Edebiyat dünyasının kalbi fuarda atıyor

Edebiyat dünyasının kalbi fuarda atıyor

Yunis ALAÇAM 42. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, 21 Aralık’a kadar edebiyatseverleri buluşturuyor. Bugünkü etkinlikler şöyle: • Karadeniz Salonu’nda 15.00’te ‘Gürcistan’ın Ulusal Şairi Dato Magradze Aramızda’ başlıklı söyleşi Dato Magradze’nin katılımıyla gerçekleşecek. Söyleşinin ardından ‘Türk ve Gürcü Şairler Buluşuyor’ etkinliğinde Cem Erdeveciler, Darecani Cilaşvili, Eka Mekeresvili, Halil İbrahim Özcan, Marina Khuchua, Nestan Kharebava, Özgün E. Bulut ve Şenel Gökçe konuşacak. • Marmara Salonu’nda 12.00’de Kronik Çocuk’un düzenlediği ‘Gelincik Neden Kırmızı?’ etkinliğinin konuşmacıları Ayşegül Dede ve Ebru Aktan. • 4. Salon İnteraktif Etkinlik Alanı’nda 14.00’te Büyükçekmece Belediyesi’nin düzenlediği ‘Okur Yazar Buluşması’nda Yalvaç Ural var. • YAZŞADER’in 4. Salon İnteraktif Etkinlik Alanı’nda düzenleyeceği ‘Gökkuşağı Renkler, Dostluk ve Masal Atölyesi’ konulu etkinlikte ise  konuşmacı Sibel Atapek.

Gazeteci, gazetecilik, gazete!

Gazeteci, gazetecilik, gazete!

Gazeteci bir meslek erbabı. Gazetecilik, “ doğruyu söyleme mesleği ” olarak tanımlamayı sevdiğim bir meslek. Gazete; radyo, televizyon, internet çağında da farklı biçimler alan ve mesleğinin içinde icra edildiği kurum. Geçen hafta “ memleketin ahvali ve medya ” üzerine düşündüren iki etkinlik ve bir olay vardı. Olay; Habertürk ve M. A. Ersoy konusu. Icığını cıcığını duymuşsunuzdur. Beni ne ıcığı ilgilendiriyor ne cıcığı. Bu, birçok boyutuyla memleketin ahvali ile medyanın ahvalinin içiçeliği; birine bakınca diğerini görmek açısından önemli. Muhafazakârlığın/dindarlığın 23 yıllık AKP ’li iktidar hali, vaaz edilen hayatlarla yaşanan hayatlar arasındaki farkı iyice açtı! İktidarın, bir şeyleri herkesin iyiliğine değiştirmek için değil, kendi hayrına başkaları üzerinde kullanılmak için istendiğini gösterdi. Reşit kadın ve erkeklerin kendi rızalarıyla yaptıkları yalnızca kendilerini ilgilendirir. Bir kurumda güç sahibi olanın, bu gücü/iktidarı kurumun hedeflerine ulaşmak için değil de kendisi için başkaları/kadınlar üzerinde kullanması ise hepimizin reddetmesi gereken bir durum. Ankara ’da Gazeteciler Cemiyeti ’ndeki ilk etkinlikte, Zafer Arapkirli ’nin Özlem Akarsu Çelik ’in sorularıyla gözlerimizin önüne serdiği ahvalimiz, M. A. Ersoy olayından çıkıp kadın meslektaşlarımızın yaşadıkları ve onlara yaşatılanlar konusunda hepimize batırılmış bir çuvaldız oldu. Ne zaman kendi mesleki tarihimizden söz etsek, bugünümüzün dünümüzü arattığını, hep daha kötüye gittiğimizi anlatıyoruz. Gazetecilik tarihinin farklı dönemlerini karşılaştırıp, sürekli gelenin gideni arattığı yakınmamızı şimdilik bırakıp, kötünün üstesinden gelme yolunu gösteren etkinliğe değineyim. TKP ve Nâzım Hikmet Kültür Merkezi ’nin, üstüne asla yapışmayacak bir “ casusluk ” yaftasıyla tutuklanan arkadaşımızla dayanışma için düzenlediği imza gününde, Ş. Aydın , T. Soykan , B. Terkoğlu , B. Pehlivan ve eşi S. K. Yanardağ , Merdan Yanardağ ’ın kitaplarını imzaladılar. Yan yana, omuz omuza, el ele durarak, yeri geldiğinde imza imza büyüteceğimiz bir dayanışma… Gazetecilikte ve hayatın her alanında engelleri aşmanın ve kötülüğü yenmenin sırrı bu tek sözcükte gizli: DAYANIŞMA! Dönemleri birbiriyle kıyaslayıp gazetecilik bugün dünden daha kötü durumda diye yakınmak anlamlı değil. Her dönemin kendine özgü sahiplik yapıları, mecraları, teknolojisi, hızı var. Ve o özgünlüklerden gelen fırsatları, tehditleri… Şimdi yine başlığa döneyim: Gazeteci, gazetecilik, gazete. Bu üçü arasındaki mesafe açıldığı andan itibaren, bu üçünün bir ve aynı oluşunun sona erdiği günden beri gazetecilik kendi zamanlarına özgü sorunlarla boğuşuyor. Kovboy filmlerinin her şeyin kısacık tozlu bir yolun iki kenarına dizildiği küçük kasabalarını hatırlarsınız. Bir tarafta paranın ve her türlü iktidar ilişkisinin mekânı SALOON, biraz ileride o ilişkilerin ve düzenin bekçisi SHERIFF, karşıda da kızıyla birlikte her ikisini de sorgulayan gazeteyi çıkaran gazeteci. Gazetenin sahibi de yazan da basan da o. Gazeteciliğin iktidarın araçsallaştıramadığı, doğruyu söyleyen ve 4. kuvvet hali bu! Tabii artık o kovboy kasabasında değiliz. SALOON artık küresel ve içinde ulusötesi dev şirketler var. Teknoloji multi-milyarderleri yeni medya patronları. Gazeteci de gazetecilik de içinde çalışılan kurum olarak medya da bambaşka. Bütün bu bambaşkalıklar içinde gazeteci-gazetecilik-gazete üçlüsünün (meslek, meslek erbabı ve kurum) birliğini sağlayamadıkça, SALOON’dakilerin hizmetinde olmamak zor. Bunun yolunu bulanlar; misal televizyonu, televizyonculuğu ve kendisi özdeşleşerek “ bir ” olmuş M. Yanardağ veya bir başka yoldan bunları birleştiren F. Altaylı , E. Aysever SHERIFF’in gazabına uğruyorlar. Kısacası; gazeteci-gazetecilik-gazete üzerinde, doğruyu söyleme kaygısı dışında bir gölgenin olmadığı bağımsız kanallarınız yoksa daha kötüsü hep olacak!

Mal-mülk ‘‘derdi’’

Mal-mülk ‘‘derdi’’

Özel mülkiyet, antik Yunan'dan Roma'ya, Platon ve Aristoteles’ten Stoacılar'a kadar en eski tartışma konularından biridir. Çünkü insan, mülk sahibi olanlarla, satacak tek şeyi emeği olanlar arasında ikiye bölüneli yüzyıllar oldu. Özel mülkiyet, bugün insanlara, vazgeçilmez, temel, devredilemez, aksinin hayali dahi imkânsız bir şey olarak görünür. O atadan kalmadır; mirastır; elimizdeki kalem, üstümüzdeki gömlek, altımızdaki otomobil, cebimizdeki banka kartı, kulağımıza götürdüğümüz cep telefonudur. "Mal-mülk olmadan insan, nefes alamaz". Özel mülkiyetin umumi görüntüsü budur. Ancak Willam Blackstone'ın belirttiği gibi, mal-mülke sahip olmaktan ne kadar memnun olursak olalım, sanki mülkiyet hakkımızda bir sakatlık olmasından endişe ediyormuşuz gibi, onun hangi yollarla elde edildiğine dönüp bakmaktan korkarız. Sanki aklın gizli bir köşesinde, "ilk günah" teorisi vardır. ∗∗∗ Hele bugün -2008 krizinin artçıları hala devam ederken- nasıl korkmasın ki mülk sahipleri? Her yıl yayınlanan "küresel varlık raporları", çanların bir önceki yıldan daha sert çalmasına yol açıyor. UBS tarafından yayımlanan Milyarder Hedefleri Raporu'na göre, milyarderlerin toplam serveti bu yıl yaklaşık 15,8 trilyon dolara ulaştı. "Milyarder sayısı" geçen yıla kıyasla % 8,8 artarak 2.919’a yükseldi. Servetteki artış ise % 13 düzeyinde kaydedildi. Bu oran, 2021’den bu yana görülen en yüksek ikinci yıllık artış olarak değerlendiriliyor. Bu yıl, 91 kişi miras yoluyla milyarderler arasına girerken, miras tutarı 297,8 milyar dolar olarak açıklandı. UBS’nin hesaplarına göre, önümüzdeki 15 yılda milyarder mirasçılara en az 5,9 trilyon dolar aktarılması bekleniyor. Milyarlarca yoksulun "biriktiği" öteki kampta, büyük bir öfke biriktiği de açık. Hayatını sermaye tahakkümünün temellerine ve tasfiyesine vakfetmiş olan Karl Marx'a göre, kapitalist sistem, emekçilerin emeklerini gerçekleştirebilecekleri araçlar üzerinde her türlü mülkiyet hakkından tamamen ayrılmış ve kopmuş olmalarını öngörür. Kapitalist üretim ayakları üzerine doğrulur doğrulmaz, yalnız bu ayrılığı sürdürmekle kalmaz, bunu gitgide artan boyutta yeniden-üretir. Bu nedenle, kapitalist sistemin yolunu açan süreç emekçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan süreçten başkası olamaz; bu süreç, bir yandan toplumsal geçim araçlarını sermayeye dönüştürür, öte yandan doğrudan üreticileri ücretli emekçilere dönüştürür. İlkel birikim denilen şey, bu nedenle üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten başka bir şey değildir. İlkel olarak görünür, çünkü sermaye ve buna uygun düşen üretim tarzının tarih - öncesi aşamasını oluşturur. ∗∗∗ Geçen hafta, oğlu siyasi bir operasyonla içeri atılan ve binlerce yıl hapis cezası tehdidi altında olan, mal-mülk sahibi bir adam, şirketine kayyum atanıp, mal-mülküne el konulunca, Sözcü'ye konuştu: "Birdenbire şu ana kadar birikimlerimin hepsi devlette. Ömür boyu hep uğraştım, çalıştım. Ülkemize komünizm gelmesin diye mücadele de ettim. Komünizm gelmesin diye mücadele etiğim için çok pişmanım. Çünkü komünizme gerek yok. İstedikleri zaman komünizm ilan ediliyor. Malınıza mülkünüze el konuluyor." Hapisteki oğlunun sessizce izlediği bu konuşma, ortalığı pek de karıştırmadı. Hâlbuki mal-mülk -eski Yunan'dan beri- yozlaşmalarına ve güçlü bir kast oluşturmalarına yol açtığı için yöneticilere yasaklı bir şeydi; mala-mülke el koyulması süreci ise bizatihi sermayenin genişleyen yeniden üretiminin kaçınılmaz bir sonucuydu. Ermeni Tehciri, Mübadele, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, AKP iktidarı dönemi boyunca gerçekleştirilen özelleştirmeler, AKP döneminde dev şirketlere kayyum atamalar vd. sermayenin "normal" birikim sürecini temsil ediyordu. 1970'lerde -neye karşı olduğunu muhtemelen hiç bilmeden- "komünizmle mücadele eden" Hasan İmamoğlu, oğluna yönelik malum operasyon sürecinin sonunda nihayet kapitalizmle yüzleşmişti. Şüphesiz bunda, "düşünüp görebilen kimseler için büyük ibretler vardır"

Solcular tartışır, sağcılar hapse atar

Solcular tartışır, sağcılar hapse atar

Enver Aysever’in tutuklanmasına gerekçe yapılan sözleri biliyoruz: Sağcılığın vicdanla kurduğu ilişkiye dair sert, bilinçli ve kışkırtıcı bir ideolojik eleştiri. Ne bir çağrı var ne örgütlenme ne de fiile dönüşmüş bir tehdit. Buna rağmen devreye sokulan yasa maddesi Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesi oldu. O maddeyi olduğu gibi alıntılayalım; çünkü bu ülkede tartışma ancak metinle yüzleşildiğinde mümkün. TCK 216/1: “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması hâlinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” Şimdi bu maddeye soğukkanlı, hukuki ve akli biçimde bakalım. Yani bu ülkede yargı mekanizmasının çok uzun zamandır yapmadığı gibi. Bir: Maddede sayılan “korunan kategoriler” sınırlı. Sosyal sınıf, ırk, din, mezhep ve bölge. “Sağcılar” bu listede yok. Sağcılık bir etnik köken değil. Bir inanç değil. Bir mezhep değil. Bir coğrafi aidiyet değil. Bir ideolojik tercih. İdeolojiler hukuken eleştirilebilir, aşağılanabilir, sert biçimde hedef alınabilir. Ceza hukuku ideolojileri korumaz; insanları korur. Daha ilk cümlede suçun maddi unsuru çökmüş durumda. İki: Madde yalnızca bir söz söylenmesini yeterli görmüyor. Açıkça bir şart daha koyuyor: “kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması.” Bu, ceza hukukunun en yüksek eşiklerinden biri. Somut, ölçülebilir, yakın bir risk aranıyor. Enver Aysever’in sözleri sonrasında nerede bir saldırı yaşanmış? Nerede bir linç olmuş? Hangi kamu düzeni bozulmuş? Bunların cevabı yok. Ortada bir tehlike yok. Yalnızca rahatsız olanlar var. Rahatsızlık ise ceza hukukunun konusu değil. Hukuk, insanların incinme eşiğini değil, toplumsal barışı korur. Üç: Madde “halkın bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine” tahrikten söz ediyor. Aysever’in sözlerinde böyle bir yönlendirme var mı? Kime deniyor “şuna karşı harekete geçin” diye? Kim hedef gösterilmiş? Yapılan şey, bir ideolojiye yönelik ahlaki ve politik bir yargının açıkça dile getirilmesi. Bu, düşünce özgürlüğünün çekirdeği. Aksi kabul edilirse, ideoloji eleştirisinin tamamı suç kapsamına girer. O noktada artık hukuktan değil, kutsal ideolojiler rejiminden söz ederiz. ZAYIF NOKTASI Düşünce iktidarları rahatsız eder çünkü kontrol edilemez. Bedeni hapsedebilirsiniz, sesi kısabilirsiniz, kürsüyü susturabilirsiniz; ama düşüncenin kendisi elinizden kaçar. Bu yüzden otoriter refleksler her zaman düşünceyi eylem gibi göstermeye çalışır. Sözü fiil, eleştiriyi tehdit, fikri suç olarak kodlar. Çünkü düşünce itaat üretmez; sorgulama üretir. Sorgulama ise her hiyerarşinin en zayıf olduğu yer. Dünya tarihi bu refleksin örnekleriyle dolu. Kilisenin otoritesini sorgulayan Galileo, evrenle ilgili söyledikleri yüzünden yargılandı. Giordano Bruno, Tanrı ve insan aklı üzerine düşündükleri için yakıldı. Aydınlanma düşünürleri “ahlakı bozmak” ve “toplumsal düzeni tehdit etmek” suçlamalarıyla kovuşturuldu. 20. yüzyılda faşizmi eleştirenler susturuldu, kapitalizmi eleştirenler devlet düşmanı ilan edildi. McCarthy döneminde Amerika’da sol düşünceye sahip olmak fiili bir suçmuş gibi soruşturuldu; insanlar yalnızca fikirleri nedeniyle mesleklerinden edildi, hapsedildi, sürgüne zorlandı. Avrupa’da Nazizm, ideoloji eleştirisini “halkı kışkırtma” olarak tanımlayıp milyonları susturdu. Her örnekte ortak nokta aynı: Düşünce eylem yerine kondu ve cezalandırıldı. Bugün bu tabloyu yalnızca dünya tarihine bakarak okumak da yetmiyor. Şu anda bu ülkede çok sayıda insan, herhangi bir fiil işlemediği hâlde, yalnızca düşündüğü, yazdığı, konuştuğu için cezaevinde. Cezaevleri dolu. Suçsuz mahkumlar ülkesiyiz. Öyle bir noktaya gelindi ki şimdi af konuşuluyor. Katili, hırsızı, gaspçıyı dışarı çıkarma hazırlığı yapılıyor. Gerekçe basit: Cezaevlerinde yer kalmadı. Yer açmak gerekiyor. Ve bu yerin, düşünenlere ayrılması isteniyor. Hukuk, fiil işleyeni salıp düşünce üreteni içeride tutan tuhaf bir düzene evrilmiş durumda. Bu, çok uzun zamandır böyle! Af burada bir merhamet meselesi değil; bir yer açma operasyonu. Şiddete, suça, fiile pek güzel bir hoşgörü tasarlanıyor. Söze, fikre, eleştiriye ise düşmanlık ve düşmanlaştırma var. Cezaevleri katillerden boşaltılıp düşünenlerle doldurulmak isteniyorsa, ortada artık adalet değil, açık bir tercih var. Ve bu tercih, düzenin en çok neden korktuğunun tekrar altını çiziyor: Suçtan değil, düşünceden. İLK REFLEKS Çünkü sağ ideolojiler tartışmayı sevmez. Tartışma eşitlik varsayar. Oysa sağ, hiyerarşiyle ayakta durur. Biri konuşur, diğeri dinler; biri buyurur, diğeri uyar. Bu yüzden sağ için tartışma bir risk, itaat ise güvenli alan. İkna edemediği yerde yasayı, yasayla susturamadığı yerde cezayı devreye sokar. Hapis, bu nedenle son çare değil; ilk refleks. Aysever’in sözlerine TCK 216’ya göre bakıldığında tablo net: Korunan bir grup yok. Açık ve yakın bir tehlike yok. Tahrik yok. Yani; suç yok! Buna rağmen tutuklama var. İşte “komedi karar” dediğimiz yer tam burası. Ceza hukuku, düşünceleri tartışmayı beceremeyenlerin elinde oyuncak hâline getirilmiş durumda. Oysa hukuk, düşüncenin değil; şiddetin, zorun ve fiilin karşısında durmak için var. Düşünceyi cezalandırmaya başladığınız anda, hukuku korumazsınız; onu inkâr edersiniz. Ben, kimse kusura bakmasın, Enver’in söylediklerinin tümünü sevdim. Sevmemiş olsaydım da bu hukuksuzluğun karşısında dururdum, yine bu yazıyı yazardım. Çünkü mesele beğeni değil, ilke meselesi. Bu sözlerin ceza hukukuyla bastırılmasına itiraz etmek, akla ve özgürlüğe sahip çıkmak demek. Solcular bu yüzden tartışır. Çünkü tartışma eşitlik ister. Sağcılar ise hapse atar. Çünkü hapis, ikna edemeyenin son argümanı. Tarih hep aynı şeyi yazdı: Düşünceyi suç sayanlar kendilerini kurtardıklarını sandılar; oysa yalnızca kendi sonlarını hızlandırdılar.

10 maddede asgari ücret

10 maddede asgari ücret

Göstermelik pazarlıklarla asgari ücret belirlenemez. Emekçinin alım gücü erirken Türk-İş’in masadan kalkması mücadeleyle tamamlanmadıkça eksik kalır. Açlık sınırının altına itilen milyonlar, enflasyon kayıpları ve asgari ücretin ortalama ücrete dönüşmesi, zammın teknik değil sınıfsal bir mesele olduğunu gösteriyor.

Mal-mülk ‘‘derdi’’

Mal-mülk ‘‘derdi’’

Özel mülkiyet, antik Yunan'dan Roma'ya, Platon ve Aristoteles’ten Stoacılar'a kadar en eski tartışma konularından biridir. Çünkü insan, mülk sahibi olanlarla, satacak tek şeyi emeği olanlar arasında ikiye bölüneli yüzyıllar oldu. Özel mülkiyet, bugün insanlara, vazgeçilmez, temel, devredilemez, aksinin hayali dahi imkânsız bir şey olarak görünür. O atadan kalmadır; mirastır; elimizdeki kalem, üstümüzdeki gömlek, altımızdaki otomobil, cebimizdeki banka kartı, kulağımıza götürdüğümüz cep telefonudur. "Mal-mülk olmadan insan, nefes alamaz". Özel mülkiyetin umumi görüntüsü budur. Ancak Willam Blackstone'ın belirttiği gibi, mal-mülke sahip olmaktan ne kadar memnun olursak olalım, sanki mülkiyet hakkımızda bir sakatlık olmasından endişe ediyormuşuz gibi, onun hangi yollarla elde edildiğine dönüp bakmaktan korkarız. Sanki aklın gizli bir köşesinde, "ilk günah" teorisi vardır. ∗∗∗ Hele bugün -2008 krizinin artçıları hala devam ederken- nasıl korkmasın ki mülk sahipleri? Her yıl yayınlanan "küresel varlık raporları", çanların bir önceki yıldan daha sert çalmasına yol açıyor. UBS tarafından yayımlanan Milyarder Hedefleri Raporu'na göre, milyarderlerin toplam serveti bu yıl yaklaşık 15,8 trilyon dolara ulaştı. "Milyarder sayısı" geçen yıla kıyasla % 8,8 artarak 2.919’a yükseldi. Servetteki artış ise % 13 düzeyinde kaydedildi. Bu oran, 2021’den bu yana görülen en yüksek ikinci yıllık artış olarak değerlendiriliyor. Bu yıl, 91 kişi miras yoluyla milyarderler arasına girerken, miras tutarı 297,8 milyar dolar olarak açıklandı. UBS’nin hesaplarına göre, önümüzdeki 15 yılda milyarder mirasçılara en az 5,9 trilyon dolar aktarılması bekleniyor. Milyarlarca yoksulun "biriktiği" öteki kampta, büyük bir öfke biriktiği de açık. Hayatını sermaye tahakkümünün temellerine ve tasfiyesine vakfetmiş olan Karl Marx'a göre, kapitalist sistem, emekçilerin emeklerini gerçekleştirebilecekleri araçlar üzerinde her türlü mülkiyet hakkından tamamen ayrılmış ve kopmuş olmalarını öngörür. Kapitalist üretim ayakları üzerine doğrulur doğrulmaz, yalnız bu ayrılığı sürdürmekle kalmaz, bunu gitgide artan boyutta yeniden-üretir. Bu nedenle, kapitalist sistemin yolunu açan süreç emekçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan süreçten başkası olamaz; bu süreç, bir yandan toplumsal geçim araçlarını sermayeye dönüştürür, öte yandan doğrudan üreticileri ücretli emekçilere dönüştürür. İlkel birikim denilen şey, bu nedenle üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten başka bir şey değildir. İlkel olarak görünür, çünkü sermaye ve buna uygun düşen üretim tarzının tarih - öncesi aşamasını oluşturur. ∗∗∗ Geçen hafta, oğlu siyasi bir operasyonla içeri atılan ve binlerce yıl hapis cezası tehdidi altında olan, mal-mülk sahibi bir adam, şirketine kayyum atanıp, mal-mülküne el konulunca, Sözcü'ye konuştu: "Birdenbire şu ana kadar birikimlerimin hepsi devlette. Ömür boyu hep uğraştım, çalıştım. Ülkemize komünizm gelmesin diye mücadele de ettim. Komünizm gelmesin diye mücadele etiğim için çok pişmanım. Çünkü komünizme gerek yok. İstedikleri zaman komünizm ilan ediliyor. Malınıza mülkünüze el konuluyor." Hapisteki oğlunun sessizce izlediği bu konuşma, ortalığı pek de karıştırmadı. Hâlbuki mal-mülk -eski Yunan'dan beri- yozlaşmalarına ve güçlü bir kast oluşturmalarına yol açtığı için yöneticilere yasaklı bir şeydi; mala-mülke el koyulması süreci ise bizatihi sermayenin genişleyen yeniden üretiminin kaçınılmaz bir sonucuydu. Ermeni Tehciri, Mübadele, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, AKP iktidarı dönemi boyunca gerçekleştirilen özelleştirmeler, AKP döneminde dev şirketlere kayyum atamalar vd. sermayenin "normal" birikim sürecini temsil ediyordu. 1970'lerde -neye karşı olduğunu muhtemelen hiç bilmeden- "komünizmle mücadele eden" Hasan İmamoğlu, oğluna yönelik malum operasyon sürecinin sonunda nihayet kapitalizmle yüzleşmişti. Şüphesiz bunda, "düşünüp görebilen kimseler için büyük ibretler vardır"

Zelenski NATO’ya girme ısrarından vazgeçti

Zelenski NATO’ya girme ısrarından vazgeçti

Dış Haberler Volodimir Zelenski, Rusya ile savaşı sona erdirmek Berlin’de Beyaz Saray temsilcileri ve Avrupalı müttefikleriyle beş saat süren bir görüşme sonrası ülkesinin NATO’ya katılma hedefinden vazgeçmeyi teklif etti. Donald Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff, ABD başkanının damadı Jared Kushner ile birlikte Rusya-Ukrayna savaşını bitirme çabaları kapsamında Zelenski ile bir araya geldiklerini ve “büyük ilerleme kaydedildiğini” söyledi. Görüşmelerden önce Zelenski, Batı’nın güvenlik garantileri karşılığında Ukrayna’nın NATO’ya katılma hedefinden vazgeçmeyi teklif etti. Bu hamle, Rusya’nın saldırılarına karşı bir koruma olarak NATO’ya katılmak için mücadele eden ve bu hedefi anayasasına dahil eden Ukrayna için büyük bir dönüşüm anlamına geliyor.