Kızılca’ya 45,3 milyon lira yatırım

Kızılca’ya 45,3 milyon lira yatırım

BirGün EGE Kentte yaşayan yurttaşların kesintisiz ve kaliteli içme suyuna erişimini sağlamak adına altyapı yatırımlarına hız kesmeden devam eden Denizli Büyükşehir Belediyesi, önemli bir yatırımı daha hayata geçiriyor. Toplam 45,3 milyon TL’lik bütçeye sahip projeyle, Tavas ilçesi Kızılca mahallesinde köklü bir altyapı dönüşümü gerçekleştirilecek. Denizli Su ve Kanalizasyon İdaresi (DESKİ) Genel Müdürlüğü, Tavas ilçesi Kızılca mahallesinin içme suyu altyapısını yenilemek amacıyla kapsamlı bir yatırım çalışması başlattı. Ekonomik ömrünü tamamlayan ve halk sağlığı açısından risk oluşturan asbestli borular, modern içme suyu hatlarıyla değiştiriliyor. Toplam bütçesi 45 milyon 320 bin TL olan proje kapsamında, mahallede köklü bir altyapı dönüşümü hayata geçiriliyor. Uzun yıllardır kullanılan ve sık sık arızalara neden olan eski boruların yerine, daha dayanıklı ve yüksek standartlı malzemelerden üretilmiş içme suyu hatları döşeniyor. Daha yaşanabilir bir şehir hedefi doğrultusunda, Denizli’yi tüm mahalleleriyle birlikte ele aldıklarını belirten Denizli Büyükşehir Belediye Başkanı Bülent Nuri Çavuşoğlu, “Bir şehir, altyapısıyla güçlüdür. Ömrünü tamamlamış, sık sık arızalara ve su kayıplarına neden olan eski boru hatlarını, Denizli’nin standartlarına yakışır hale getiriyoruz. DESKİ ekiplerimizle birlikte attığımız bu kararlı adımla, Kızılca’nın yeraltındaki içme suyu altyapısını kökten değiştiriyoruz. Önceliğimiz insanımızın sağlığı ve yaşam kalitesidir. Biz, Denizli’nin her köşesine dokunmaya, her mahallesine hak ettiği hizmeti ulaştırmaya devam edeceğiz. Kızılcalı hemşehrilerimize şimdiden hayırlı olsun” dedi.

Pijamalı adam

Pijamalı adam

Cumhuriyet Halk Partisi lideri Özgür Özel’in geçen hafta kurultay nutkunda kulaklarını çınlattığı şu “Pijamalı Adam” sembolünün üzerine, rejim ve yandaşları atladılar hemen. Hani şu geçmişte, birilerinin icat ettiği “Göbeğini Kaşıyan Adam” ve “Bidon Kafalı Adam” kavramlarıyla aynı kefeye koydular. Oysa ki, Özel’in sözünü ettiği “Pijamalı Adam” (bundan böyle PA diye analım) bambaşka ve bu dönemin siyasi mücadele sürecinde çok önemli bir yer tutacak, çok önemli ve üzerinde hassasiyetle çalışılması gereken bir simge niteliği taşıyor. Şöyle diyordu CHP lideri: “… Elinde TV kumandası, üstünde pijaması, evde oturanlara sesleniyorum. Gün sokaklara çıkma meydanlara akma günüdür. Gün dayanışma, direnme günüdür. Gün bu kara düzene itiraz etme günüdür. Ya evinde o pijamayla oturup sıranın sana gelmesini bekleyeceksin ya da meydanlara çıkıp bizimle birlikte bu darbeyi püskürteceksin…” Son yıllarda, bir muhalefet liderinin ağzından çıkan en “nokta atışı mesaj” diyebilirim. Özel, PA ’ya seslenirken, TV karşısında olup biteni izleyip oturma odasının konforundan alkış tutup, belki marşlara, şarkılara, sloganlara eşlik etmenin, “Tayyip istifa” diye bağırabilmenin kolaycılığını terk etmesini istiyordu. Yazın sıcağında, kışın ayazında, yağmur – kar altında bir kentin - kasabanın meydanında eyleme (Özel’in deyimiyle darbeye karşı direnişe) katılma çağrısı son derece yerindeydi. Ancak… CHP liderinin, bu haklı çağrıyı yaparken hedefe “tam isabet” sağlamasının formülü, bence birkaç nüansı daha hesaba katmasına bağlı. O nüans, meydanlarda salonlarda yaptığı tüm konuşmalarda asıl vurguyu “Ekrem Başkan, İBB ve CHP ” (sıralamayı belirgin biçimde böyle yaparak) şeklinde yapma hatası olamaz mı? Bu vurgu PA’ nın, elindeki kumandayı fırlatıp, pijamayı üzerinden çıkarıp, hattâ çıkarmadan doğrudan kabanını giyip meydana koşmasına yetmiyor. Evet, meydanların 19 Mart’tan bu yana azalmayan coşku ve heyecanı, Özel’in toplumun Recep Bey Rejimi tarafından ezilen, mağdur edilen, anasından emdiği süt burnundan getirilen her kesimine seslenmesi, PA ’yı cezbediyor. Evet, Özel’in “Yiğidim Aslanım” ve “Kurtuluş Yok Tek Başına” şarkıları, finaldeki “Yürüyelim Arkadaşlar” marşı, yüreğinin ve atardamarlarının ritmini hızlandırıyor PA ’nın. Evet, sırtında yumuşak minderle kanepesinde oturup, “Diplomasız Erdoğan!” sloganını o meydandaki binlerce insanla birlikte atıyor ve başına bir şey gelmiyor olmasının konforlu keyfi, mest ediyor PA ’yı. Ama işte, onu “kapıdan dışarı fırlatacak ateşleme faktörü” için başka bir şey bekliyor. PA ’nın belki de asıl duymak istediği şey, en önemli ve en can alıcı talebi olan “emeğinin, alın terinin hırsızı olanların karşısında daha net bir duruş sergilenmesi…” Yani meselâ, otobüsün üzerinde vergi adaletsizliğinden, emeklinin ve emekçilerin alın terinin hakkının verilmemesinden söz eden ana muhalefet liderinin, bunu hep getirip “Diplomasız Erdoğan” a bağlaması, biraz (bence bir hayli) eksik kalıyor. Yani meselâ, her sömürüden ve patronlardan söz ettiğinde, mutlaka hemen araya “Aman! Kimse benim sermayeye düşman olduğumu filan sanmasın” diye bir tashih yapması ve emek sömürüsünün asıl müsebbibi olan sermaye sınıfını ürkütmemek için “abartılı bir ısrar” içinde görünmeye çalışması da PA ’nın “kanepeden – divandan” fırlamasını geciktiriyor olabilir. Recep Bey Rejimi ’nin, on yıllardır bu topraklar insanının iliğini kemiğini sömüren o sermayenin “hamiliğini” yapması elbette belirgin bir olgudur. Ama TV başındaki PA ’ya “Sömürünün asıl failini, kendisini bire bir hedef alan sömürgenin kim olduğunu” kavratmak gibi bir görevi olduğunu da unutmamalı Sayın Özel. Yine, az önceki “vurgu önceliğine” dönersek, Recep Bey Rejim i’nin hışmına uğrayanlar arasında Ekrem Bey ’in, öteki başkanların ve bürokratların “listenin en başında” yeralmasından ziyade, fabrikada örgütün “Ö” sünü, sendikanın “S ”sini, medyada haberin “H” sini, eleştirinin “E” sini aklından geçiren herkesin hedef olduğuna vurgu yapması, yani asıl hedefte PA ’nın kendisinin bulunduğunu anlatması daha isabetli olmaz mı? Ezcümle… Onca insanın meydanlara toplanması ve bu toplantının artık o meydanlardan taşması gereğinin arkasında bizzat ciddi bir sınıf mücadelesinin, özgürlükler mücadelesinin bulunduğunu, biraz daha cesur anlatmaya yönelmekten söz ediyorum. Bu konudaki çekingenliğin bir kenara koyulmasından söz ediyorum. Mesela, laiklik konusunda vurgu yaparken, artık eski CHP’nin şu itici kodlarından arınıp (madem değişim diyorsunuz) konu her açıldığında “Bizim başörtülü mütedeyyin insanlarla bir problemimiz yok. Zaten gelecek seçimde mutlaka (niye mutlaka? ) başörtülü milletvekilimiz olacak” diye anlamsız bir güvence vermeye çalışmamaktan söz ediyorum. CHP’nin “inançlı ve laik” milyonlarca insanın varlığını artık hatırlaması gerektiğini de düşünüyorum. Mesela, parti programı oluşturulurken dönemin koşulları (19 Mart darbe sürecinin yarattığı yoğun saldırı ortamı tabii ki önemli bir handikaptır) ne olursa olsun, hem toplumsal katılımın daha geniş sağlanabileceğine, hem de kılcal damarlara daha hitap eden, mücadelenin “sınıfsal özünün daha iyi anlatıldığı ve savunulduğu” ve kamuoyuna daha iyi anlatılmış bir programın PA’ yı da ( PK ’yı da Pijamalı Kadın yani) o meydanlara daha “koşar adım” çekebileceğini hatırlatmak istiyorum. Bir gün, meydanların pijamalılarla dolu taşacağına inancımı da yitirmiyorum. O gün gelecek.

Hazır hakikat endüstrisi

Hazır hakikat endüstrisi

Kıtlık toplumu çok gerilerde kaldı, artık vitrinler son moda hakikatlerle dolup taşıyor. Hakikatlerin pıtrak gibi çoğaldığı hakikat-sonrası çağdayız ve neye inanıp neye inanmayacağımız konusunda kararsızız. Kısa bir süre hakikat olan, çok geçmeden yerini bir başkasına bırakıyor. Vitrin vitrin dolaşmak, beğendiğiniz bir hakikati tezgahtardan isteyip giyinme odasında denemek, üstünüze olmadıysa bir boy büyüğünü ya da küçüğünü istemek ve aynı işlemi biteviye tekrarlamak. Çok yorucu. İnsan, üniforma gibi üzerine geçireceği tek hakikatin olduğu zamanları özlemiyor değil, artık hakikatlerden hakikat beğenmek zorundayız. Vitrin ışıkları altında albenili görünen hakikatler gün ışığına çıktıklarında tüm cazibelerini yitirip süflileşiyor. Tıpkı fast-food, fast-fashion’da olduğu gibi, hakikatlerin de hızla tüketildiği fast-hakikat çağında yaşıyoruz. Belediyelerin hakikat toplama kutuları, kullanılıp atılmış hakikatlerle dolu. TV ekranlarında durmadan yeni hakikatler pazarlanıyor ve hakikatlerin satın alınıp alınmayacağı konusunda uzmanlar uzun uzadıya tartışıyor. Kimi tüketici modaya çok düşkün, yeni hakikatleri yakından takip ediyor, çıkar çıkmaz hemen satın alıp sırtına geçiyor. Kimisi ise vintage hakikatlerin peşinde, şehrin eskicilerini dolaşıyor. Hazır hakikat endüstrisi geliştiğinden beri artık hiç kimse kendi hakikatini kendisi dikmiyor. Hakikatler hazır olarak satılıyor. Eskiden öyle mi? Olgular kesilip biçilir ve herkes kendi bedenine uygun hakikatler dikerdi. Eskiyen hakikatler atılmaz, yama yapılıp onarılır ve yeniden giyilirdi. Sonra bu iş terzilere devredilince terziler bedenlerimiz için hakikatler dikmeye başladı. Platon’un tanrısı Demiurgos da bir terziydi. Demiurgos yoktan var etmez, var olan malzemeye şekil verirdi. İki ayrı dünyayı, idealar dünyası ile yeryüzünü, iki farklı kumaşı birbirine diken yüce bir terzi. Terzinin diktiği hakikat içinde bedenlerimizin pek rahat olduğu söylenemez. Ne zaman takım hakikati sırtıma geçirsem, kendimi kalıba sokulmuş gibi hissederdim. Zamanla insan kalıpların içinde yaşamaya da alışıyor. Fakat terziler değiştikçe hakikatlerimiz de değişiyor. Zaman geldi, deli gömleklerini andıran hakikatler giymek zorunda kalmadık mı? Eski terzileri arar olduk. Ve hakikat endüstrisi hazır hakikatler üretmeye başlayınca kendimizi hiç olmadığı kadar özgür hissettik, artık kendi irademizle bedenimize uygun hakikatleri seçebilecektik. Şimdi hakikat sıkıntısı çekmiyoruz. Seçenekler çoğaldı. Bir hakikati beğenmediyseniz başka seçenekler de var.  Bir hakikati eskittiğinizde yenisini satın alıp sırtınıza geçirebilirsiniz. Üstelik düşünmek zahmetinden de kurtulduk. “Hakikat, bizi düşünmeye ve hakiki olanı aramaya zorlayan bir şeyle karşılaşmaya bağlıdır” (Deleuze). Bir şeyin düşünceyi zorlaması, sarsması ve onu arayışa sürüklemesi gerekir. O yüzden hakiki olan, asla tanıdık değildir. Tanıdık şeyler, bizi düşünmeye zorlamaz. Hakikat arayışı bildiğiniz her şeyi tehlikeye atar ve dünyayı yeniden anlamlandırmak zorunda kalırsınız. Zahmetli olduğu kadar, sonunda bildiğiniz her şeyi, dolayısıyla sizi de yerinizden edebilecek bir süreç. Böyle bir süreci, ancak bir felaket olarak deneyimlersiniz. Hakikat üreticileri sağ olsunlar, bizi düşünüyorlar. Hazır hakikatler, felaket yaşamamanız için size veriliyor. Ve hakikatler hazır olarak verildikçe kurulu düzenimiz devam ediyor. Düzen, hakikat üreticilerin düzenidir. Norma uymuyor musunuz? Merak etmeyin, battal boy hakikatler var. Muhalif misiniz? Muhalif hakikatlerden birini seçip muhalif bir kimliğe bürünebilirsiniz. Hazır hakikat endüstrisinde aradığınız her hakikati bulabilirsiniz. Kimi hakikatleri derinlere saklamışlar, kutsal metinlerin satır aralarını kazıyoruz. Çoğu hakikat yüzeyde; ekranların, vitrinlerin yüzeyinde sörf yapıyoruz. Çok yoruluyoruz, fakat aradığımız hakikati mutlaka buluyoruz. Çok şükür, hakikat kıtlığı çekmiyoruz. Yeter ki hakikat arayışından vaz geçmeyin. Piyasa, herkesin kesesine göre hakikatler üretiyor. Müşteri memnuniyeti önemli. Hakikatler, müşterilerin beklentilerini karşılamak üzere tasarlanıyor. Herkes halinden memnun. Oysa bir hakikatin özelliği, özneyi yerinden etmesidir. Aksine giderek daha fazla düzenin içine gömülüyoruz. Düşünmüyoruz.

2026’da SGK Prim sistemi değişiyor: Kim ne kadar etkilenecek?

2026’da SGK Prim sistemi değişiyor: Kim ne kadar etkilenecek?

2026 yılı başında yürürlüğe girecek 7566 sayılı Torba Kanun, sosyal güvenlik ve prim uygulamalarında köklü değişiklikler getiriyor. Bu düzenlemeler hem çalışanları, hem emeklileri hem de çalışmayanları doğrudan ilgilendiriyor. Prim oranlarındaki artış, prime esas kazanç üst sınırındaki yükselme, borçlanma primlerindeki ciddi artış, emekli maaşlarından borç kesintisi ve GSS primindeki artış, geniş bir kesimin bütçesini sarsacak gibi görünüyor. SAĞLIK GÜVENCESİNE EK YÜK Genel Sağlık Sigortası (GSS) primi, yüzde 3’ten yüzde 6’ya çıkarıldı. Bu artış özellikle sigortalı olmayanlar için ek bir yük anlamına geliyor. Genel sağlık sigortalısı olarak tescil edilen kişiler için uygulanacak GSS tutarı, zam öncesi 780 TL iken, zam sonrası 1560 TL’ye yükseliyor. Bu artış, doğrudan aile bütçesini zorlayacak. PRİM ORANLARI VE İŞVEREN TEŞVİKLERİ Uzun vadeli sigorta kolları (malullük, yaşlılık, ölüm) prim oranında işveren hissesi yüzde 11’den yüzde 12’ye yükseldi. İmalat dışı işyerlerinde 5510 sayılı prim teşviki 4 puandan 2 puana düşürüldü. Yani teşvik azalıyor, prim artıyor. İşverenlerin maliyeti yükseliyor ve bu durum, maaş ve istihdam politikalarının yeniden gözden geçirilmesi anlamına geliyor. 2026’da işçilik maliyetini düşürmek amaçlı işten çıkarmaların daha da artacağı yönünde görüşler hâkim. PRİME ESAS KAZANÇ ÜST SINIRI Prime esas kazanç üst sınırı, asgari ücretin 7,5 katından 9 katına çıkarıldı. Bu düzenleme yüksek kazançlı çalışanlar için prim yükünü artırırken işverenlerin işçilik maliyetini yükseltiyor. BORÇLANMA VE AYLIKLARDAN KESİNTİ Borçlanma prim oranı (askerlik, eksik gün) yüzde 32’den yüzde 45’e yükseliyor; doğum borçlanması hariç. Bu durum, borçlanarak prim açıklarını kapatıp emekliliği planlayanlar için maliyeti ciddi şekilde artırıyor. Ayrıca SGK’ya borcu olan emeklilerin maaşlarından yüzde 25’e kadar kesinti yapılabilecek olması düşük maaşlı ve zaten geçinebilmek için yaşam savaşı veren emekliler için bu ek yük son derece ağır bir darbe. KİM NE KADAR ETKİLENECEK? 7566 sayılı Torba Kanun ve GSS prim artışı ile 2026’da SGK prim sistemi ve Genel sağlık sigortası yükü, emeklilik için yaş doldurmayı bekleyen ve çalışmayanlar (işsizler) açısından yeniden şekilleniyor. İşverenler, prim artışı, teşvik kaybı ve üst sınır yükselişi nedeniyle maliyetlerini yeniden değerlendirmek zorunda. Düşük ve sabit gelirli çalışanlar ile emekliler, artan prim ve borçlanma yükleri nedeniyle ciddi ek maliyet altında. YÜK KİMİN OMZUNDA? Hükümet, 2026’da büyüyen bütçe açıklarını kapatmak adına maliye ve sosyal güvenlik alanında art arda getirdiği ağır yüklerle, toplumun tüm kesimlerine -işçiler, işverenler ve emekliler- yeni bir mali baskı dönemi açmış durumda. Prim artışları, teşviklerin daraltılması ve GSS yükü, özellikle dar ve orta gelir grubunun bütçesini doğrudan sıkıştırırken, işverenler için de ciddi bir maliyet genişlemesi anlamına geliyor. Bütün bu tabloya rağmen iktidar, faturayı yine topluma keserek sistemi ayakta tutmaya çalışıyor. Ekonominin daraldığı, alım gücünün zayıfladığı bu dönemde atılan adımlar, ülkedeki çıkmazın ancak köklü bir siyasi değişimle aşılabileceği fikrini toplumun geniş kesimleri için daha görünür hâle getiriyor.

Faize gönülsüz indirim

Faize gönülsüz indirim

TCMB yılın son faiz toplantısında politika faizini 38’e indirdi. Böylece bu yıl politika faizi 9,5 puan düşürerek yüzde 47,5’ten yüzde 38’e çekildi. Politika metninde Kasım ayı enflasyonun beklenen düşük geldiği kaydedildi. TCMB’nin indirim kararı ‘gönülsüz indirim’ olarak yorumlandı.

İhtiyaç sahiplerine umut

İhtiyaç sahiplerine umut

BirGün EGE Efeler Belediyesi tarafından hayata geçirilen Kardeş Eli Projesi, kentte dayanışma kültürünü büyütürken ihtiyaç sahiplerinin elinden tutmayı sürdürüyor. Efeler Belediyesi Sosyal Yardım Ağı (EFESYA) ekipleri, Kardeş Eli Projesi kapsamında ihtiyaç sahibi ailelere gıda kolisi, kıyafet ve eşya desteğini aralıksız sürdürüyor. Her gün kapısı çalınan yeni bir aileye destek ulaştırılırken, yapılan yardımlar kentte umut ve güven duygusunu güçlendiriyor. Efeler Belediye Başkanı Anıl Yetişkin’in vizyonuyla yol alan Kardeş Eli Projesi, Efeler’de sosyal belediyeciliğin yükselen modeli olarak öne çıkıyor.

Bodrum’da “Atma Paylaş Projesi” devam ediyor

Bodrum’da “Atma Paylaş Projesi” devam ediyor

BirGün EGE Kent genelinde faaliyetlerine devam eden Bodrum Belediyesi, ihtiyaç sahibi yurttaşların yanında yer almaya devam ediyor. İhtiyaç fazlası ikinci el eşyalar belediye ekipleri tarafından ihtiyaç sahiplerine ulaştırılarak toplumsal dayanışma duygusu güçlendiriliyor. Bodrum Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü’ne bağlı Sosyal Hizmetler Bürosu tarafından hayata geçirilen proje kapsamında kullanılabilir durumdaki mobilya, beyaz eşya, elektronik, mutfak eşyaları ve diğer eşyalar gönüllü vatandaşlar tarafından Sosyal Hizmetler Bürosu’na teslim ediliyor. Sosyal Hizmetler Bürosu ekipleri ise bağışları sınıflandırarak talepler doğrultusunda ihtiyaç sahibi ailelere ulaştırıyor. 2025 yılı içerisinde ihtiyaç sahibi vatandaşlardan Sosyal Hizmetler Bürosu’na gelen talepler değerlendirilerek gerekli sosyal incelemeler yapıldı. Çalışmalar sonucunda Bodrum’da ikamet eden 172 haneye; mobilya, beyaz eşya, elektronik ve mutfak eşyaları başta olmak üzere toplam 590 eşya teslim edildi. 2026 yılında da “Atma Paylaş Projesi” ne destek olmak isteyen vatandaşlar, 444 00 48 numaralı çağrı merkezinden veya (252) 319 44 48 numaralı Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Sosyal Hizmetler Bürosu’ndan detaylı bilgi alabilir.

Bedeli hep sen ödersin

Bedeli hep sen ödersin

Bugün Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplanıyor. Ancak masadan çıkacak rakam, iktidarın çoktan belirlediği sınırlar içinde olacak. Ay sonunda açıklanacak yeni asgari ücrete toplumu hazırlama süreci de başladı bile: Yüzde 25’e “Yetmez ama olsun”, yüzde 30’a “Enflasyonla mücadeleyi bozar” denilerek tartışma dar bir koridora sıkıştırılıyor. Oysa işaretler çok net: Geçmişte birkaç ay içinde açlık sınırının altına düşen asgari ücret, bu yıl ilk kez daha en baştan o sınırın altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Enflasyonla mücadele denildiğinde hep aynı cümleyi duyuyoruz: “Bu iş biraz bedel ödemeden olmaz.” Kulağa, herkesin eşit biçimde fedakârlık yaptığı bir tablo varmış gibi geliyor. Peki gerçekte kim ödüyor bu bedeli? Dar gelirliler, emekliler, asgari ücretliler, sabit gelirli milyonlar. Yani sen, ben, bizim gibiler. Şimdi 2026 asgari ücreti konuşulurken ezber yine hazır: “Artış makul olmalı, enflasyonla mücadeleyi zora sokmamalı.” Bakan Işıkhan’ın “hem çalışanların refahını koruyan hem de işverenlerin üretim ve istihdam gücünü gözeten optimal seviye” sözleri de şu basit soruyu sorduruyor: Kimin için “optimal”? Asgari ücret enflasyonun nedeni değil; enflasyondan ilk ve en sert darbeyi yiyen gelir kalemidir. Türkiye’de çalışanların önemli bir bölümü asgari ücret ya da ona çok yakın ücretlerle geçinmeye çalışıyor. Gıda, kira, ulaşım, enerji gibi zorunlu harcamalar bütçelerinde devasa bir yer tutuyor. Enflasyon dönemlerinde toplumu kabaca üç grupta düşünebiliriz. Birincisi, fiyat belirleme gücü yüksek olanlar: Fiyatları önden artırır, kâr marjlarını büyütür, zenginleşmeye devam eder. İkincisi, gelirini büyük ölçüde koruyabilenler: Güçlü sermaye kesimleri ve belli meslek grupları. Üçüncüsü ise sabit ve düşük gelirliler: Asgari ücretliler, emekliler, güvencesiz çalışanlar. “Bedel ödeme” denen şey, tam da burada somutlaşıyor. İlk iki grup kendini korurken, üçüncü gruba gelince birden “makul artış”, “denge”, “optimal seviye” gibi kavramlar sahneye sürülüyor. O “denge” aranan yer, dar gelirlinin boşalan sofrası oluyor. “Asgari ücret artışı enflasyonu patlatır” iddiası da ne gerçek hayatla ne de verilerle uyumlu. Elbette ücretler bir maliyet unsurudur. Ama enflasyonun kaynağını neredeyse sadece emek maliyetine indirgemek, iktisadi açıdan savunulabilir değildir. Enerji fiyatları, ithal girdi maliyetleri, kira balonu, şirketlerin fiyatlama gücü, yüksek kâr marjları ve rant gelirleri masaya gelmeden sadece “asgari ücret enflasyonu artırır” demek, hedef saptırmaktır. Ücretler fiyat artışlarının gerisinde kaldıkça reel ücretler düşer, sermaye lehine büyük bir gelir transferi gerçekleşir. Bu nedenle asgari ücreti “Yüzde kaç artacak” tartışmasına sıkıştırmak yerine, ekonomik adalet ilkelerini öne çıkarmalıyız. Reel kayıpların telafi edilmesi gerekir; ücret yalnızca gelecek yılın enflasyon beklentisine göre değil, son yıllarda biriken kayıpları da karşılayacak biçimde artmalıdır. Ücret, insan onuruna yakışır bir hayatın asgari maliyetini karşılamalı; kira, gıda, ulaşım, enerji gibi kalemlerin gerçek bedeli esas alınmalıdır. Eğer ekonomi büyüyor, şirketler yüksek kâr açıklıyorsa bu büyümede emeğin payı da vardır ve emeğin bu refahtan pay alması haktır. Kısacası, 2026’da enflasyon oranı birkaç puan daha düşük görünsün diye milyonlarca insanın geçim derdini büyütmek, ne toplumsal adaletle ne de kalıcı istikrarla bağdaşır. Asgari ücret bir lütuf değil, emeğin karşılığında ödenen en alt sınırdır. Bu sınır her yıl fiilen aşağı çekilirse, tabloda enflasyon düşük yazılsa bile yoksulluk kalıcı hale gelir. Gerçek bir enflasyonla mücadele, dar gelirlinin sofrasını küçülterek değil; adil bölüşümü esas alan, kârı ve rantı da masaya koyan cesur politikalarla mümkündür.