar olarak, “acem mülkü feda” dedikleri bu şehr-i İstanbul’a mutlulukla armağan eden çok değerli şehir plancısı, bulunmaz bir insan. Dost. Bulduğumuzu kimi zaman, şimdi kim uğraşacak, başımıza iş açmayalım, kapat üstünü kimse görmeden diyen, bir yeni desem değil eski desem geleneğe ayıp, tuhaf bir yaklaşımın diyeyim vazifeşinasları mı ne olduysak, hem bulduğumuzu kapatıyoruz hem de bulmaya, bilmeye çalışan, kazan, araştıran, yoklayan insanlarımızı kapatıyoruz! Bu yılın sonu koca bir günün sonu gibi oldu doğrusu! Sanki yıl koca bir halı gibi serili, onu bir ucundan kaldırınca tüm kötülükler, halının altına süpürülmüş pislikler, hepsi dökülecek, ayaklarımız toprağa basacak, ota, çimene uzanacağız, ağzımızda bir çiçeğin sapı, ilk aşkın hevesiyle hülyalı geleceğin bize ne güzellikler getireceğini düşleyeceğiz. Bir Ziya Osman Saba şiiri gibi beyaz ve iyimser yaşayacağız. Eyüp’te bir sokakta, İstanbul’da bir semtte, memleketin birinde ve dünyanın ortasında! Kabul bu son paragraf, ilkokulda dört mevsim ödevinde baharı seçen çocuğun düşleri gibi oldu, olsun düşlerin ne zararı var! Kimileri ‘çok şair var!’ diye hafif şikayetçi bir edayla konuşunca, ‘olsun, daha çok olsun’ diyorum, ‘size ne zararı var?’ Orhan Veli’nin miydi, yok, baktım arkadaşınınmış, Melih Cevdet Anday’ın “Alaturka” şiiriymiş, hatırladım, “Çık benim şair tabiatım, çık orta yere/Fakir güzelinden söyle/ Hasret ateşinden çal/Çal, söyle benim derdimi sevdalı sesinle”. 1946’da yazmış. Ben oradaki ‘şair tabiat’ı değiştirerek, “çık benim iyimser tabiatım” diyorum, yılın sonu yolun sonu değil ya, yeni yılda adaletin ortaya çıkmasını, hak hukuk adalet talebinin karşılığını bulmasını diliyor, Gezi’den belediyelere, siyasal düşüncelerinden ötürü hapsedilenlere özgürlüklerine kavuşacakları, kavuşacağımız bir yıl olacağı umudumu diri tutuyorum.

Haftanın kitap önerileri

Haftanın kitap önerileri

BirGün Pazar olarak her hafta Kültür sayfamızda, bu dönemde yazılan yeni kitapların bir seçkisini okurlarımıza sunuyoruz. Edebiyattan tarihe, teoriden çeviriye farklı konu başlıklarından ilgi çeken eserlerin müstakbel okurlarının gözünden kaçmaması adına yaptığımız bu seçkide bu hafta dört farklı eser bulunuyor. DOĞRUDA DURMANIN FELSEFESİ Metin Çulhaoğlu Kendisinin uzun ve verimli yazarlık tarihinde kimileri sosyalist hareketin dönüm noktalarında çok önemli müdahaleler olarak hatırlanan bu makalelerin bir araya getirilmesi, 50 yıllık bir teorik, ideolojik, politik çizginin gelişimini gözler önüne serebilmeyi mümkün kılıyor. Ayrıca birçoğu artık kolayca erişilemeyen dergilerde kalmış, fakat önemini hâlâ koruyan makaleler de bu ciltlerle birlikte okura ve tarihe armağan edilmiş oluyor. PHILLIPOS VE BÜYÜK İSKENDER – KRALLAR VE FATİHLER Adrian Goldsworthy Antik dönemin önemli gücü Yunanları ve Persleri buyruğu altına alıp Adriyatik Denizinden Hint Yarımadasına varan bir imparatorluk kuran Büyük İskender; sınırları yeniden belirledi, Helenistik çağı başlattı ve “bilinen dünyanın” tek hükümdarı oldu. Ancak kendi ifadesiyle “Tanrının oğlu” değil, II. Philippos’un oğluydu. Adrian Goldsworthy bu eserinde, babasının birikimi olmasaydı Büyük İskender’in bu kadarını başaramayacağını gösteriyor. Kitap, dünyayı fetheden iki hükümdarın ortak biyografisi. HER ŞEY NORMALMİŞ GİBİ Gaye Boralıoğlu Farklı dünyalardan iki insan: Arda ve Lora. Onları zorlu bir ilişkinin ana karakterleri yapan şey ne olabilir? Tesadüf mü, yoksa ikisinin de varoluş hikâyesinde saklı bir sebep mi? Her Şey Normalmiş Gibi’de genç bir adamın gözünden bakıyoruz yaşadığımız kaotik günlere. Onunla birlikte hem sevdiği kadını tanımaya ve anlamaya çalışıyoruz hem de son dönemin siyasi ve toplumsal atmosferini yeniden gözden geçiriyoruz. KARANLIK ATÖLYE Annie Ernaux Annie Ernaux, Karanlık Atölye’de yazarlığının en mahrem ve çetrefilli yanlarını gün yüzüne çıkarıyor. 1982’den itibaren tuttuğu yazı günlüğü, bir tür içsel atölye olarak, kelimelerle kurduğu sıkı ve zaman zaman çıkmazlarla dolu ilişkiyi gözler önüne sererken, her sayfa bir arayışın, bir tereddüdün, bir vazgeçişin izlerini taşıyor.