Zamanın içinde yankılanan ruh

Zamanın içinde yankılanan ruh

Kübra KARADAĞ Mustafa Küçük’ün Beklenen adlı romanı, tarihsel bir kurgu sunmaktan çok daha fazlasını yapıyor. Üç çağda, üç farklı bedende dolaşan tek bir ruhun izini sürüyor; farklı zamanları iç içe geçiren, okuru olayların değil, sembollerin içinden geçmeye çağıran bir bir kurgu oluşturuyor. Romanda “geçmiş” sadece hatıraları sunmak için yazılmamış. “Geçmiş” romanın ta kendisi çünkü yara aynı yara ve kanamaya da devam ediyor. Bu acı ne zaman son bulacak sorusunun cevabı ise Kaan’da. Bu yüzden yazar, üç çağ arasındaki geçişleri, aynı acıları yaşayan karakter “sonra” duygusuyla değil, “yeniden” duygusuyla işliyor: aynı soru başka bir yüzyılda yeniden soruluyor, aynı yara başka bir isimle tekrar önümüze sunuluyor. Bozkırın savaşçısı Doğan, serhat boylarının akıncısı Kılıç ve günümüz dünyasının yorgun insanı Kaan… Üçü de farklı bir dönemin tanığı ama aynı sancının taşıyıcısı. Doğan’ın savaş alanındaki sezgisi, Kılıç’ın sınır hattındaki uyanıklığı, Kaan’ın gündelik hayatın gürültüsünde taşıdığı ağırlık birbirine eklenen bir yapbozun parçaları gibi… Karakterler ileri doğru akan bir kahramanlık zincirinin durakları değil, birbirine bakan üç iç dünya. Hepsinde aynı fısıltı yeniden beliriyor: “Beklenen sensin.” Bu cümlenin tekrarı, onların kaderi. Bitmeyecek sızının mimarı. Bir kurtuluş ya da bir hediye değil, bir yüzleşme. Bir çağda açılan yara diğer çağda kapanacak ancak bazı acıların da elbet bir bedeli olacak. Savaşların, inançların, duyguların gölgesinde bir ömür tekrar alevlenecek. Sayfalar ilerledikçe okur, karakterlerin hikâyesini değil; kendi içindeki döngüyü, kendi “bekleyişini” duymaya başlıyor. Roman, beklemeyi bir gecikme değil, bir yüzleşme biçimi olarak sunuyor. Beklemek burada sakince yapılan bir geçiş değil. Tam tersi bu bekleyiş çok aktif yaşanıyor. Günümüz karakteri Kaan, onu yüzleşmeye götüren pek çok falcı, medyum, enerji uzmanı, astrolog, şifacı, rüya yorumcusu ve hatta şamanla çalışıyor. Bunlar onu “Sende bir güç var, yakında açığa çıkacak.” söylemleriyle manipüle ediyor. Onlar Kaan’ı beklediği finale götürdü mü ya da zafere giden yolda onlar da birer mihenk taşı mıydı? Yoksa her şey daha da çıkmaza mı girdi? Bu kitap, sıradan bir macera romanı değil; adeta bir gizem… Gizem, sadece çözülmesi beklenen bir bilmece değil. Bütün bilmeceler, okuru diğer bilmecelere götürüyor. Yazar anahtar uzatmıyor; okuru, işaretlerin arasında kendi anahtarını üretmeye zorluyor. Ve nihayetinde romanın son sayfaları şunu fısıldıyor: “Görev tamam değil; görev devam ediyor.” Bu cümle, bir kapanış vaadi taşımaktan çok kitabın dışına sızan bir titreşim üretiyor; okur sayfayı kapatsa bile meselenin bitmediğini hatırlatıyor. Bu yüzden Beklenen’i sayfa çevirir gibi değil, sayfa altlarında saklı olan yapıları arar gibi okumak gerekiyor. Cümlelerin arasında bırakılan boşluklar, karakterlerin tarihsel kılıflarının ardındaki sancılar, okuru romanın dışına değil, derinine çekiyor. Asıl çatışma kişiler arasında değil; insan ile kader arasında, ruh ile zaman arasında. Ve sonra romanın en çarpıcı kırılma noktası geliyor: görevin tebliği. Bu kısım, metnin edebî doğasını aşarak farklı bir katmana temas ediyor. Burada anlatılan yalnızca bir karaktere verilen görev değil; roman boyunca işaretleri verilen derin yapının görünür hâle gelişi. Kurgu ile gerçek arasındaki çizgi o anda inceliyor; sanki yazar, yıllardır sezilen ama dile getirilmeyen bir çağrıyı metne mühürlüyor. Tebliğin ayrıntısız bırakılması, okurun zihninde daha geniş bir yankı kuruyor; görev kişisel bir emrin ötesinde... Romanın kurgusu dışında ya olanlar gerçekse? Görev açıklanmıyor, ismi konmuyor ama varlığı hissediliyor. Zamanın dışından gelen, çağlara bölünmüş ruhu yeniden bütünleyen bir hatırlatma gibi. Hatırlama burada nostalji değil, şimdiye yüklenen bir sorumluluk. Üç yaşamın birbirine eklenmesi, “ben” dediğimiz şeyin ne kadar parçalı ve ne kadar inatçı bir süreklilik taşıyan bir oluş olduğunu düşündürüyor. O an okur şöyle bir duyguya kapılıyor: Bu hikâye yalnızca keyifli zaman geçirmek için değil, gerçeklerle yüz yüze getirmek için yazılmış. Gerçekler sayfalar arasında kimi zaman bir kitabın, kimi zaman bir tablonun, kimi zaman da bir mekânın adı. Hepsi birleştiğinde sırlar açığa çıkıyor. Romanın sonunda bir bitiş değil, bir eşik var. Okur kapattığı sayfaların arkasında hâlâ bir ruhun yankısını duyuyor: Beklenen, yalnızca okunmak için değil yaşanmak için yazılmış bir roman.

Din, deneyim ve delil: Hume okumak

Din, deneyim ve delil: Hume okumak

Tekin UÇAR Aydınlanma düşüncesinin en güçlü ve en tartışmalı seslerinden David Hume, Din Üstüne adlı eserinde yalnızca teolojik iddiaları değil, inanç dediğimiz fenomenin insan zihnindeki köklerini de titizlikle sorguluyor. Hume’un yaklaşımını kıymetli kılan şey, dine yönelttiği eleştiriyi bir çatışma arayışından ziyade, insanın dünyayı anlamlandırma çabasının sınırlarını araştıran bir entelektüel duyarlılık içinde sunması. Bu nedenle Din Üstüne, salt bir “din karşıtı” metin değil; epistemoloji, psikoloji ve etik alanlarına yaslanan bütünlüklü bir felsefî inceleme. Eserin omurgasını oluşturan temel tez, doğaüstü olan hakkında ileri sürülen iddiaların gözlemle doğrulanamayacağı, dolayısıyla insan aklının bunlar karşısında zorunlu bir mütevazılık benimsemesi gerektiği. Hume’un ünlü ampirizmi, burada radikal bir işlev kazanıyor: Onun için mucizeye veya ilahi müdahaleye inanmak, insan deneyiminin sınırlarını aşmak anlamına gelir. Deneyimle çelişen bir olayı doğrulamak için, olağanüstü bir iddiayı destekleyen tanıklığın da en az o kadar olağanüstü güvenilir olması gerekir; oysa tarih boyunca tanıklığın doğası, duyuların yanılabilirliği ve insan zihninin eğilimleri göz önüne alındığında bu koşul neredeyse imkânsızdır. Hume’un bu argümanı, yalnızca mucize eleştirisiyle sınırlı kalmaz; dinî inancın psikolojik kaynaklarını da mercek altına alır. Ona göre insan zihni, belirsizlik karşısında nedensel açıklamalara yönelme eğilimindedir. Dünyanın karmaşıklığıyla baş edebilmek için “tasarlayan bir güç” varsayımı cazip görünür. Bu nedenle tanrı fikrinin ortaya çıkışı, metafizik bir hakikatten çok zihnin alışkanlıkları ve beklenti kalıplarıyla ilgilidir. Hume’un din felsefesindeki bu çözümlemesi, modern bilişsel din araştırmalarının ve psikolojinin pek çok yönünü önceler niteliktedir. Eserin bir diğer dikkat çekici tarafı, eleştirinin tonu ile ilgili. Hume, sert bir polemikçi değildir; aksine, sorularını incelikle kurar ve karşıt görüşlere hakkaniyetle yaklaşır. Doğrudan saldırı yerine tikel örnekler, tarihsel vakalar ve analojilerle ilerler. Bu yöntem, Hume’un analizini hem erişilebilir hem de sarsıcı kılar. Onun ince ironiyle örülü üslubu, okuru tartışmanın içine çekerek inanç, bilgi ve kuşku kavramlarını yeniden düşünmeye davet eder. Bir eleştirel not olarak, Hume’un dinin toplumsal, ritüel veya etik boyutlarını nispeten arka planda bıraktığı söylenebilir. O, dinin bilişsel ve epistemik temellerine yoğunlaşırken, inancın topluluklar kuran, insanları teselli eden veya etik davranışı yönlendiren yönlerine fazla alan açmaz. Bu eksiklik, modern sosyal bilimlerin ışığında yeniden okunduğunda belirginleşse de, Hume’un hedefinin teolojik iddiaların doğrulama koşullarını sorgulamak olduğu hatırlandığında anlaşılır hale gelir. Bununla birlikte Din Üstüne bugün hâlâ canlılığını koruyan bir metin. Çünkü Hume’un sorduğu sorular -Bir şeyin doğru olduğunu nasıl biliriz?”, “İnanç hangi psikolojik mekanizmalara dayanır?”, “Tanıklık ne zaman ikna edicidir?”- yalnızca dine ilişkin değil, bilgi dolaşımının hızlandığı çağımızda tüm düşünsel süreçlere ilişkin sorulardır. Hume’un metni, dogmanın karşısına aklın şüpheci ama dingin sesini koyar; tartışmayı keskinleştirmek yerine berraklaştırır. Sonuç olarak Din Üstüne, Aydınlanma’nın sorgulayıcı ruhunu taşıyan, düşünsel yoğunluğu yüksek ve bugün hâlâ bireyin inançla, hakikatle ve akılla ilişkisine ışık tutan önemli bir klasik. Hume’un metni, okuru yalnızca dini değil, inandığını sandığı tüm kabulleri yeniden tartmaya davet eden bir zihinsel meydan okumadır.