Eğitimde Olması Gereken 804 Bin 250 Çocuk Nerede?

Eğitimde Olması Gereken 804 Bin 250 Çocuk Nerede?

Kimi sorunlar yalnızca “çözülmek için” vardır. Bu çözüm için sihirli değneğe de gerek yok. Yeter ki sivil toplumun özenle hazırladığı verileri geç kalmadan politika sonuçlarına dönüştürelim. Belki de hep bir ağızdan sormanın vakti gelmiştir: 804 bin 250 çocuğun okul dışında ne işi var? The post Eğitimde Olması Gereken 804 Bin 250 Çocuk Nerede? appeared first on PERSPEKTİF .

Özgürlüğe açılan kanatlar

Özgürlüğe açılan kanatlar

Özge DOĞAR “Bir müjdeyi taşımak için büyük kanatlar değil güçlü bir yürek gerekir.” Gökyüzünün geniş mavi perdesinde, bazı kuşlar vardır ki yalnız uçmaz… Onlar, iyi haberlerin kanatlı habercileridir Kırlangıç, ilkbaharın ince kalemidir. Uçarken gökyüzüne “Bahar geliyor, uyanın!” yazar. Evin saçaklarına yuva kurdu mu, bereket de yavaşça kapıyı çalar. Leylek, uzun bacaklarıyla uzak diyarlardan gelir. Her gelişinde, “Yollar açılıyor, yeni maceralar başlıyor!” der gibi süzülür. Onu gören çocukların yüzünde hemen bir gülümseme belirir. Güvercin, ak pak tüyleriyle barışı taşır. Küçücük gagasında hiç görünmeyen bir umut saklıdır. Bir dala konduğunda sessizce fısıldar: “İyilik birazdan buraya uğrayacak…” Kumru, kalbin en yumuşak sesidir. Kutuplara uçmaz, göç yollarına düşmez; çünkü o sevginin bekçisidir. İki kumru yan yana oturmuşsa, evde huzur var demektir. Bülbül, sabahın erken saatlerinde uyanır. O şarkı söylemeye başladığında doğa da gülümsemeye başlar. Sesiyle baharın kapısını çalar, çiçeklere “Hazır olun, yeniden renkleniyoruz!” der. Turna… Uzak bozkırların kutsal kuşu. Uzun boynuyla göğe doğru çizdiği yol, bereketin izidir. Bunların dışında halk arasında “Müjdeci Kuş” diye de bilinen bir de serçe vardır. Özellikle Anadolu’da serçenin eve konmasının, bir pencereye gelmesinin ya da yakınında uçmasının “güzel haber” getireceğine inanılır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi soruşturması kapsamında tutuklanan Ramazan Gülten’in yüreğinde işte böyle minik bir serçe yerinde duramıyor, kalemiyle buluşup bizlere geliyor… Umut oluyor ailesine ve tüm demokrasi sevdalılarına. Müjde Kuşu, Kapalı Kapılar Ülkesi’nde tek umudu ailesine ve yeni doğacak Maya’ya kavuşmak olan sevgi dolu bir insanın; umudunu ve özlemini minicik gövdesine sarar ve yola çıkar. Müjde Kuşu elbette yolunun uzak ve zor olduğunu biliyordur ama bildiği bir diğer şey: Bir müjdeyi taşımak için büyük kanatlar değil güçlü bir yürek gerektiğidir. Müjde Kuşu kararlıdır, ne olursa olsun iyi yürekli insana yardım edecek, onun umudunu ailesine ve sevgisini yeni doğacak Maya’ya taşıyacaktır. Rüzgâr, Müjde Kuşu Serçe’ye yardım eder, fırtınanın onu oradan oraya fırlatmasına izin vermez. Çünkü bilir iyi insanlara ve cesur kuşlara yardım edilmelidir. Gölü geçerken yağmur yardım eder, minik serçenin umut yüklü yüreği gökyüzünü aydınlatmalıdır çünkü. Müjde Kuşu, Maya’nın evine geldiğinde yorgun ama mutludur, güneş ışıkları tüylerini adeta aydınlatıyordur. Mutludur Müjde Kuşu; Maya doğmuş, annesi ve abisi de gülümseyerek minik serçeye el sallıyorlardır. Tanımışlardır onu, Kapalı Kapılar Ülkesi’nden sevgi ve umut getirdiğini anlamışlardır. Müjde Kuşu hiç durur mu, Onun adı Müjde Kuşu iyi kalpli insana müjdeyi götürmeli. Dönüş yolunda ona yardım eden dostlarına teşekkür etmeyi ihmal etmez. Kapalı Kapılar Ülkesi’ne “Maya doğmuş, çok sağlıklı görünüyor” der. Bir umudu taşımak için özgürlüğe inanmak gerekir. Müjde Kuşu, minicik bir serçedir ama iyi yüreklerin görünmez bağlarla birbirlerine bağlı olduğunu bilir, bu bağ dayanışma ve cesaretle örülmüştür. O yüzden kolay kolay kopmaz ve dağılmaz. Üstelik bunu bütün serçeler bilir. O yüzden müjdeli haberler vermek serçelerin işidir. Kapalı Kapılar Ülkesi, söyledikleri kadar soğuktur ama orayı sıcak tutan Müjde Kuşları umudun, özlemin, özgürlüğün ve sevginin taşıyıcılarıdır. Kapılar kapalı ama yürekler sevdaya açıktır. Çünkü bir sevdayı taşımak inat ve cesaret ister. Müjde Kuşu, Kırmızı Kedi Çocuk tarafından kasım ayında yayınlandı. Kitabı yazan Ramazan Gülten, resimleyen Pınar Çalışkan Gülten. Maya, annesinin karnında 6 aylıkken babası tutuklandı. Doğduktan sonra her hafta babasını ziyarete gitti ve onlara umut oldu. Müjde Kuşu; Maya ve tüm çocuklara, Pınar ve Ramazan Gülten tarafından ithaf edilse de hepimize geleceğe dair umut ve sevgi taşıyor.

Lucy Knisley’den lezzetli çizgiler

Lucy Knisley’den lezzetli çizgiler

Toprak IŞIK Yemeksever: Mutfaktaki Hayatım, Lucy Knisley tarafından yazılıp resimlenmiş ve ABD’de yayımlanmış, otobiyografik bir çizgi-roman… Tudem Yayın Grubu bünyesindeki Desen markasıyla ülkemiz okuruna ulaştırılan eseri Tijen İnaltong Türkçeleştirmiş. Knisley, çocukluğundan başlayıp yetişkinliğine kadar yemek kültürüyle daima iç içe olan hayatını anlatırken, her bölümün sonunda yer alan küçük tariflerle eserinin mutfak meraklıları için pratik bir işlev kazanmasını da sağlamış. Yemeksever, mutfaktaki emeği, duyguyu ve bilgiyi paylaşıyor okuruyla. Mutfağın kişisel hafızadaki yerini, aile bağları üzerindeki etkisini ve kültürel kimliğin şekillendirilmesindeki rolünü gösteriyor. Serüven, çocukluğun özgür damak tadından, yetişkinliğin olgunlaşmış ve derinlik kazanmış beğenisine uzanırken, okur önemli bir gerçeğin farkına varıyor: Mutfak, yalnızca karın doyurulan bir yer değildir; duygu eğitiminin, estetik algının ve toplumsal aidiyetin kurulduğu bir kültür mekânıdır. Knisley, hikâyesini anlatmak için annesinin profesyonel bir mutfak emekçisi olarak kazandığı becerilerinin ve babasının gurmeliğe varan yemek merakının günlük hayata yansımalarını kullanıyor. Reçel kaynatmaktan, peynir seçimine, hamuru yoğurmaktan turşu kurmaya kadar geniş bir yelpazede inceliyor mutfak faaliyetlerini. Bilgi, sabır, incelik ve merakın seçkin bir mutfağın efendileri olduğunu gösteriyor. Malzemeyi toplamak, hazırlamak, ürünü ortaya çıkarmak ve paylaşmak… Birlikte hazırlanan yemekler, hep beraber kurulan sofralar, paylaşılan tarifler ve mutfağa dair her şey, kişisel hikâyelerin birbirlerine bağlanmasına aracılık ediyor. Söz konusu bağlar bizi mutfak kültürünün toplumsal boyutuna götürüyor. Yemek yemek, hayatın ritminde çok önemli paya sahip bir faaliyet… Ekip biçmekten alışverişe, mevsimlerin takibinden mesai düzenine kadar yaşamın her alanına nüfuz ediyor ve izini bırakıyor. Sahip olduğu bu güç, ona belli kurallar dâhilinde yaklaşılmasını da kaçınılmaz kılıyor. Üstelik bir de yemeklerin insan bedeni üzerindeki etkisi var. Bu gerçek, sağlıklı ve sağlıksız gıdalar sınıflandırmasını çağdaş yaşamın gündemine taşıyor. Yazar, bu konularda katı bir disiplin yerine, aşırıya kaçmamak koşulu ile esnek bir tavır benimsediğini belirtiyor; çok eleştirilen bir hazır yemek restoran zincirinin arkasında durmaktan çekinmiyor. Hiç de sağlıklı olmayan ziyafet anılarını açık yüreklilikle paylaşıyor. Öznel tavrını okurdan saklamayan Knisley, kitabını sadece kendi ülkesinin mutfağı ile sınırlamıyor. Yemek kültürünün evrenselliğini, yolculuk anıları, pazar yerlerinin zengin ürünleri ve farklı dillerin baharatlarıyla renklendirdiği sahneler aracılığıyla gösteriyor. Bu kapsayıcılık kitapta yer alan tariflerde de kendini belli ediyor. Yemeklerin coğrafyalar arasında göç ederken nasıl ad ve biçim değiştirdiğini, malzemelerin iklime, mevsime ve erişilebilirliğe göre yeniden seçildiğini anlatıyor. Böylece Yemeksever, damak tadının dolaşımını, tekniklerin elden ele aktarımını ve ortak sofraların çoğul sesini öne çıkaran bir kültür atlasına dönüşüyor. Elbette bu durum okuru kendi mutfağını düşünmeye de teşvik ediyor. Ülkemiz okuru bu teşviğin peşinden gittiğinde muazzam bir zenginlik içinde yaşadığını görmekte kuşkusuz zorlanmayacaktır. Birbirine eklemlenen Anadolu, Balkan, Kafkas, Orta Doğu ve Akdeniz etkilerini, tahıldan bakliyata, sütten fermente ürünlere, sebzelerden baharata uzanan geniş malzeme evrenini, yavaş pişirme, dinlendirme, şerbetleme, kurutma, közleme gibi incelikli teknikleri hatırlayacaktır. Kitabın temposunda, belki de çizgi ve metnin aynı kalemden çıkmış olması sayesinde denge hep korunuyor. Sahneler, mutfak eylemlerinin ritmine uyumlu akıyor; bilgi yoğun sayfalardaki kompozisyon ve tasarım okuyucuyu yormuyor. Bölüm sonlarındaki tarifler, ayrıntılı ama göz korkutmayan bir çizgi düzeniyle aktarılıyor: Malzeme listeleri görsel işaretlerle, uygulama adımları küçük şemalarla destekleniyor. Eserin biçemi de övgüyü hak ediyor. Knisley, çok dozunda bir mizah kullanıyor, hiç didaktizme kaçmıyor, geçmişin tatlarını hoş nostaljik esintiler ile hatırlatıyor. Böylece kitap, hafıza anlatısı ile mutfağın teknik bilgisini aynı potada eritip hem okunur hem uygulanır bir bütünlüğe kavuşuyor. Yemeksever, mutfağı bir zevk alanı olmanın yanında, araştırma, öğrenme ve bireyler arasında bağ kurma mekânı olarak konumlandırıyor; okuru, sofra üzerine düşünmeye, yemek kültürünün hayatındaki etkilerini değerlendirmeye davet ediyor. Bu davetin kabulü, yerelden evrensele uzanan ortak mutfak dilinin fark edilmesini sağlayacaktır. Kitap bittiğinde, mutfağın kapısı açılır ve okur, zihnindekileri pratiğe taşımak üzere ocağın başına geçerse bu dil daha da güçlenip zenginleşecektir.

Hangi ölülerimizin hikâyesini dinlemeyi seçiyoruz?

Hangi ölülerimizin hikâyesini dinlemeyi seçiyoruz?

Bahar Ekin OKSU Ahmet Altan’ın neredeyse otuz yıla yayılan Osmanlı Dörtlüsü, Türk edebiyatında imparatorluğun çöküş yıllarına dair en iddialı, en uzun soluklu anlatılardan biri. “Kılıç Yarası Gibi”, “İsyan Günlerinde Aşk” ve “Ölmek Kolaydır Sevmekten”in ardından gelen “O Yıl”, bu döngünün hem tarihsel hem de duygusal bakımdan en uç noktasına, 1915’e varıyor. Everest Yayınları’ndan çıkan roman, zaferle felaketin aynı takvim yaprağına sığdığı o seneyi, Çanakkale Savaşı ile Ermeni tehcirini aynı kurmaca evrende buluşturarak anlatıyor. Altan’ın metninde 1915, yalnızca bir “büyük yıl” değil, imparatorluğun kendi kendini inkâr ederek intihara sürüklendiği bir eşik olarak ele alınmış. Bir yanda Conkbayırı’na doğru yürüyen orduya karşı kazanılan görkemli bir zaferin anlatısı, diğer yanda tren vagonlarına bindirilerek sınır dışına yollanan, kaybolan, suskunlaştırılan hayatlar… “O Yıl”, bu çelişkinin tam çatlağında, hem tarihsel sürekliliği tamamlayan bir son kitap hem de romanın kendi içinde başlı başına okunan bir yüzleşme hikâyesi olarak ortaya çıkıyor. Dörtlemenin önceki kitapları, imparatorluğun son yirmi yılını bir ailenin içinden, odalardan, mektuplardan, yatak odalarından süzerek izliyordu. Tarih kitaplarının 1908 devrimi, 31 Mart Vakası, Balkan Savaşları gibi kalın başlıkları Altan’ın romanlarında, çoğu kez bir konağın merdiven başında, bir masanın etrafında, bir kadının sessizce odadan çıkışında yankılanır. “O Yıl” da bir yandan Osman adlı günümüz anlatıcısının “ölüleriyle konuştuğu” çerçeve bir hikâyeyle, diğer yandan bu ölülerin kişisel itiraflarıyla örülen geniş bir koroya benziyor. Artık yalnızca imparatorluğun siyasal çürümesi, kaybedilen savaşlar, boşa çıkan idealler değil, bizzat varlığını sürdürebilmek için kendi yurttaşını feda eden bir devlet aklıyla yüz yüze geliyoruz bu kitapta. Altan, romanın merkezine iki düzlem yerleştiriyor: Bir yanda farklı uçlara savrulan iki erkek kardeşin politik ve ahlaki tercihlerle belirlenen yazgısı, diğer yanda Türk topçu subayı Ragıp ile sürgüne gönderilen Ermeni hemşire Efronya’nın, emirler, yollar ve tren vagonları tarafından kesintiye uğratılan aşkı. Bu çifte eksen, romanın dilini de belirliyor. Altan’a özgü uzun, kıvrımlı cümleler, burada hem savaşın gürültüsünü hem de bireysel duyguların fısıltısını aynı nefeste taşımaya çalışıyor. Çanakkale cephesinin top sesleri, çoğu zaman bir bakışın tereddüdüyle, bir odanın içindeki küçük sahnelerle, bir sevgilinin henüz yazılmamış mektubunun ağırlığıyla yan yana duruyor. Çarpıcı olan, yazarın zafer anlatısını da kolaycı bir kahramanlık retoriğine teslim etmemesi: Çanakkale Muharebesi kazanılsa da romanın ufkunda kurtuluş değil, daha büyük bir ahlaki çöküş beliriyor. Roman boyunca günümüzde yaşayan bir karakter olan Osman’ın “ölülerle konuşarak” bu hikâyeleri dinlemesi, belirgin bir etik soruya dönüşüyor: Gerçekleri kim anlatır, hafızayı kim kurar, ölüler mi hayatta kalanlara bir şey söyler, yoksa biz mi ölülerin ağzından kendi mazeretlerimizi tekrar ederiz? Osman’ın dinlediği sesler aslında bir halkın bölünmüş, parçalanmış hafızasına ait belki de. Altan’ın dili her zaman melodramla düşünsel sorguyu yan yana getiren, yoğun, kimi zaman da gösterişli bir dil olageldiği hâlde “O Yıl”da bu gösteriş, yer yer bilerek törpüleniyor sanki; bazı sahneler şaşırtıcı bir sadelikle, neredeyse belgesel tonuyla kurulurken, Efronya ile Ragıp’ın sahnelerinde tekrar o bildik, tensel ve duygusal yoğunluk ortaya çıkıyor. Yazar, aşkı yine bir kaçış değil, tam tersine tarihin en karanlık anlarında bile insanın kendine sorduğu soruları keskinleştiren bir büyüteç gibi kullanıyor. Ragıp’ın askeri emirlerle vicdanı arasında sıkışması, Efronya’nın hem inkâr edilen bir felaketin tanığı hem de romanın en canlı karakterlerinden biri oluşu, “O Yıl”ı tarihî roman kalıbının dışına taşıyor. Aynı zamanda, Türkiye’de hâlâ siyasal ve toplumsal düzeyde üzerine konuşulması zor bir yılı romana taşımak, edebi bir tercih olmanın ötesinde riskli bir jest. “O Yıl”, bu riski göze alırken, tarihî gerçeklerin tartışmalı alanına doğrudan giriyor; imparatorluğun “intihar yılı” olarak anılan bir yılı ele alırken Ermenilerin başına gelenleri örtülü imalarla değil, kurmacanın içinde açıkça adlandırılmış bir felaket olarak konumlandırıyor. Böylece dörtlü, artık yalnızca bir imparatorluğun siyasal tarihine değil, bu topraklardaki inkâr ve unutma pratiklerine dair bir romanlar bütünü hâline geliyor. “O Yıl”, Ahmet Altan’ın son yıllardaki üretimiyle –cezaevi kitapları, “Hayat Hanım” ve diğer romanlarla– birlikte düşünüldüğünde, yazarın kişisel tecrübesi ile tarihsel tahayyülü arasındaki bağları da sezdirmeden güçlendiriyor. Özgürlükten, hapisten, sürgünden söz eden bir yazarın 1915’e dönüp bakması, elbette yalnızca geçmişle ilgili değildir; bugünle, bu ülkenin kendine bakma biçimiyle de ilgili bir pratiktir. Altan, Osman’ı bir tür “yaşayan vicdan” figürü olarak kullanırken, bize de rahatsız edici bir soruyla veda ediyor: Hangi ölülerimizin hikâyesini dinlemeyi seçiyoruz, hangilerinin sesini bastırıyoruz? “O Yıl” edebiyatımızda nadir rastlanan bir ölçek ve cesaret örneği sunuyor. Büyük tarihsel kırılmaları, ulusal mitolojilerin en parıltılı sayfalarını, kişisel arzuların ve korkuların içine yerleştiren bu roman, “geçmiş” denen şeyin ne kadar bitmemiş, ne kadar bugüne sızan bir mesele olduğunu hatırlatıyor.

Bir Ankara romanı

Bir Ankara romanı

Devrim Koçak, 2015 yılının ortalarından başlayan kanlı olay ve çatışmalarla ilgili duygularını, “Biz geride kalanların yaşananları sineye çekmesinden payıma düşen utancı kabulleniyorum” diye ifade ediyor. Romanı okurken biz de fark ediyoruz; hiç unutmamışız, yaşadıklarımız hiç de iyi şeyler değildi.

Bütün çıkmaz sokaklara inat

Bütün çıkmaz sokaklara inat

Çiğdem YALMAN KOPAN Yazıyor, yazıyor! Mine Soysal yazıyor! Kitapların ne menem şeyler olduğunu; kimi sorulara yanıt olup kimi yanıtlar için sorular sordurduğunu yazıyor! Yaşasın Kitap! Günışığı Kitaplığı’nın kalbinden tüm genç okurlar için geliyor. Hatta sadece onlara da değil; ailelere, öğretmenlere, benim kitapla pek aram yok ya, diyenler de dâhil herkese, rengârenk bir güz çiçeği gibi günümüzü aydınlatmaya geliyor. Hayatımın en unutulmaz sohbetleri kitaplardan bahsettiğimiz cümlelerle taçlanmıştır. Odalarıma yeni pencereler açan, bana ayna olan canım kitaplar. İster hikâyeler anlatın, ister kelimelerin anlamlarını; ister diyaloglardan ibaret olun, ister resimlerle dolu; kurgu veya bilimsel verilere dayalı… Ben hayatımın temelini sizinle atmışım, en eski ve en yeni anılarımda, fonda veya başrolde, mutlaka orada bir yerdesiniz. İşte bu yüzden Yaşasın Kitap!’ın adı bile yetti onu hevesle okumama. Çok sevdiğim, uzakta yaşadığı için sık görüşemediğimiz teyzemin sürpriz bir ziyaretle getirdiği kıymetli bir hediye gibiydi benim için. Her sayfada aynı heyecanla, gençlikte benzer manzaraların öznesi olmanın tanıdıklığıyla bayılarak okudum. Kitaplar hakikaten ne büyülü şeyler, üstelik erişimi de kolay! İçinizi açan bir sohbette, okul kütüphanesinde, kitapçıların raflarında birden çıkabiliyorlar karşınıza. Yaşasın Kitap! 32 farklı öyküde, her biri yörüngenin bir başka noktasında takılmakta olan genç hayatları ve kitapların bu hayatlardaki sessiz ama etkili rollerini anlatıyor. Mine Soysal günümüzün düştükçe düşen dikkat süresini de hesaba katmış olacak ki tekli dokunuşlarla işlediği kısacık sahnelerin en can alıcı noktalarını, kendine has sakin ve sade anlatımıyla çerçevelendiriyor. Bu öykülerde kitaplar, kimi genç hayatın ateşini körükleyip kimisinde yakıcı öfkeyi söndüren, kiminin sorularına yanıt olan, kimine daha çok sorular sorduran ama istisnasız hepsini değiştiren, dönüştüren belki de büyüten sessiz yol göstericilere dönüşüyor. Yaşasın Kitap!’ın genç okurlara ihtiyaç duydukları alanı sağlayacağından, görülmüş ve anlaşılmış hissettireceğinden şüphem yok. 20 sene önceki yuvamdan, evimin en özgür yerinden, çıkarken olduğu gibi bıraktığım gençlik odasından söylüyorum bunları. İçimde, aralık ayında İstanbul Kitap Fuarı’nda stantlara çıkıp “Yaşasın Kitap!” diye haykırma isteği uyandıran, sadece konuşurken değil hakkında yazarken bile coşkulu bir giriş yaptıran bu kitap, diğer okurlarda nasıl çınlayacak kim bilir! Genç zihinlerde ne ışıklar yanacak kim bilir! Heyecanla bekliyorum. Hayatımın en zorlu virajları, en sakin yolları, en yaşadığım anları kitaplarla taçlanmıştır. Karanlığıma ışık, yakıcı güneş altında gölgeliğim olan canım kitaplar. Bir sebepten hayatıma giren ve bana üzerine binlerce kelime sıralayabileceğim kadar çok şey hissettiren canım kitaplar. Ve o kitapları yazanlar, çizenler, yayına hazırlayanlar. Çok yaşayın siz e mi? Ki biz de okuyalım. Bu hikâye, biricik kitapların biricik okurlarına. Yollarda kaybolmak da var, çıkmaz sokakta sıkışıp kalmak da, ama neyseki kitaplar da var, deliksiz duvarlarımıza açar bir pencere. İyi okumalar herkese. Yaşasın çocuk kitapları, diyorum normalde, ama haydi bu sefer genele yayalım: Yaşasın Kitap!

Zamanın içinde yankılanan ruh

Zamanın içinde yankılanan ruh

Kübra KARADAĞ Mustafa Küçük’ün Beklenen adlı romanı, tarihsel bir kurgu sunmaktan çok daha fazlasını yapıyor. Üç çağda, üç farklı bedende dolaşan tek bir ruhun izini sürüyor; farklı zamanları iç içe geçiren, okuru olayların değil, sembollerin içinden geçmeye çağıran bir bir kurgu oluşturuyor. Romanda “geçmiş” sadece hatıraları sunmak için yazılmamış. “Geçmiş” romanın ta kendisi çünkü yara aynı yara ve kanamaya da devam ediyor. Bu acı ne zaman son bulacak sorusunun cevabı ise Kaan’da. Bu yüzden yazar, üç çağ arasındaki geçişleri, aynı acıları yaşayan karakter “sonra” duygusuyla değil, “yeniden” duygusuyla işliyor: aynı soru başka bir yüzyılda yeniden soruluyor, aynı yara başka bir isimle tekrar önümüze sunuluyor. Bozkırın savaşçısı Doğan, serhat boylarının akıncısı Kılıç ve günümüz dünyasının yorgun insanı Kaan… Üçü de farklı bir dönemin tanığı ama aynı sancının taşıyıcısı. Doğan’ın savaş alanındaki sezgisi, Kılıç’ın sınır hattındaki uyanıklığı, Kaan’ın gündelik hayatın gürültüsünde taşıdığı ağırlık birbirine eklenen bir yapbozun parçaları gibi… Karakterler ileri doğru akan bir kahramanlık zincirinin durakları değil, birbirine bakan üç iç dünya. Hepsinde aynı fısıltı yeniden beliriyor: “Beklenen sensin.” Bu cümlenin tekrarı, onların kaderi. Bitmeyecek sızının mimarı. Bir kurtuluş ya da bir hediye değil, bir yüzleşme. Bir çağda açılan yara diğer çağda kapanacak ancak bazı acıların da elbet bir bedeli olacak. Savaşların, inançların, duyguların gölgesinde bir ömür tekrar alevlenecek. Sayfalar ilerledikçe okur, karakterlerin hikâyesini değil; kendi içindeki döngüyü, kendi “bekleyişini” duymaya başlıyor. Roman, beklemeyi bir gecikme değil, bir yüzleşme biçimi olarak sunuyor. Beklemek burada sakince yapılan bir geçiş değil. Tam tersi bu bekleyiş çok aktif yaşanıyor. Günümüz karakteri Kaan, onu yüzleşmeye götüren pek çok falcı, medyum, enerji uzmanı, astrolog, şifacı, rüya yorumcusu ve hatta şamanla çalışıyor. Bunlar onu “Sende bir güç var, yakında açığa çıkacak.” söylemleriyle manipüle ediyor. Onlar Kaan’ı beklediği finale götürdü mü ya da zafere giden yolda onlar da birer mihenk taşı mıydı? Yoksa her şey daha da çıkmaza mı girdi? Bu kitap, sıradan bir macera romanı değil; adeta bir gizem… Gizem, sadece çözülmesi beklenen bir bilmece değil. Bütün bilmeceler, okuru diğer bilmecelere götürüyor. Yazar anahtar uzatmıyor; okuru, işaretlerin arasında kendi anahtarını üretmeye zorluyor. Ve nihayetinde romanın son sayfaları şunu fısıldıyor: “Görev tamam değil; görev devam ediyor.” Bu cümle, bir kapanış vaadi taşımaktan çok kitabın dışına sızan bir titreşim üretiyor; okur sayfayı kapatsa bile meselenin bitmediğini hatırlatıyor. Bu yüzden Beklenen’i sayfa çevirir gibi değil, sayfa altlarında saklı olan yapıları arar gibi okumak gerekiyor. Cümlelerin arasında bırakılan boşluklar, karakterlerin tarihsel kılıflarının ardındaki sancılar, okuru romanın dışına değil, derinine çekiyor. Asıl çatışma kişiler arasında değil; insan ile kader arasında, ruh ile zaman arasında. Ve sonra romanın en çarpıcı kırılma noktası geliyor: görevin tebliği. Bu kısım, metnin edebî doğasını aşarak farklı bir katmana temas ediyor. Burada anlatılan yalnızca bir karaktere verilen görev değil; roman boyunca işaretleri verilen derin yapının görünür hâle gelişi. Kurgu ile gerçek arasındaki çizgi o anda inceliyor; sanki yazar, yıllardır sezilen ama dile getirilmeyen bir çağrıyı metne mühürlüyor. Tebliğin ayrıntısız bırakılması, okurun zihninde daha geniş bir yankı kuruyor; görev kişisel bir emrin ötesinde... Romanın kurgusu dışında ya olanlar gerçekse? Görev açıklanmıyor, ismi konmuyor ama varlığı hissediliyor. Zamanın dışından gelen, çağlara bölünmüş ruhu yeniden bütünleyen bir hatırlatma gibi. Hatırlama burada nostalji değil, şimdiye yüklenen bir sorumluluk. Üç yaşamın birbirine eklenmesi, “ben” dediğimiz şeyin ne kadar parçalı ve ne kadar inatçı bir süreklilik taşıyan bir oluş olduğunu düşündürüyor. O an okur şöyle bir duyguya kapılıyor: Bu hikâye yalnızca keyifli zaman geçirmek için değil, gerçeklerle yüz yüze getirmek için yazılmış. Gerçekler sayfalar arasında kimi zaman bir kitabın, kimi zaman bir tablonun, kimi zaman da bir mekânın adı. Hepsi birleştiğinde sırlar açığa çıkıyor. Romanın sonunda bir bitiş değil, bir eşik var. Okur kapattığı sayfaların arkasında hâlâ bir ruhun yankısını duyuyor: Beklenen, yalnızca okunmak için değil yaşanmak için yazılmış bir roman.

Din, deneyim ve delil: Hume okumak

Din, deneyim ve delil: Hume okumak

Tekin UÇAR Aydınlanma düşüncesinin en güçlü ve en tartışmalı seslerinden David Hume, Din Üstüne adlı eserinde yalnızca teolojik iddiaları değil, inanç dediğimiz fenomenin insan zihnindeki köklerini de titizlikle sorguluyor. Hume’un yaklaşımını kıymetli kılan şey, dine yönelttiği eleştiriyi bir çatışma arayışından ziyade, insanın dünyayı anlamlandırma çabasının sınırlarını araştıran bir entelektüel duyarlılık içinde sunması. Bu nedenle Din Üstüne, salt bir “din karşıtı” metin değil; epistemoloji, psikoloji ve etik alanlarına yaslanan bütünlüklü bir felsefî inceleme. Eserin omurgasını oluşturan temel tez, doğaüstü olan hakkında ileri sürülen iddiaların gözlemle doğrulanamayacağı, dolayısıyla insan aklının bunlar karşısında zorunlu bir mütevazılık benimsemesi gerektiği. Hume’un ünlü ampirizmi, burada radikal bir işlev kazanıyor: Onun için mucizeye veya ilahi müdahaleye inanmak, insan deneyiminin sınırlarını aşmak anlamına gelir. Deneyimle çelişen bir olayı doğrulamak için, olağanüstü bir iddiayı destekleyen tanıklığın da en az o kadar olağanüstü güvenilir olması gerekir; oysa tarih boyunca tanıklığın doğası, duyuların yanılabilirliği ve insan zihninin eğilimleri göz önüne alındığında bu koşul neredeyse imkânsızdır. Hume’un bu argümanı, yalnızca mucize eleştirisiyle sınırlı kalmaz; dinî inancın psikolojik kaynaklarını da mercek altına alır. Ona göre insan zihni, belirsizlik karşısında nedensel açıklamalara yönelme eğilimindedir. Dünyanın karmaşıklığıyla baş edebilmek için “tasarlayan bir güç” varsayımı cazip görünür. Bu nedenle tanrı fikrinin ortaya çıkışı, metafizik bir hakikatten çok zihnin alışkanlıkları ve beklenti kalıplarıyla ilgilidir. Hume’un din felsefesindeki bu çözümlemesi, modern bilişsel din araştırmalarının ve psikolojinin pek çok yönünü önceler niteliktedir. Eserin bir diğer dikkat çekici tarafı, eleştirinin tonu ile ilgili. Hume, sert bir polemikçi değildir; aksine, sorularını incelikle kurar ve karşıt görüşlere hakkaniyetle yaklaşır. Doğrudan saldırı yerine tikel örnekler, tarihsel vakalar ve analojilerle ilerler. Bu yöntem, Hume’un analizini hem erişilebilir hem de sarsıcı kılar. Onun ince ironiyle örülü üslubu, okuru tartışmanın içine çekerek inanç, bilgi ve kuşku kavramlarını yeniden düşünmeye davet eder. Bir eleştirel not olarak, Hume’un dinin toplumsal, ritüel veya etik boyutlarını nispeten arka planda bıraktığı söylenebilir. O, dinin bilişsel ve epistemik temellerine yoğunlaşırken, inancın topluluklar kuran, insanları teselli eden veya etik davranışı yönlendiren yönlerine fazla alan açmaz. Bu eksiklik, modern sosyal bilimlerin ışığında yeniden okunduğunda belirginleşse de, Hume’un hedefinin teolojik iddiaların doğrulama koşullarını sorgulamak olduğu hatırlandığında anlaşılır hale gelir. Bununla birlikte Din Üstüne bugün hâlâ canlılığını koruyan bir metin. Çünkü Hume’un sorduğu sorular -Bir şeyin doğru olduğunu nasıl biliriz?”, “İnanç hangi psikolojik mekanizmalara dayanır?”, “Tanıklık ne zaman ikna edicidir?”- yalnızca dine ilişkin değil, bilgi dolaşımının hızlandığı çağımızda tüm düşünsel süreçlere ilişkin sorulardır. Hume’un metni, dogmanın karşısına aklın şüpheci ama dingin sesini koyar; tartışmayı keskinleştirmek yerine berraklaştırır. Sonuç olarak Din Üstüne, Aydınlanma’nın sorgulayıcı ruhunu taşıyan, düşünsel yoğunluğu yüksek ve bugün hâlâ bireyin inançla, hakikatle ve akılla ilişkisine ışık tutan önemli bir klasik. Hume’un metni, okuru yalnızca dini değil, inandığını sandığı tüm kabulleri yeniden tartmaya davet eden bir zihinsel meydan okumadır.